Yiğidim ‘butlan’ım burda yatıyor!..
- GİRİŞ02.07.2025 09:17
- GÜNCELLEME02.07.2025 09:17
Cumhuriyet Halk Partisi için bugünlerde en çok tartışılan kavramların başında “butlan” geliyor.
‘Butlan’, Arapça kökenli bir kelimedir. Hukuk, din ve felsefe alanlarında kullanılır ve genel tanımı “geçersizlik, boşluk, hükümsüzlük”tür.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun devrildiği son kurultayın ‘butlan’ sayılması gerektiği, diğer iç siyasi ve ekonomik ve hatta küresel tartışmaların bile önüne geçmiş durumda…
Kelimeyi biraz daha açarsak…
“Butlan”, bir şeyin hukuk ve mantık anlamında geçersizliğini anlatır. Ortada bir sonuç ‘var gibi’ görünse de aslında bu geçerliliği olmayan yani ‘sonuç doğurmayan’ bir durumdur. Hukukta da aynı anlama karşılık gelir: “Bir işlemin en baştan itibaren geçersiz ve yok hükmünde sayılması”dır. Fakat ‘butlan’ bazen ‘fesih’le karıştırılır.
Felsefî ve dinî literatüre baktığımızda da aşağı-yukarı aynı sonuca ulaşırız. Fakat dinî –özellikle İslâmî- açıdan baktığımızda ‘butlan’ neredeyse ‘bâtıl’ kelimesi ile akrabadır. Dayanaksız, sahte, gerçeğe aykırı durumları anlatmak için kullanılır. Misal; İsra Sûresi’nde “Hak geldi, bâtıl zâil oldu” (81) ayetini “Gerçek geldi, butlan olan yıkıldı (ortadan kalktı)” diyerek de tercüme edebiliriz. Başka birçok örnek verebiliriz elbette…
Bir düşüncenin temelsiz olduğunu anlatmak veya bir iddianın asılsız olduğunu vurgulamak için de “butlan” kelimesini (boş, yok sayılan, geçersiz) kullanırız.
En doğru yaklaşım şudur: “Butlan, hukukta işlemleri, felsefede düşünceleri, dinde ise inançları değerlendirme ölçüsüdür. ‘Butlan’ olan şey, sadece yanlış değil; temelden hükümsüz kabul edilir.”
***
Ülkemizde 19. yüzyıldan bu yana neredeyse hiç bitmeyen tartışmalardan biri de “aydın” ve “münevver” tartışmasıdır.
“Butlan”ın gölgesinde neden bu tartışmayı hatırlama ihtiyacı duyduk, anlatalım…
‘Aydın’, hem felsefî hem de toplumsal derinliği olan meselelere farklı düşünce sistematiği üzerinden yaklaşan insandır. Referansı Batı’dır. Kendini konumlandırırken ‘iktidarla arasına mesafe koyan’ kişi olarak tarif eder. İktidarın ürettiği herhangi bir şey toplum lehine de olsa bu sınırın ötesine geçmemek adına ‘taraf’ görünmemek için ağzını açmaz. Sekülerdir. Pozitivisttir. Sadece aklı temsil eder. Mesela Gazze gibi derin insanlık trajedisi karşısında bile ya sessiz kalmayı tercih eder veya zalimle mazlumu eşitleyen bir aymazlıkla davranır. Organik değildir.
Her ne kadar ata-babaları Jean-Paul Sartre, “Aydın, kendi sınıfının ötesine geçip, başkalarının acısını hissedebilen kişidir” dese de öyle değildir.
Batıcı entelektüelleri, daha doğrusu kendini “aydın” makamında görenleri eleştiren Cemil Meriç’e göre ise “aydın”, “Başkalarının fikirleriyle düşünen, kendi köklerinden kopmuş zavallıdır.”
Çünkü “aydın”, Fransızca “intellectuel” veya “éclairé” kelimesinden türemiştir. Batı modernleşmesinin ürünü olduğu için Batıda durduğu gibi durmaz bizde.
“Münevver” ise “manevi aydınlanmayı (da)” ihtiva eder. Hem aklı hem de kalbi temsil eder. Arapça “n-v-r” kökünden gelmiş, “nurlanmış, aydınlanmış” anlamlarında kullanılır. Dolayısıyla kültürel bir devamlılığı, insana yakın olmayı, dinî değerlerle barışık yaşamayı süreklilik halinde hayata dâhil eder. Günümüzde, her ne kadar, “aydın” ve “münevver” kelimeleri birbirinin yerine ikame gibi kullanılsa da tamamen farklıdırlar.
***
Tanzimat’tan bu yana -ve hâlâ- evrimini tamamlamamış Batılılaşma tartışmaları ile gündeme gelen “modernleşme mi, medenileşme mi” tartışmalarının da özünü bu iki kavram oluşturur.
Konuyla ilgili olarak Ziya Gökalp (münevver, millî kültürü dünya medeniyetiyle buluşturan kişidir), Cemil Meriç (münevver, özgün ve yerli bir bilinç demektir), Sezai Karakoç (münevver, medeniyet inşasına katılan irfan adamıdır) ve birçok yazar ve mütefekkirin tarifleri zihin açıcıdır.
“Aydın”, ülkemizde, halkından kopuk, Batıya öykünen, seçkinci bir kimlik olduğu için biz “halkın içinden çıkmış, kendi kültürüne yabancılaşmamış” olan “münevver”i tercih ediyoruz.
İmdi…
Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçkincileri, aydınları, statükocuları, elitistleri, vesayetçileri, halka tepeden bakan lümpenleri ilk defa duvara tosladıkları için zaten bugüne kadar pek çok uygulamaları ‘butlan’ sayılabilecek dâhili hakikatleri ile yüzleştikleri için bu kadar şaşkın ve çaresizler…
“İki cami arasında bînamaz” bir hal içinde her ne kadar, “efendim biz küresel krizlerin farkındayız, yerel sorunlara duyarlıyız, gerçeği aramak ve söylemekten geri durmayacağız” deseler de neyin farkında oldukları, nasıl bir duyarlılık geliştirdikleri, hangi gerçeğin peşinde oldukları apaçık ortada…
Onlara kimse, “Aydın olmak, sadece ışık altında oturmak değil; karanlığa inip orayı da anlamaktır” sözünü hatırlatmadığı için başta kendilerine, sonra milletine, daha sonra ise başta coğrafyası olmak üzere dünyayı algılamak ve anlamaktan aciz bir görüntü sergiliyorlar.
***
Şimdi, bir örnek olması açısından, CHP’li “aydın” taifesinden çok önemli birine, Zülfü Livaneli’ye büyütecimizi tutalım. 1946 doğumlu Livaneli “on parmağında yirmi marifet” olan zevat içinde sayılır. Gazeteci, müzisyen, yazar, sinemacı, siyasetçi olarak bilinir; solcu, sosyal demokrat ve Kemalist bir figürdür. 2002’de CHP’den vekil seçildi, üç yıl sonra istifa ederek partiden koptuğunu açıkladı. Fakat yine de CHP’li belediyelerin özel gün, kutsal hafta, mübarek kutlama programlarında mikrofon başında idi. Şarkıları ve romanları ile tanındı. Çok eleştirildi. Çok da sevildi. “Sağın silahı din, milliyetçilik ve para, solunki ise kültürdür” diyerek kültürel egemenliğin ‘sol’da olduğunu yüksek sesle konuşan biridir.
Geçenlerde bir röportaj vermiş. Söyleşisinde iktidar partisini eleştirmek yerine oklarını doğrudan millete fırlatmış. Tam bir ‘Türk tipi aydın’ refleksi ile hareket etmiş. Mealen demiş ki: “Sorun, onun (Erdoğan ve partisinin) gitmesiyle bitmeyecektir. Sorun onu iktidara getiren, üst üste dokuz seçim kazandıran, bir sürü yolsuzluk ve yönetim skandallarına rağmen körü körüne peşinden giden halktır. Daha doğrusu halkın bir bölümüdür. Bu halk yığınının Anadolu Müslümanlığıyla, gelenekle, ahlâkla, haram-helâl kavramıyla, merhametle, şefkatle hiçbir ilgisi yoktur…”
AK Parti’ye oy verenlerin genel karakteristiğinin “köy/kentli”, “bütün değer ölçülerinden kopmuş vahşi birer yaratık”, “talandan ve yalandan pay kapmaya çalışan lumpen proletarya”, “hiçbir hakiki lirizm ve hüzün barındırmayan” insanlar güruhu olduğunu söylemiş.
Fakat haklı olarak bir başka tespitte bulunmuş: “Bu kitle Itrî, Mimar Sinan estetiğine de sahip değildir; Anadolu’da yüzyıllarca aydınlık bir nehir gibi akmış olan Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu temizliğine de…”
Bir tehlikeye (!) de dikkat çekiyor ünlü ‘aydın’ımız!
“(Bu kitle) Erdoğan siyasî ömrünü tamamlasa da ona benzeyen başka bir lider bulmakta gecikmeyecektir. Çünkü Türkiye’nin çürüyen kesimi, bu bozulmayı önce müzikle, sonra hayatımızın her alanına egemen olan lümpenleşme ve arabeskleşmeyle ifade etmeye devam ediyor (...) Erdoğan bu kitlenin lideridir ve onun yokluğunda yeni bir lider bulacaklarına hiçbir kuşku yok.”
Yukarıda, “butlan” kavramını tanımlarken kurumsal olarak Cumhuriyet Halk Partisi’ni, kişisel olarak da bu partinin bugüne hiçbir şey söylemeyen/aktarmayan ideolojisine kutsal bir inanışla bağlananların durumunu anlatmaya çalışmıştık.
2000’li yıllarda dolaylı olarak AK Parti politikalarına destek veren, askeri vesayet ve statükoya karşı direncini ‘demokratik dönüşüm’ olarak tahlil eden (“Ben hiçbir zaman AKP’yi desteklemedim. Yalnızca askeri vesayete karşı çıkmak, desteklemek değildir”)…
Fakat hemen 5 yıl sonra (16 Kasım 2005) köşe yazarlığı yaptığı gazetede, “…Peki bundan sonla neler olabilir derseniz; size dönüm noktasının 2007 Nisan ayı olduğunu söyleyebilirim. Eğer o zamana kadar olağan dışı gelişmeler olmazsa, AKP 2007 yılında Çankaya’ya istediği kişiyi oturtacak. Devleti ve Türkiye’yi ele geçirme operasyonunda son aşama da böyle tamamlanacak. Düşünsenize, Çankaya’da Sezer yerine bir AKP’li oturduğu zaman YÖK de değişecek, Anayasa Mahkemesi de, diğer kurumlar da. Devlet kadrolarına yapılan atamalara da hiç itiraz edilmeyecek” bla bla bla…
Sonrasını biliyoruz zaten…
Açık kaynaklarda her şey kayıtlı…
***
Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu son nevrotik vaziyeti, onu takip eden aydınlara da sirayet etmiş durumda. Kararsızlık ve tutarsızlık, eleştiriye karşı aşırı hassasiyet, öfke ve kırılgan alınganlık, tehdit algısıyla gelişen otoriterleşme farkında olmadan, kurumu ve bireyleri yavaş yavaş ‘otoriter ancak içten ve dıştan güvensiz’ hale getirir. Ne kadar karizmatik olursa olsun tutarsız, dengesiz ve popülist bir görüntü verir.
Sadece CHP değil, kendilerine ‘aydın’ diyen ve parti vesayeti altında veya statüko yörüngesinde konuşlanmış olan birçok kimse de -artık- ‘butlan’dır.
Zülfü Livaneli, “Huzursuzluk” isimli romanının bazı yerlerinde farkında olmadan zaten bunun böyle olduğunu anlatır: “Bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket, başka bir insana dönüşmesidir… Vicdan, susturulamayan bir tanıktır… Gerçekle yüzleşmek, bazen en ağır cezadır… Bazen gerçeği bilmek değil, ona katlanmak zor gelir…”
____________________________________________________________________
DİPNOT
Hatırla(t)masak olmaz:
Şair büyüğümüz Erdem Bayazıt (Erdem Abi), 5 Temmuz 2008’de ölümün güzel atına binip gitmişti bu dünyadan (doğumu 18 Aralık 1939).
Geride “Sebeb Ey”, “Risaleler” ve daha pek çok muazzam eser bırakarak.
İki beytini rahmet ve dua niyetiyle hatırlayalım:
Bir an kayboldun gibi yaşadım kıyameti
Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti
Yeniden su yürüdü dalıma yaprağıma
Bir bakışın can verdi kurumuş toprağıma
Özcan Ünlü / Haber7
Yorumlar17