Koronavirüsün gölgesinde şehirlerimizi yeniden düşünmek

  • GİRİŞ14.04.2020 08:46
  • GÜNCELLEME15.04.2020 08:50

Koronavirüs pandemisi bütün dünyada muazzam tedbirlere yol açtı.

 

 

Birçok ülkede olağanüstü hâl ilan edildi.

Bazı devletler ülkenin tamamında veya bir bölümünde izolasyon tedbirleri aldı.

 

 

Âdeta sosyal ve ekonomik seferberlik ilan edildi.

Neticede dünyanın önemli bir kısmında hayat neredeyse durdu, insanlar eve kapandı;sadece alışkanlıklar değil, hayat tarzları ve ekonomik üretim sistemleri de değişmeye başladı.

Türkiye, salgının Çin’de resmen duyurulduğu tarihten itibaren kapsamlı önlemler alan, vatandaşlarını Çin’den ilk tahliye eden, koronavirüs salgınına karşı bilim kurulu oluşturarak idarî tedbirlerin yanı sıra bilimsel çözümler de geliştirmeye çalışan ülkelerden biri oldu.

Gelinen noktada İran’a, Irak’a ve Suriye’ye komşu olan, Asya ile Avrupa arasında köprü konumunda bulunan, topraklarında milyonlarca mülteci barındıran 83 milyonluk Türkiye’deki vaka sayısı İngiltere’nin çok altında; Almanya, Fransa, İspanya ve İtalya’nın ise yarısından daha az.

Vefat edenlerin sayısı ise İtalya, İspanya ve Fransa’nın onda birinden, İngiltere’nin sekizde birinden, Almanya’nın ise yarısından daha az.

Türkiye’nin başarısı ortada.

Ancak, koronavirüsle birlikte pandoranın kutusu açıldı ve içindekiler hiç de hayra alâmet değil.

Koronavirüs ve benzeri pandemilere karşı yapılacak çok iş var.

Bunlardan biri de şehirlerimizde dönüşüm çalışmalarına farklı bir paradigma ve daha geniş perspektifli bir yaklaşımla odaklanılmasıdır.

Diğer bir ifade ile şehirlerimizde uygulanan planlama sistemi, imar planlarını onaylayan belediye meclislerinin yapısı ve işleyişi, imar uygulamaları, ortaya çıkan şehir düzeni, konut dokusu, ulaşım sistemleri ve yönetişim süreçlerinin ayrıntılıbir şekilde masaya yatırılması gerekir.

Türkiye şehirleri; Osmanlı Devleti’nin son iki yüz yılında arka arkaya alınan ağır yenilgilerin, ödenen yüklü savaş tazminatlarının, kaybedilen verimli toprakların, çöken toprak düzeninin, bozulan vakıf sisteminin, başta merkantilizm olmak üzere dönemin iktisat yaklaşımlarına uygun politikaların geliştirilememesinin, modern üretim teknolojilerine adapte olamamanın,yeni bilim felsefesinin ve bilimsel düşünce tarzının geç öğrenilmesinin, Avrupa ülkelerinin elde ettiği büyük ekonomik gücün neden olduğu yıkıcı rekabetin, geleneksel planlama ve imar sisteminin yetersiz kalmasının, dönemin ihtiyaçlarına uygun bir planlama ve imar sisteminin kurulamamasının, şehir planlamaya da vâkıf mimarların yetiştirilememesinin, dahası mimar dahi yetiştirilememesinin, yangınla mücadele sisteminin zayıflığının ve benzeri birçok sorunun ağır etkisi altında kendini yenileyemedi,geliştiremedi ve zaman içinde bakımsızlığa ve mahrumiyete mahkûm oldu.

Özellikle İstanbul, Bursa ve Edirne gibi ahşap mimarinin yoğun olduğu şehirlerde ise birbiri ardına çıkan yangınlar birkaç günde ancak söndürülebiliyor, bu sürede ise şehirlerin önemli bir bölümü küle dönüyordu.

Osmanlının zengin ve güçlü dönemlerinde her yangından veya depremden sonra şehirler aynı ihtişamla tekrar ayağa kaldırılabilmekteydi.

Devletin güçten düşmesiyle birlikte konut dokusu her afetten/felaketten sonra daha uzun sürede, daha zor şartlar altında ve daha mütevazı bir şekilde yeniden inşa edilmeye çalışıldı.

Osmanlının son yüz yılı hariç olmak üzere ülke içi göç neredeyse yok denecek kadar az olduğu için şehirlerin kapasitesini aşan göç dalgaları henüz şehirlere vurmaya başlamamıştı.

Özellikle Kafkaslarda ve Balkanlarda kaybedilen savaşlar dolayısıyla bu bölgelerden Osmanlının birçok şehrine kitlesel göçlerin yaşanması, ülkenin her açıdan hızla gerilediği bir dönemde şehirlerde nüfusun hızla artmasına neden oldu.

Yaklaşık iki yüzyıllık mahrumiyetin pençesine düşen şehirlerimizdeki yıpranma, ülkenin birçok yerinden sökün eden göç dalgalarının baskısıyla hızlandı.

Mimar Sinan ve Sedefkâr Mehmet Ağa gibi büyük mimarların gözünün nuru olan paha biçilemez tarihî eserler, yıkık dökük sokakların ve mahallelerin orta yerinde hüzünle yükselir hâle geldi.

Maddî varlığının büyük bölümünü kaybeden koca bir milletin şehirleri, maneviyatın gücü ile ayakta durmaya çalıştı.

Devlet-i Aliyye’nin yıkılmasıyla birlikte, tarihî hinterlandını büyük ölçüde kaybeden Türkiye ise, ulusal bir devlet olarak, büyük ölçüde millî kaynaklarla gelişme çabası içine girdi.

1923-1950 arası dönemde devletçi ekonomi politikasının benimsenmesi, yerleşme ve seyahat özgürlüğünü sınırlandırıcı uygulamaların yürürlüğe sokulması, sermaye ve emek hareketliliğinin zayıflaması gibi faktörler dolayısıyla kırsal yörelerden şehirlere göç neredeyse tamamen durdu.

1950’lilerden itibaren uygulanan siyasî, toplumsal ve ekonomik serbestleşme politikaları ise ülke içinde göçü tetikledi.

Önceleri köyden şehre yönelen göç dalgaları, zaman içinde hem köyden şehre hem de görece gelişmemiş olan şehirlerden daha gelişmiş olan şehirlere doğru gerçekleşti.

Bunun sonucunda başta İstanbul olmak üzere ülkemizin bütün şehirlerinin nüfusu olağanüstü arttı.

Örneğin, 1940 yılında 991 bin kişinin yaşadığı İstanbul’un nüfusu 1980’de 4 milyon 741 bine, 2019 yılında ise 15 milyon 519 bine yükseldi.

1940 yılında sadece 501 kişinin yaşadığı küçük bir köy olan Ümraniye, 1980’de 71 bin kişinin yaşadığı orta ölçekli bir şehre, 2019 yılında ise 710 bin kişinin yaşadığı büyük bir metropol ilçeye dönüştü.

2019 yılı verilerine göre İstanbul’da nüfus yoğunluğu en yüksek olan ilçeler kilometrekareye düşen insan sayısına göre 42.156 kişi ile Gaziosmanpaşa, 40.368 kişi ile Güngören ve 36.877 kişi ile Bahçelievler’dir.

Meskûn mahal üzerinden bir hesaplama yapıldığında ise Esenler gibi 450 bin insanın yaklaşık 6,5 kilometrekarelik bir alanda yaşadığı dikkate alındığında, kilometrekareye 70 bin insanın düştüğü görülecektir.

İstanbul’da durum böyle de diğer büyük şehirlerde farklı mı?

Maalesef insanımız yan yana ve dip dibe yaşamakta.

1950’lerden itibaren gerçekleşen orantısız göç dalgaları şehirlerimizin kapasitesinin çok üzerinde nüfuslara ev sahipliği yapmasına neden oldu.

O dönemlerde devletin ve piyasanın fen kurallarına uygun konut üretiminde yetersiz kalması, halkımızı başının çaresine bakmaya yöneltti.

Oturacak asgarî standartta konut dahi bulamayan insanlar, şehirlerin içinde ve etrafında boş buldukları her yerde gecekondular inşa etti ve bu süreç 2000’lerin başına kadar devam etti.

Şehirlerimizin etrafına bir gecede kondurulan derme çatma barınaklarbir süre sonra gelişigüzel inşa edilen,estetik görünümden uzak, doğal afetlere karşı dayanıksız, standardı düşük, çoğu sıvasız, boyasız, çatısız, damlarından demir filizlerin fışkırdığı birkaç katlı apartmanlara dönüştü.

Binlerce yıldır medeniyetin merkezi olan, Osmanlı döneminde ise dünya tarihinin gördüğü en estetik sivil mimarî dokunun geliştiği şehirler, otuz-kırk yılda çirkinlikler yumağının içinde kaybolup gitti.

Şehirler bu şekilde ağır tahribata uğrarken hem merkezî yönetimler hem de belediyeler, sanıldığının aksine dikkate değer bir mücadele yürüttü.

Bu süreci durdurmak için Gecekondu Kanunu çıkarıldı, gecekondu önleme bölgeleri oluşturuldu, Mesken ve Gecekondu Müdürlükleri kuruldu, gecekondular yıkıldı, imar planları yapıldı, imar afları getirildi, Toplu Konut İdaresi kuruldu, bakanlıklar yeniden yapılandırıldı, bazıları kaldırıldı, yenileri kuruldu, bazıları birleştirildi, yetkileri genişletildi, büyükşehir belediye sistemine geçildi, belediyeler güçlendirildi, İmar Kanunu değiştirildi,hulâsa neredeyse her yola başvuruldu.

Yine de arzu edilen noktaya ulaşılamadı.

1980’lerden itibaren serbest piyasa sistemine geçilmesi ve küresel ekonomi ile bütünleşme sürecinin hızlanması, şehirlerimizi yeni bir yapılaşma tipi ile tanıştırdı.

Yıllarca gecekondulaşma ve çarpık yapılaşma ile boğuşan şehirlerimiz ve özellikle de İstanbul; her türlü konforu sunan, akıllı, içinde yaşayan insanlara saygılı, fakat içinde bulunduğu şehre saygısız, şehrin tarihini, kültürünü ve siluetini hiçe sayan yeni bir bina tipi ile tanıştı.

Bazısı tarihî eserlerin yanı başında heyula gibi yükselirken, bazısı da ekolojik koridorların içine bir hançer gibi saplanan bu binalar, neredeyse hiçbir siyasî gücün yıktıramadığı birer gurur abidesine dönüşmekte.

Şehirlerin her yerinden pıtrak dikeni gibi fışkıran bu binaların bazısı otel, plaza ve alışveriş merkezi olarak kullanılırken çoğu da rezidans adı verilen modern malikâneler olarak şehrin efendilerine “vanity fair” tarzı bir hayat sunmakta.

Son 15-20 yılda halkın nitelikli konut ihtiyacını karşılamak üzere âdeta bir seferberlik başlatılarak yüz binlerce konut üretildi.

Yine bu dönemde belediyeler ve büyükşehir belediyeleri için yeni kanunlar çıkarıldı, belediyelerin sınırları genişletildi, İmar Kanununa ve Otopark Yönetmeliğine yeni hükümler eklendi, kaçak yapılaşmaya karşı ağır cezaî hükümler getirildi, mevzuata kent estetiğive kentsel dönüşüm ile ilgili yeni hükümler eklendi, kentsel dönüşüme yönelik müstakil bir kanun çıkarıldı, kentsel dönüşüm her açıdan teşvik edildi, devlet ağır malî yükler üstlendi.

Sonuçta Cumhuriyet tarihinin en büyük kentsel dönüşüm hamlesi başlatıldı ve hatırı sayılır bir mesafe kat edildi.

Ancak, hâlâ yapacak çok işimiz var ve şehirlerimizin önemli bir bölümü dönüştürülmeyi beklemekte.

Çünkü büyükşehirlerimizin sayısız mahallesinde bahçesi olmayan, balkonuna çıksanız ön cephede yedi-sekiz metre, arka cephede ise 3-4 metre ötedeki binayı seyretmekten başka bir şey yapamadığınız, bodrum katlarında rutubetten durulamayan, zemin katlarda balkonu bile olmayan, otoparksız, güneş görmeyen, çocukların oynayabileceği en küçük bir mekân düzenlemesi dahi bulunmayan, tren katarları gibi bitişik nizam inşa edilmiş, asgarî konforu sunamayan, mukavemeti meçhul apartmanlarda milyonlarca insan yaşamakta.

1950’lerden itibaren inşa edilen bu yapı stokunun tamamen olmasa bile önemli ölçüde dönüştürülmesi elbette kolay değil ve oldukça uzun zaman alacak.

Fakat koronavirüs salgını süresince mecburen uygulanan sokağa çıkma yasağı, sosyal izolasyon ve karantina tedbirleri dolayısıyla mevcut yapı stokuna kapanmanın neden olabileceği kişisel, ailevî ve toplumsal sonuçların salgın sonrasında ayrıntılı bir şekilde tartışılması gerekir.

Sağlık Bakanımız Sayın Fahrettin Koca’nın geçen hafta duyurduğu yeni bilim kurulu, toplum sağlığı ve sosyolojik açıdan çok önemli ve anlamlı bir adım.

Bu adım, sorunun toplumsal boyutunun zamanla daha öncelikli bir hâl alacağının da işareti olarak görülebilir.

Toplumsal bakışın salgın sonrasında genişleyerek kentsel dönüşümü de içeren bir stratejik açılıma evirilmesi büyük fayda sağlayacaktır.

Dolayısıyla salgının sona ermesiyle birlikte Türkiye’nin önündeki en önemli konulardan biri kentsel dönüşümün yeni bir perspektifle hızlandırılması olmalıdır.

Söz konusu perspektif, TAKS ve KAKS hesaplarına dayalıbir kentsel dönüşümden daha ziyade, Sayın Cumhurbaşkanımızın defalarca ve ısrarla belirttiği gibi yüksekliği beş katı aşmayan, kat planlarının Türk aile yapısına uygun olduğu, geniş bahçeli, altyapısı tam, sosyal donatıları yeterli ve manevî gelişimi de önemseyen yatay mimariye anlayışa dayalı bir kentsel dönüşüm paradigmasının üzerine oturtulmalı.

Şehirlerimizin dönüştürülmesi sürecinde dikkat edilmesi gereken hususların ayrıntılarına ise sonraki yazılarda değinmeye çalışacağız.

Kalın sağlıcakla.

Yorumlar2

  • Rüstem 4 yıl önce Şikayet Et
    Neden sürekli inşaat ve bina üzerinde duruyorsunuz kültür nerede? Şehir binalardan ibaret mi?
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • Nadir 3 yıl önce Şikayet Et
    Sonraki yazıda yazacak heralde
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat