Mülteciler ve makuliyet

  • GİRİŞ26.04.2019 10:59
  • GÜNCELLEME26.04.2019 10:59

Bolu’nun yeni CHPli Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın başta Suriyeli mülteciler olmak üzere şehrin yoksullarına belediye tarafından dağıtılan yemek yardımını kesmesi ve geçtiğimiz günlerde izlediğim bir sokak röportajı beni mülteciler konusunda yeniden düşünmeye sevketti.

Röportajda, insanlara Suriyeli bir mülteciyi evlerinde misafir edip edemeyecekleri soruluyor, röportaj yapılan vatandaşların hemen hepsi de, elbette kabul edebileceklerini söylüyor ama mülteci kılığındaki oyuncu anında yanlarına gelip kalacak bir yere ihtiyacı olduğunu söylediğinde de, adamı evlerine almamak için çeşitli bahaneler uydurmaya başlıyorlardı. Başarılı bir sosyal deneydi doğrusu.

Kimisi “evde kızlarım var, uygun olmaz” diye reddediyor, bazısı “hanıma sormam lazım” cevabıyla durumu geçiştiriyor, bir başkası “burada evim yok” diye –belli ki- yalan söylüyor, bir diğeri “alırdım ama maddi durumum müsait değil” şeklindeki bir lafla sıyrılmaya çalışıyordu. Sarsıcı ama kimsenin de kınamaya hakkının olmadığı bir fotoğraf. Teoride herhalde hepimiz “evet” derdik ama sahiden de bir mülteciyi evimizde ağırlamamız istense, bunu kaçımız –hele de uzun süreli- yapabilirdik, bilemiyorum.

Bauman göçmenler/mülteciler meselesini “kapımızdaki yabancılar” kavramsallaştırmasıyla ifade eder ve durumu kimlik üzerinden açıklar. O’na göre, yerliler göçmenlere karşı “biz ve onlar” karşıtlığı oluşturur, zira yeni gelenler -böyle bir niyetleri olmasa dahi- eskilerin bildiği, sevdiği, el üstünde tuttuğu “yaşam tarzı”nı istila edecek, çökerteceklerdir. Medya ve siyaset işbirliğiyle kurulan “suçtan önce suçlu” söylemiyle dönüştürülen toplum da giderek, göçmenlerin/mültecilerin güvenlik için birer tehdit olduğunu varsaymaya başlar.

Bu yüzden istenmezler yabancılar ve şehirlerin dışına kurulan, dikenli tellerle ya da yüksek duvarlarla çevrili mülteci kamplarında yaşamaya –aslında ortada gözükmemeye, mümkünse orada ölmeye- mahkum edilirler. Bazen o bile yapılmaz, “yabancılar” ülke sınırlarından içeriye bile sokulmaz; denizde boğulan çocuklar, açlıktan yollarda kırılan kadınlar ve yaşlıların hikaleyeleri kimsenin umurunda olmaz. Çünkü “biz ve onlar” ayrımı yapılmıştır bir kere ve bu ayrımı besleyecek kamusal söylemler yaygınlaştıkça, yabancılara karşı ortak bir “nasırlaşmış duyarsızlık” ve “ahlaki körlük” ortaya çıkar. O hale gelir ki bu duyarsızlık, mültecilerin trajedisi bile bıkkınlığa, vurdumduymazlığa sebebiyet verir giderek. Onlar, artık göçmek istedikleri ülkeler için artık sadece birer baş belasıdır.

Evet, geçtiğimiz yıllarda Aylan Bebek’in Bodrum kumsalında yüzü koyun yatan ölü bedeni küresel çapta ses getirmişti, ama -bana kalırsa- bu manzara Avrupa sınırları içinde ortaya çıkmadığı için bu kadar çok ilgi çekti belki de. Uzaktı çünkü, bu bebeğe üzülmek vicdan rahatlatıcı olduğu gibi, bedel ödemeyi de gerektirmiyordu. Aylan bebek, Bir Müslüman ülkenin sahiline vurmuş, bir Müslüman mülteci çocuğuydu. İnanıyorum ki, o ölü bebek fotoğrafı Fransa ya da İtalya sahillerinden birinde çekilseydi, Batı dünyasında bu derece ses getirmezdi. Mülteci sorununa uzaktan bakmak, Batı’ya “üzülme” konforu sağladı.

Bauman, yabancılar konusunda sarsıcı tespitini yaptıktan sonra, tam da bunu söyler; Batı’nın insani tezlerinin çöküşünden sonra ortaya çıkan ahlaki paniğe çevirir ibresini: “Ne yazık ki şokların kaderi normalliğin rutinine dönüşüyor; kendini tüketen, gözden kaybolan ve unutma örtüsüne sarılarak vicdanlardan kaybolan ahlaki paniğin rutinine…”

Sözün özü, Bauman mültecilerin “biz ve onlar” karşıtlığıyla kimlik üzerinden ayrıştırıldığını ve öngörülemez bu yabancıların “güvenlik” gerekçesiyle istenmediği tespitini yapmıştı. Naçizane, mültecilere bakıştaki sakatlıkta ciddi bir sınıfsallığın ve bizim ülkemiz sözkonusu olduğunda baskın ideolojinin de önemli rol oynadığına inanıyorum. Zira, Suriye’den Türkiye’ye akın eden insanlar büyük oranda yoksul, bunlar genellikle bütün varlığını geride bırakarak kaçtıkları için kendi geçimini sağlayamayacak durumda aileler. Dolayısıyla ortada bir sınıfsallık var. Bu yüzden “işsizlik” şikayetleri sürekli Suriyelilerin ucuz işçi olarak çalışarak Türklerin işlerini ellerinden aldığı görüşüyle temellendiriliyor.

İkincisi, o olmasaydı bile, yani gelenler maddi olarak iyi durumda olan ailelerden oluşsaydı bile Türkiye’deki bazi mahfiller yine de Suriyeliler hakkında ırkçı söylemler üretmekten geri durmayacaktı. Zira Araplar resmi tarihimiz tarafından “bizi arkamızdan vurmakla” itham ediliyorlar. Osmanlı Devleti’nde bir Şamlının bir İstanbulludan bakıye olma anlamında büyük farkı yoktur, ama zaten Osmanlı’nın bizzat kendisiyle birlikte Doğu’ya ait her şey ve her yer bizzat yeni Cumhuriyet tarafından reddi miras edilmemiş miydi? Bu yüzden, yüzümüz komple Batı’ya dönük olduğu için, Antalya’nın, Muğla’nın parsel parsel İngilizlere satılmasına kimsenin itirazı olmaz ama Arap yatırımcının yüzbinlerce dolar karşılığında Türkiye’den ev almak istemesi insanları kızdırır.

Oysa biz tamanen doğulu ya da tamamen Batılı kalıplarla düşünebilen/hareket edebilen/hislenebilen bir toplum değiliz. Ortak vicdanımızın seviyesi de henüz mülteci tekmelemeyi haklı çıkaracak rakıma düşmedi. Bu yüzden, belki o insanları evimize almayı başaramayabiliriz, ama mültecilerin dikenli teller içinde ölmeye bırakılmalarına da gönlümüz razı olmaz. Bir tas çorbadan mahrum edilmelerine içerleriz… Değil mi?

YENİ ŞAFAK GAZETESİ

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat