Özel üslupsuzluk
- GİRİŞ04.08.2025 09:45
- GÜNCELLEME05.08.2025 08:56
Demokratik sistemlerde siyasal muhalefet, yalnızca iktidarı denetleyen değil; aynı zamanda toplumla kurumlar arasında güven ilişkisini güçlendiren, anayasal mekanizmaları destekleyen ve uluslararası kamuoyunda ülkesinin meşru temsiline katkı sunan bir aktördür.
Ne var ki Türkiye'de ana muhalefet partisi lideri Özgür Özel’in söylem stratejisi, bu normatif çerçeveyle ciddi bir çelişki içerisindedir.
Özellikle yargı süreçlerine karşı geliştirdiği toptancı ret söylemi, siyasal dili radikalleştiren üslup tercihleri ve Türkiye’nin dış politikasına aykırı biçimde ülkesini uluslararası zeminde hedef alan açıklamaları, muhalefet adına yürütülen siyasetin meşruiyetini sorgulatır hâle gelmiştir.
Son dönemde yerel yönetimlere yönelik yolsuzluk iddialarının soruşturulması ve yargı süreçlerinin, delil, ifade, teknik takip ve etkin pişmanlık gibi ciddi unsurlarla desteklenmesine rağmen ana muhalefet partisi tarafından peşinen “kumpas” ve “yargı darbesi” şeklinde tanımlanması, demokratik hukuk sistemine yönelik yapıcı bir eleştiriden çok, siyasal meşruiyeti dışlayan bir direniş stratejisine işaret etmektedir.
Bu söylem biçimi, yalnızca belirli bir davaya değil, yargı erkinin bütününe yönelik güven aşındırıcı bir kampanya niteliği taşımaktadır.
Bu durum, muhalefetin kamusal sorumluluğunu yerine getirmesini engellediği gibi, hesap verebilirlik ilkesini de etkisizleştirmektedir.
Bir siyasal kimlikli kişinin konusu suç olan olaylar husule gelmişse hesap vermesini ya da yerel yöneticinin yargılanabilirliğini reddetmek, demokratik eşitlik prensibine aykırıdır.
Özgür Özel’in kullandığı dil, çoğu zaman yargı süreçlerinin içeriğinden kopuk şekilde, tamamen duygusal reflekslerle kamuoyu oluşturma çabasına dayanmaktadır. Bu çabalar, hukuk devleti ilkesi ile demokratik muhalefet anlayışı arasında bir gerilim üretmektedir.
Özgür Özel’in hükümet üyelerine, bakanlara ve kamu görevlilerine yönelik argo, hakaret içeren ifadelerle bezenmiş konuşmaları, yalnızca siyasi muhataplarını değil, kamu yönetimi sistemini temsil eden kurumları da hedef alır hâle gelmiştir. Bu söylem, siyasal eleştiriyi meşru sınırların dışına taşır ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştirir.
Modern siyasal kültürde eleştiri; bilgi, belge ve çözüm önerileri üzerinden şekillenir. Özel’in kürsü dili, siyasal muhalefeti bilgiye değil öfkeye, belgeye değil slogana, çözüm üretimine değil ajitasyona dayandırmaktadır. Bu tarz bir yaklaşım, sadece muhalefetin inandırıcılığını zedelemekle kalmaz; aynı zamanda kamusal tartışma zemininin de aşınmasına yol açar.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde, öncülüğünde Gazze ve Filistin meselesinde takındığı net ve ahlaki tutum, küresel ölçekte önemli yankılar uyandırmaktadır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hem insani hem diplomatik düzeyde yürüttüğü proaktif ve ilkesel Filistin diplomasisi, Türkiye’yi bu alanda evrensel vicdanın sesi hâline getirmiştir.
Ancak bu süreçte, ana muhalefet liderinin hem içeride hem dış temaslarında Türkiye’nin bu dış politika hattını görmezden gelen, hatta zaman zaman itibarsızlaştıran bir tutum içinde olması dikkat çekicidir.
Özellikle Özgür Özel’in, yurt dışında yaptığı görüşmelerde Türkiye’yi sistematik biçimde “demokrasi dışı”, “hukukun işlemediği”, “tek adam rejimi” gibi kavramlarla tanımlaması; sadece siyasi polemik değil, doğrudan Türkiye Cumhuriyeti'nin diplomatik pozisyonlarını zayıflatma etkisi amaçlıdır. Bu neviden söylemler, Türkiye karşıtı lobi ağlarına içerik sağlayan, ülkenin uluslararası meşruiyetini tartışmaya açan sonuçlar doğurabilir.
Dahası, Namık Tan gibi dış politika geçmişi itibariyle durduğu yerler tartışmalı kişilerin danışmanlığında kurgulanan bu diplomatik dil; yalnızca muhalefetin dışa dönük siyasal yönelimini değil, aynı zamanda Türkiye'nin Filistin ve Gazze konusundaki tarihsel duyarlılığıyla da açık bir çelişki taşımaktadır.
Bu noktada Özel’in, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Hükümete yönelik Gazze ve Filistin konulu temelsiz ithamları; yalnızca iç siyasi çekişme malzemesi değil, Türkiye’nin tutarlı, kararlı, ısrarlı, ahlaki dış politikasına yönelik bir saldırı biçimi olarak da okunabilir.
Türkiye’nin son yıllarda Birleşmiş Milletler, İslam İşbirliği Teşkilatı ve diğer çok taraflı platformlardaki diplomatik hamleleri, Filistin meselesinde insani yardımı ve siyasi baskıyı aynı anda üretmeye çalışan dengeli bir stratejiye dayanmaktadır.
Bu stratejiyi görmezden gelen ya da itibarsızlaştıran her söylem, Türkiye’nin dış politik manevra alanına, duruşuna darbe niteliği taşır, bu durum da ancak İsrail’in işine yarar.
Demokratik rejimlerde muhalefet etmek; iktidarı eleştirmekle sınırlı değildir. Aynı zamanda toplumun ortak yararını önceleyen, devletin dış temsilini zayıflatmayan, kurumlara karşı adalet duygusunu gözeten bir siyasal etik çerçevede yürütülmelidir.
Türkiye’nin iç hukuk süreçlerini toptan reddeden, yargının meşruiyetini tartışmaya açan, dış politikadaki ilkesel pozisyonlarını görmezden gelen ve uluslararası aktörler karşısında ülkesini şikâyet eden bir siyaset biçimi; muhalefetin işlevini yitirmesine neden olur. Muhalefetin meşruiyeti, yalnızca seçim başarısıyla değil; sistemin kurallarına gösterdiği saygı ve dış temsil sorumluluğuyla da inşa edilir.
Bu bağlamda, Türkiye'nin karşı karşıya olduğu en temel sorunlardan biri; muhalefetin iç ve dış politikalarında milli menfaatler ile parti çıkarlarını ayrıştırmakta zorlanmasıdır.
Dış politika, iç siyasetin uzantısı değil; milli birlik, bütünlük ve çıkarların tezahürüdür. Bu alanda yapılacak her sorumsuz söylem, yalnızca iktidarı değil; tüm toplumu etkileyen sonuçlar üretir.
Demokrasi, seçimlerle bitmeyen, hukukla çevrelenmiş, sorumlulukla donatılmış, ahlâkî çerçevesi olan bir yönetim biçimidir.
Muhalefet partilerinin söylem düzeyini şiddetle, öfkeyle, iftirayla değil; akıl, belge ve ahlakla inşa etmeleri gerekir.
Toplumu kutuplaşmaya, kurumları itibarsızlaştırmaya ve hukuku araçsallaştırmaya yönelik her adım, demokratik kazanımlara karşı bir sabotajdır.
Türkiye, yüksek siyaset dönemine ancak hukuk devletine duyulan saygı, demokratik kültürün kurumsallaşması ve nezaketli siyasal dil üzerinden geçebilir.
Siyasi aktörlerin şahsi ajandalarla değil, kamusal sorumluluk duygusu ve vicdanıyla konuştuğu, meydanlarda da, ekranlarda da, kapalı toplantılarda da mutlaka bilgi ve belgelerle elbette hakikati konuştuğu bir siyasal iklim Türkiye’yi ileriye taşır…
Unutulmamalı ki, binlerce kez inkar edilse, görmezden gelinse, yok sayılsa bile hakikat mutlaka ortaya çıkar.
Prof. Dr. Zakir AVŞAR / Haber7
Yorumlar26