Kelebekle solucan
- GİRİŞ24.11.2010 10:25
- GÜNCELLEME24.11.2010 10:25
Bir gün ormanda kelebekle solucan karşılaşıp sohbete başlarlar. Bir ara solucan kelebeğe kaç gün yaşadığını sorar. Kelebek de yedi gün der. Solucan kelebeği küçümseyen bir tavırla yedi güncük mü der. Zavallı kelebek utanır sıkılır, ne yapacağını bilmez bir durumda “Peki ya solucan kardeş sen ne kadar yaşarsın” der. Solucan havalı bir biçimde üç yıl diye cevap verir. Bu cevapla kelebek daha da ezik bir duruma düşer. Ama sormadan da edemez “bu üç yılda ne yaparsın” diye. Solucan cevaplar “sabah olur kalkarım toprak yer akşam olur yatarım”. Kelebek “ya sonra ki gün” diye sorar. Solucan yine “sabah olur kalkarım toprak yerim akşam olur yatarım” der. Kelebek yine sorar “ya sonra ki gün?” Solucan cevaplar “sabah olur kalkarım toprak yer akşam olur yatarım”. Bu cevaplar üzerine kelebek kocaman bir tebessümle “solucan kardeş sen üç yıl değil sadece ve sadece bir gün yaşarmışsın, bense sadece yedi gün ama her dakikasını, saatini, gününü ayrı ayrı yaşayabildiğim yedi gün. Senin gibi yaşamadan yıl yaşamaktansa benim gibi yedi gün yaşamak yeğdir” der güzelliklere doğru uçar gider.
Uzmanlara göre insanlar biyolojik olarak 128 sene yaşayabilirlermiş. Doğrudur belki. Ama bu yüz yirmi sekiz yıl kelebek yılı mı solucan yılı mı?
Şahsen ben kendi yıllarıma baktığım zaman çoğu zaman diliminde solucan gibi yaşamış olduğumu görmekteyim. Solucan gibi yaşamak kötü mü? Solucansak sorun yok. Ama insan gibi yaşamak bu olmasa gerek.
Günlük, haftalık, aylık hatta yıllık yaşantımıza göz attığımızda günlerimiz birbirinin aynı olmaya başladıysa eğer işte o andan itibaren yaşamamaya başlamışız demektir.
Hayatımız fotokopi makinesinde birbirinin aynı çoğaltılmış günlerden başka bir şey değildir artık. Bazısı net, bazısı kapkara, bazısı açık renk. Ama yine de her biri birbirinin benzeri sayfalar. Değişen tek şey tarihleri.
Yine de hayatın hakkını yemeyelim. Bazen renkli fotokopi makinesi bulabilenlerin her şeyi renkli de olabiliyor. Ama o da pahalı olduğu için hayatımızda o kadar az renkli sayfa var ki; makineler mi bize hizmet ediyor, biz mi makinelere çoğu zaman anlayamıyorum. Ekran karşısında geçen o saatler, günler acaba geri gelebilir mi? Aşk ve sevgiyi dizilerde izlemekten gerçeğini yaşamaya vakit bulabiliyor muyuz?
Sanal ve yalan sevgi ve sevgililerden oyunlardan gerçeğe ne zaman geçeceğiz? Bilgisayarımızın o donuk mat camından o kadar muhteşem ve bir o kadar da cansız görüntüler görüyoruz ki; aslının nasıl olduğunu hatırlayamıyoruz bile!
Domatesin, salatalığın organiğini bulabilmek için o kadar yola ve masrafa razı oluyoruz ama hayatın organiğini bulabilmek için kılımızı bile kıpırdatmıyoruz.
Hani bazen balmumu meyveler vardır; aslından daha güzel daha hoş görünür ama sadece görüntüde. Tatmaya kalktığımızda tatsız bir tat ağzımızı burkar. İşte bazı insanlarla yaşamaya çalıştığımız ama insanca bir tat alamadığımız; o yıpranmış ve yitik duygular zamanla körele körele tadılmak istenmez hale geliyor.
Hani bir zamanların meşhur bir şarkısı vardı: pembesi gitti tozu kaldı işte aynen öyle. Yaşayacağımız günleri yaşayamadan yaşayıp gidersek sadece yaşayamadığımız yaşanmamışlıklarla avunmak zorunda kalacağız.
Kızma be solucan kardeş sitemim sana değil bu hayata! Oysa ne umutlar vaat edilmişti. Güzel günler, hoş hayaller tertemiz sevgilerimiz vardı. Uçurduğumuz uçurtmalarımızın üstüne umutlarımızı bindirir gökyüzüne salardık.
Doğru ya; uçurtmanın ipi kopalı çok olmuştu. Sert rüzgarlara dayanamayan uçurtmam umutlarımı da aldı götürdü benden. Her rüzgarda bekliyorum; uçurtmam ve umutlarım geri gelir mi diye.
Sen uç kelebeğim uç, benim kanatlarımı büyüdükçe kırdılar. Solucanımla ben toprakta, sen gökyüzünde yaşa. Ama ne olur denk gelirsen uçurtmama söyle ben hala onu ve umutlarımı umutla bekliyorum.
Orhan ÇINAR / Haber 7
www.orhancinar.net
orhancinar01@gmail.com
Yorumlar1