AK Parti ve Türkiye’nin 23 yıllık siyasal ve sosyoekonomik dönüşümü
- GİRİŞ06.11.2025 09:26
- GÜNCELLEME06.11.2025 09:26
3 Kasım 2002 seçimleri, Türkiye’nin siyasal sisteminde yapısal bir dönüşümün başlangıcı olarak değerlendirilmelidir. Bu tarih, yalnızca bir iktidar değişimini değil, aynı zamanda devletin yönetim anlayışı, ekonomik model, dış politika yönelimi ve toplumsal yapıda köklü bir değişimin miladını temsil etmiştir.
Bu dönemde inşa edilen siyasal istikrar, ekonomik büyüme dinamikleri, yönetişim reformları, teknolojik ilerlemeler ve küresel konumlanma stratejileri, Türkiye’nin modernleşme tarihinde kendine özgü bir dönemi ifade etmektedir.
2002 sonrası dönemin belirgin özelliği, güçlü bir yürütme otoritesi ile seçmen desteğine dayalı meşruiyetin süreklilik kazanması olmuştur. Siyasal istikrar, 1990’lı yılların koalisyon krizleriyle şekillenen kırılgan yönetim modelinden farklı olarak, karar alma süreçlerinde etkinlik ve süreklilik sağlamıştır.
AK Parti’nin iktidara gelişi, uzun yıllar süren koalisyon hükümetlerinin ardından yürütme gücünün görünürleştiği, seçmen iradesinin siyasete yön verdiği bir dönemi başlatmıştır. 2000’li yılların başında demokratik meşruiyet ile icra kapasitesi arasındaki ilişki yeniden tanımlanmış; siyasal otorite, ilk kez uzun vadeli bir toplumsal meşruiyet tabanına dayanmıştır.
Bu dönemin en belirgin özelliklerinden biri, demokratik süreçlerin sadece seçimlerle değil, vesayet mekanizmalarının çözülmesiyle de derinleşmesidir. Cumhuriyet tarihi boyunca siyasal sistem üzerinde etkili olan askerî ve bürokratik vesayet, 2000’li yıllarda sistematik biçimde geriletilmiştir.
2007’deki e-muhtıra girişimi, 2008’de açılan kapatma davası ve 2013 sonrası dönemde ortaya çıkan yargı merkezli bürokratik müdahale teşebbüsleri, demokratik sistemin “seçilmiş iktidar” ile “atanmış otorite” arasındaki tarihsel gerilimini görünür kılmıştır. Bu süreçte siyasal iktidar, sivil siyasetin kurumsallaşması adına vesayet odaklarına karşı kararlı bir tutum sergilemiş; demokratik temsilin önceliği, siyasal sistemin ana ilkesi haline gelmiştir.
Bu mücadelelerin doruk noktası, 15 Temmuz 2016’daki askerî darbe girişimi olmuştur. FETÖ yapılanmasının gerçekleştirmeye çalıştığı bu kalkışma, yalnızca iktidarı değil, Türkiye’nin demokratik düzenini hedef almıştır. Ancak halkın doğrudan müdahalesi, siyasal partilerin ortak tavrı ve kurumların direnç kapasitesiyle girişim başarısızlığa uğramıştır. Bu olay, Türkiye’nin demokratik olgunluk düzeyinin ulaştığı noktayı göstermiş; siyasal sistem, tarihindeki en ciddi darbeyi sivil irade lehine bertaraf etmiştir.
Bu bağlamda, 2007’de Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, 2010 Anayasa reformu ve 2017’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş, yalnızca kurumsal değişiklikler değil, aynı zamanda vesayet sistemine karşı oluşturulmuş demokratik sigortalar olarak da değerlendirilebilir. Yeni yönetim modeli, parlamenter sistemin koalisyon odaklı parçalanmış yapısına karşı, karar alma süreçlerinde hız, koordinasyon ve hesap verebilirlik sağlamayı hedeflemiştir.
Yeni sistem, siyasal istikrarı kurumsal güvenceye kavuşturmayı ve yönetim süreçlerinde hız, koordinasyon ve hesap verebilirliği artırmayı hedeflemiştir. Türkiye’nin demokratikleşme süreci bu dönemde hem katılımın genişlemesi hem de siyasal merkez ile çevre ilişkilerinin dengelenmesi açısından dikkate değerdir.
2001 krizi sonrası uygulamaya konan yapısal reformların sürdürüldüğü bu dönem, ekonomik istikrarın kalıcı hale gelmesiyle karakterize edilmiştir. 2002–2013 arasında ortalama %5,5’lik büyüme oranı yakalanmış; kişi başına düşen milli gelir önemli ölçüde artmıştır.
Makroekonomik dengeler açısından kamu borç stokunun milli gelire oranının düşmesi, bütçe disiplininin sağlanması ve mali şeffaflık uygulamaları, Türkiye ekonomisinin kırılganlıklarını azaltmıştır.
Bununla birlikte 2010’lu yıllardan itibaren küresel finansal dalgalanmalar, bölgesel jeopolitik riskler ve pandemi gibi dışsal faktörler, ekonomik yapıda uyum politikalarının ve üretim modelinde yerlileşme stratejisinin öne çıkmasına yol açmıştır. “Milli teknoloji hamlesi” ve “yerli sanayi” vizyonu, ekonomik büyüme modelinin temel bileşenlerinden biri haline gelmiştir.
2000’li yıllardan itibaren Türkiye’de sosyal politika paradigması köklü bir değişim geçirmiştir. Sosyal yardımların kurumsallaşması, gelir dağılımının iyileştirilmesi ve yoksullukla mücadelede hedef odaklı mekanizmaların uygulanması, sosyal devlet anlayışını güçlendirmiştir.
Sağlıkta dönüşüm programı, genel sağlık sigortası ve hastane modernizasyonu ile birlikte erişilebilirlik artmış; yaşam beklentisi 2002’de 70 yıl düzeyindeyken 2020’lerde 78 yıla yükselmiştir.
Eğitimde okullaşma oranlarının artışı, üniversite sayısının iki katından fazla yükselmesi ve dijital eğitim yatırımları, beşerî sermayenin genişlemesine katkıda bulunmuştur. Bu süreçte kadınların istihdama katılımı ve genç nüfusun girişimcilik alanındaki varlığı da belirgin biçimde artmıştır.
2002 sonrasında Türkiye, dış politikasında çok boyutlu bir yaklaşım geliştirmiştir. Geleneksel olarak Batı merkezli konumlanma, yerini çok yönlü, bölgesel ve insani eksenli bir diplomasiye bırakmıştır.
Afrika açılımı, Latin Amerika ve Asya ile ilişkilerin geliştirilmesi, enerji diplomasisi ve savunma sanayiinde yerlileşme süreci, Türkiye’nin uluslararası sistemde otonom bir aktör olarak hareket etme kapasitesini güçlendirmiştir.
Bununla birlikte Suriye krizi, göç yönetimi ve Doğu Akdeniz’deki enerji rekabeti gibi alanlarda Türkiye, hem güvenlik hem diplomasi boyutlarını içeren çok katmanlı bir dış politika pratiği geliştirmiştir.
Türkiye, NATO üyeliğini sürdürürken, bölgesel inisiyatiflerde (örneğin Karabağ, Libya, Ukrayna) arabulucu ve düzen kurucu bir rol üstlenerek uluslararası sistemin yeni denge noktalarından biri haline gelmiştir.
Yönetişim alanında dijitalleşme, e-devlet altyapısı ve veri temelli kamu politikaları, devlet-vatandaş etkileşimini yeniden tanımlamıştır. Türkiye, dijital kamu hizmetlerinde küresel ölçekte ön sıralara yükselmiştir.
Savunma sanayiinde yerlilik oranının %20’lerden %80’lerin üzerine çıkması, TOGG, TCG Anadolu, Bayraktar TB3 gibi projeler, ekonomik olduğu kadar stratejik bağımsızlığın da göstergesi olmuştur.
Kültürel alanda ise Türkiye, uluslararası insani diplomasi, eğitim kurumları ve kültür merkezleri aracılığıyla yumuşak gücünü genişletmiş; TİKA, Yunus Emre Enstitüsü ve AFAD gibi kurumlar küresel ölçekte tanınan yapılar haline gelmiştir.
2002–2025 dönemi, Türkiye’nin modernleşme tarihinde en uzun soluklu siyasal istikrar evresini oluşturmuştur. Bu süreçte hem ekonomik hem yönetsel hem de diplomatik alanlarda güçlü bir dönüşüm yaşanmıştır.
Türkiye, bu dönemde bir yandan küresel ekonomiye entegre olurken diğer yandan milli kapasitesini artırmış; bölgesel liderlik hedefini iç ve dış politikada kurumsal bir vizyona dönüştürmüştür.
Elbette bu dönüşüm, küresel krizler, jeopolitik riskler, demokratikleşme tartışmaları ve toplumsal beklentiler bağlamında ele alınmalıdır. Ancak tarihsel perspektiften bakıldığında, 3 Kasım 2002 sonrasında şekillenen siyasal irade, Türkiye’nin kurumsal modernleşmesinde belirleyici bir moment üretmiştir.
Bugün “Türkiye Yüzyılı” olarak formüle edilen vizyon, yalnızca bir siyasal hedef değil; 23 yıllık istikrar, kalkınma ve toplumsal dönüşüm sürecinin birikimsel sonucudur. Bu yönüyle 3 Kasım, Türkiye’nin çağdaş siyasal tarihinin en kritik kırılma noktalarından biri olarak kalıcı yerini almıştır.
Yorumlar1