Pasifizmin Sahtekâr Siyaset Teoriğinde Alçaklığın Tarihi ve Nobel Barış Ödülü
- GİRİŞ13.10.2025 12:58
- GÜNCELLEME13.10.2025 12:58
2025 sözde Nobel Barış Ödülü’nün Venezuelalı muhalif, aktivist ve siyasetçi Maria Corina Machado’ya verilmesiyle gündeme oturan Nobel tartışmaları, Machado’nun bu ödülden sonra hiç de şaşırtıcı olmayan soykırımcı İsrail’e ilişkin açıklamalarıyla iyiden iyiye gündemi meşgul etti. Peki, bu Nobel Ödülü Batı’nın hangi enstrümanlarla örtbas etmeye çalıştığı bir günahın ürünü?
Toplumsal ve tarihsel bir şiddet sahnesi olan savaş, Antik dünyadan modern çağa kadar insanlıkla yaşıt bir olgudur. İnsanın doğasındaki yıkıcılık eğilimi, elbette çağımıza kadar kutsal metinler dâhil olmak üzere kamusal ve hukuksal buyurtularla bile dizginlenememiştir. Hal böyleyken Batı düşüncesi, kadim geleneğinde var olan üstünlük iddiasıyla savaşı bile kendi anlam dünyasından okumaya çalışmıştır. Asıl meselemiz de budur.
Yunan düşüncesi bir tarafa bırakılırsa, 5. yüzyılda Aziz Augustinus’un Tanrı Kenti (De Civitate Dei) adlı eserinde Pagan Roma teolojik geleneğine bir reddiye yazması ve barışı uhrevî ve dünyevî olarak ikiye ayırması; bugün Kıta Avrupası yasallık algısının ilk ve ilkel temellerinin atıldığı metin olarak tarihe geçmiştir. Augustinus’un barışçılığı, doğrudan Hıristiyanları ilgilendiren bir huzur ve refah ortamını işaret ediyordu. İşte pasifizm, şiddete ve savaşa karşı olan örgütlenme ve barış yanlısı bu sahtekâr teori, önce Kıta Avrupası düşüncesinde, ardından da Batı’nın Doğu toplumlarına karşı oluşturduğu sözde barış müesseseleri üzerinden karşımıza dikilmiştir. Bu durum, Batı’nın otonom bir siyasi söylem birliği yakalama çabası olarak görülmelidir.
Yine Orta Çağ’daki geniş ölçekli mezhepsel soykırımlar ve kadın cinayetleri bu çerçevede Nobel Barışı’nın konusu değildir. Altıncı Haçlı Seferi’nde barbarların İstanbul’u yağmalayıp merkeplerle Ayasofya’ya girerek tarihî freskleri tahrip etmeleri; kilisenin içinde fetih için önce bir papazla ayin yapıp ardından haçlı gemilerinden getirdikleri kadınlarla alem yapmaları, Nobel Barışı’nın konusu değildir. Yahut Bizans’ın düşüşü sırasında İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesine nefretini kusan Stefan Zweig’ın, “Konstantinopolis düşerken melek Rafael kanadını Hıristiyanların üzerine kapattı” demesi de Nobel’in konusu değildir. Avrupa kolonyalizmi ve merkantilizmin bir sonucu olarak Amerika kıtasının soykırımdan geçirilmesi de Nobel Barışı’nın konusu değildir. Demek ki Aziz Augustinus’un barışçılığı, Amerika yerlilerini kapsamıyordu.
Bu bağlamda, Avrupa ve Batı bakışını güçlendirmek için Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a ve modern döneme uzanan süreçte; Fransız Devrimi’nden sonra Birinci Cumhuriyet Anayasası’na giren İnsan Hakları Bildirgesi’nden, Batı Avrupa’daki tahkim mahkemeleri ve Lahey Uluslararası Adalet Divanı’na; Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e ve sonrasındaki sivil insan hakları hareketlerine kadar, pasifist siyaset algısı güçsüzleri silahsızlaştıran ve “pasif direniş” çağrılarıyla manipülatif bir sahtekâr siyaset teorisine dönüşmüştür. Çünkü kıta merkezci düşünceye göre Batı’nın güdümündeki zayıf toplumlar varlığını ancak pasif direnişle ifade etmeliydi. Batı entelektüel vicdanı, Batı-dışı toplumları korumaya “yeterliymiş” gibi davranıyordu.
Bu nedenle, Nobel Komitesi’nin barışın önüne soykırımı, faşizmi ve emperyalizmin meşrulaştırılmış araçlarını koyması şaşırtıcı olmamıştır. 1901’de Henry Dunant’la başlayan ve Kızılhaç iyilikseverliğinin arkasında örtük misyonerlik taşıyan bu ödül, zamanla barışın önüne geçen emperyal bir görüntüye bürünmüştür. 1907 Nobel Barış Ödülü’nü alan iki pasifist Ernesto Teodoro Moneta ve Louis Renault dikkat çekici isimlerdir. Moneta, 1906’daki Milano Barış Konferansı’ndaki çalışmaları nedeniyle bu ödülü almıştır. Ancak aynı Moneta, İngiliz ansiklopedisi Britannica’da da belirtildiği üzere, 1911’de Libya’nın “uygarlaştırılması” politikasını destekleyerek İtalya’nın Osmanlı’ya savaş açmasında etkili olmuştur. İtalyan Moneta ve Fransız Renault’nun, Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri’nce enerji haritaları üzerinden paylaşıldığı restorasyon sürecinde Nobel Barış Ödülü almaları da herhâlde Aziz Augustinus barışçılığının bir gereğiydi.
Yine 1922 Nobel Barış Ödülü’nü alan kâşif Fridtjof Nansen, Bolşevik Devrimi sonrasında açlık ve hastalıkla boğuşan Ruslara, ayrıca Türkiye’den göç eden Ermeni ve Yahudilere yaptığı yardımlardan dolayı o yıl “iyilik havarisi” ilan edilmiştir. Ne tesadüf ki 1922 yılı, Türkiye’nin asırlar sonra yaşadığı en büyük savaş yıkımı, işgal, açlık ve sefalet dönemidir. Devamında Avrupa’nın kendini normalleştirme ve kolektif siyasi kültür oluşturma çabaları olan Locarno Antlaşmaları’na desteklerinden dolayı İngiliz, Fransız ve Alman diplomatlar — 1925’te Sir Austen Chamberlain, 1926’da Aristide Briand ve Gustav Stresemann — “sözde barış ödülüne” layık görülmüştür. Anlaşılan Aziz Augustinus’un duaları hâlâ Avrupa’nın üzerindedir.
Çağımıza doğru gelirsek, Nobel Barış Komitesi’nin ve pasifistlerin dikkati zamanla Batı ekseninden dış dünyaya yönelmiştir. 1978’de bu kez ödül, İsrail rejimiyle Camp David Sözleşmesi’ni imzalama çabalarından dolayı Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’a verilmiştir. Bu “barış” vaatlerinin sonuçlarını tüm dünya, hem Mısır hem de Filistin bağlamında 45 yıldır görmektedir.
1991’de ise kendi ülkesindeki askerî darbeye karşı durduğu gerekçesiyle, ancak aynı zamanda Rohingya Soykırımı olarak bilinen Arakanlı Müslümanlara yönelik katliama sessiz kalan ve bir süre sonra Myanmar Müslümanlarını suçlayan Aung San Suu Kyi Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştür.
Sadece birkaç örneğini sıraladığımız bu ödül sahiplerinin Kıta Avrupası ve Batı düşüncesine olan konvansiyonel sadakati, figürlerin önemsiz olduğu bu sahtekârlığın yalnızca vitrin kısmını ifade etmektedir. Bütün Batı tarihi, kendinden olmayana odaklı bir angajmanlar silsilesi olarak Haçlı zihniyetinin tarihidir. Savaş oluşturucular ile uzlaştırıcılar arasındaki fark, aslında aynı Batı savaşının veya barışının farklı yüzlerinden ibarettir. Avrupa’daki bütün siyasi birleşme denemeleri, tıpkı Napolyon Savaşları’nda olduğu gibi, kendi içinde bile “kendinden olmayanlar”a karşı yürütülmüştür.
Açık olan gerçek şudur: pasifistlerin ve Nobel Komisyonu’nun Batı-dışı toplumlara yönelik her türlü alçaklığı meşrulaştırma çabası, sadece çağımızın değil, insanlık tarihinin de bir alçaklık tarihidir. Dolayısıyla Maria Corina Machado’nun sözde bu “barış” ödülüne layık görülmesi ve İsrail rejimiyle dayanışma içeren demeçler vermesi de bu bağlamda şaşırtıcı değildir.
Yorumlar2