Tarihi sorumluluktan jeopolitik felakete: Almanya’nın İsrail politikası
- GİRİŞ21.06.2025 09:56
- GÜNCELLEME21.06.2025 09:56
Almanya, İsrail’in güvenliğini kendi güvenliğiyle özdeşleştirmekte ve bu durumu Staatsräson (devlet aklı/devletin varlık nedeni) olarak tanımlamaktadır. Bu yaklaşım, iki devletin güvenlik politikalarının neredeyse iç içe geçtiğini ve Almanya’nın İsrail’e koşulsuz bir güvenlik taahhüdü verdiğini göstermektedir. Dünyada benzeri olmayan bu ilişkinin belirli bir tarihsel arka planı vardır: Almanya, Holokost nedeniyle Yahudi halkına karşı tarihsel bir sorumluluk taşımakta ve bu sorumluluğu devlet politikası düzeyinde üstlenmektedir.
Almanya’nın “Bir Daha Asla” (Nie Wieder) sloganı çerçevesinde, Holokost’un bir daha tekrarlanmasına müsaade etmeyeceğini bir devlet politikası haline getirmiştir. Bu ilişkinin anlaşılabilir olmayan tarafı ise Almanya’nın, her ne koşulda olursa olsun, İsrail ne yaparsa yapsın — örneğin savaş suçu işlese, soykırım ve etnik temizlik suçları işlese ve nükleer silahlar kullansa dahi — İsrail’in arkasında duracağına dair bugüne kadar vermiş olduğu izlenimdir. Zira ahlaki ve etik bir perspektiften bakıldığında, Almanya’nın birinci önceliği tüm insanlığa karşı sorumluluk taşımasıdır. Holokost, her ne kadar Yahudilere karşı işlenmişse de, aynı zamanda tüm insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Bu nedenle, Almanya’nın yalnızca Yahudilere karşı değil, herhangi bir topluma yönelik olası bir soykırım suçunun da engellenmesi konusunda tarihsel bir sorumluluğu bulunmaktadır.
Bu durumun çok tehlikeli sonuçları olduğunu, İran ile İsrail arasında patlak veren savaşta çok net bir şekilde görüyoruz. Tarafsız bir perspektiften bakıldığında, hem İran’da hem de İsrail’de radikal ve fundamentalist rejimlerin iş başında olduğunu; her iki tarafın da teolojik bazı iddialarla üstünlük arayışında olduğunu ve bölgesel hegemonya peşinde koştuklarını söylemek mümkündür. İran, tüm bölge ülkelerine — İsrail dâhil — bir tehdit oluşturan nükleer silahlar geliştirirken; İsrail ise hâlihazırda nükleer silahlara sahiptir. İsrail’in İran’a karşı başlattığı saldırıların birinci önceliği, İran’ın nükleer programını ortadan kaldırmak, ikinci önceliği ise rejim değişikliği yaratmaktır. İran’ın nükleer üretim tesislerinden özellikle Fordo’nun İsrail tarafından vurulamıyor oluşu — İsrail’in elinde yeterli mühimmat olmaması ve teknik kapasite yetersizliği nedeniyle — İsrail’in ABD’ye muhtaç hale gelmesine neden olmaktadır. Ancak ABD’nin elindeki sığınak delici bombaların Fordo tesisini etkisiz hale getirip getiremeyeceği konusundaki belirsizlik, şu anda çok ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.
Zira hem İsrail’den hem de ABD’den gelen sinyaller, Fordo’daki tesisi ortadan kaldırmak için taktik nükleer silahların kullanılmasının gündemde olduğu yönündedir. Taktik ya da konvansiyonel bir nükleer silah uluslararası ilişkiler denklemine bir kez girdiğinde, bunun nerede sonlanacağını kestirmek son derece zordur. İsrail ya da ABD, İran’a karşı taktik bir nükleer silah kullanırsa — sebebi ne olursa olsun — bundan sonra Rusya’nın Ukrayna’ya karşı benzer bir silah kullanmayacağını kimse garanti edemez. İkinci olarak, bu tür bir saldırının yaratacağı radyoaktif kirlilik, büyük çaplı göç dalgaları, İran’da ortaya çıkacak karışıklık ve olası bir iç savaş; bölge ülkelerine ve Avrupa’ya yansıyacak terör, göç ve mülteci hareketleri Avrupa’yı çok derinden etkileyecektir. Dolayısıyla, Avrupa’nın tüm aktörleriyle birlikte bir araya gelerek İsrail’in bu çılgın girişimini durdurmaları ve diplomasi masasında İran’ı ikna ederek nükleer programının kontrol altına alınmasını sağlamaları, hem Avrupa’nın hem Orta Doğu’nun hem de küresel barışın selameti açısından elzemdir. Görünen o ki, radikal Netanyahu rejimi, bizzat Netanyahu’nun iktidarda kalmak uğruna Orta Doğu’yu savaştan savaşa sürüklemektedir. Avrupa Birliği, özellikle de Almanya ise bu gelişmeleri yalnızca izlemekle yetinmektedir. Oysa bu politikanın bedelini sonunda hepimiz ödeyeceğiz.
Prof. Dr. Enes Bayraklı / Haber7
Yorumlar5