İslam dünyası kendi söküğünü dikmeyi mi öğreniyor?
- GİRİŞ24.10.2025 09:21
 - GÜNCELLEME25.10.2025 10:05
 
İslam dünyası uzun yıllar boyunca, her kriz anında gözlerini Batı başkentlerine çevirdi. Washington’dan gelecek bir açıklamayı bekler, Brüksel’den çıkacak bir bildirinin gölgesinde kader tayin etmeye zorlanırdı. Filistin’de barış, Gazze'de ateşkes umudu bile önce Beyaz Saray’ın masasından geçmeliydi. Afganistan, Pakistan, Ortadoğu’nun sair yerleri, Asya ve Afrika’nın bazı bölgeleri, hatta bir zamanlar Azerbaycan, Balkanlar… Müslüman nüfusun hedef alındığı tüm katliamların son bulması, çatışmaların dinmesi ya da gerilimlerin yumuşaması, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ya da İslam Konferansı Örgütü’nün değil, Batı veya Batı dışı emperyal güçlerin gölgesine mahkûmdu. Bu tablo bütünüyle mazide kalmış değil. Keşke öyle olsa!
Ancak son dönemde sahada farklı bir fotoğraf netleşiyor: Her ne kadar İsrail tarafından defalarca ihlal edilmiş olsa da, Türkiye ve Katar’ın aktif ara buluculuğunda şekillenen İsrail-Gazze ateşkesi, Batı ülkelerini dekor mahiyetine indirgeyen yeni bir zihniyetin filizlendiğini gösteriyor. Yine aynı şekilde Afganistan ve Pakistan arasında sağlanan ateşkeste de Ankara ve Doha’nın diplomatik masadaki belirleyiciliği, “Artık bu coğrafya kendi söküğünü dikmeyi mi öğreniyor?” sorusunu akla getiriyor.
Bu soru yalnızca retorik bir meydan okuma değil; belki de yeni bir stratejik hafızanın başlangıcıdır. Çünkü ilk kez, çatışmaların göbeğindeki aktörler, arabuluculuk için Washington’a, Londra’ya, Brüksel’e ya da Lahey’e değil, daha çok İstanbul’a ve Doha’ya bakıyor. Bu yalnızca, (inşasını önce güven sonra da güç zemininde bulan) diplomatik bir başarı değil; bir öz güven tazelenmesidir. Yıllarca dışarıdan dayatılan barış formatlarının çöktüğü bir dönemde, içeride üretilen çözümlerin masaya konması, İslam dünyasının küresel sistem içindeki konumlanışında paradigmatik bir dönüşümü işaret ediyor.
Türkiye ve Katar’ın üstlendiği bu rol, birer ‘arabulucu devlet’ kimliğini aşarak, bölgesel stratejik koordinasyonun çekirdeğine dönüşüyor. Ortak diplomasi, askeri kapasite ve insani değer pratikleri birleştiğinde, ortaya yalnızca krizleri geçici olarak yatıştıran bir güç değil, yeni bir yol haritası çıkmakta. Bu yol haritası, pekâlâ Batı’nın (örneğin Bosna Hersek’e onca katliamdan sonra dayattığı gibi) çifte standartlı ve sahte ‘barış’ söylemine mecbur olmayan, kendi jeopolitik vicdanına sahip bir coğrafyanın yeni haritası olarak ele alınabilir.
Batılı emperyalistlerin insanlık dersiyle, sivilleri bombalayan devletlere silah satmayı birlikte sürdürdüğü bir ortamda, dünyanın geri kalanının makus talihini değiştirmeye odaklanan bu çabalara gereken önemi herkes vermeli. Küçük hesapları bir kenara bırakmalı veya bunlara alet olunmamalı! İnsanlık, emperyalistlerin kapılarında gözyaşı dökmeye daha ne kadar mecbur bırakılabilir ki? Acılardan rant devşiren küresel odakların insafına sığınmak gibi modası geçmiş, haysiyet celladı bir alışkanlığın, yerini, Sayın İbrahim Kalın'ın ifade ettiği gibi ‘adama dur derler!’ diyen yeni bir özneleşme sürecine bırakmaya başladığına bütün benliğimizle inanmak istiyoruz. 
Türkiye’nin askeri-teknolojik kapasitesi, Katar’ın finansal esnekliği, Pakistan’ın nükleer gücü, Malezya’nın dijital potansiyeli ve Afrika’daki derin sosyo-dini bağlar bir araya getirildiğinde, İslam coğrafyasının acılarını tersine çevirebilecek bir stratejik güç insanı gerçekten umutlandırıyor. Yalnızca savaşları durdurmayacak; adaleti getirecek, özgüven inşa edecek, tarihsel hafızayı yeniden canlandıracak bir güç...!
Ateşkes masalarında görülen birlikteliğin ekonomik, kültürel ve siyasi bloklaşmaya dönüşmesiyle birlikte ‘kendi söküğünü diken bir ümmet’ tasavvuru jeopolitik gerçekliğe dönüşebilir. Belki de ilk kez, geleceğe bakarken karanlık değil, potansiyel görüyoruz.
								
	
	
Yorumlar1