Umut ışığıyla yüreği aydınlatmak
- GİRİŞ27.06.2013 08:43
- GÜNCELLEME27.06.2013 08:43
Nasıl ki beden ve ruh olarak ikili bir yapıya sahipse, olaylar karşısındaki tavır ve değerlendirmelerinde de iki farklı olguyu dikkate almak durumundadır. Bu bir sorgulama yükümlülüğü getirir insana.
Varlığı gözlemleyerek, hadiseler ve kişilerin ilişkileri üzerine düşünce geliştirmek anlamında, akıl etme, fikir etme ödevi... Emaneti üstlenen insanın her koşulda taşımakla görevli olduğu yükümlülük… İşte bütün bunların şuurunda olduğu ölçüde, çevresinde tanık olduğu gelişmelerle ilgili sağlıklı bir değerlendirme yapabilir insan.
Ama heyhat!... Ne kadar da az rastlıyoruz buna. Her görüşün tek yanlı savunucuları, her siyasî partinin ya da liderin sorgusuz destekçileri konumundaki insanların çoğunlukta olduğu bir toplumda, gerçeğin gerçek adına araştırılarak bir tespitte bulunulması kolay olmuyor. Her tarafta ideoloji muhafızları teyakkuz halinde, karşı tarafa misillemede bulunmak için fırsat bekliyor.
Peki, ama sebep nedir? Bunu soran çok az. Bir eylemin gerekçesi onu gerçekleştirenler tarafından da bilinmiyor ve vekâleten davranılıyor ise, orada söze ve ikna girişimine yer yok demektir. Düşünceye yer yok demektir. Ortada bir tez bile yoktur, münazara usulü bir kuru tartışmadan da söz edilemez. Sadece tepkisellik vardır.
Bir de onlar-bunlar… Onlar… Bunlar…
Yok mu bir asgarî müşterek sorgusu? Nerede asgarî müşterekte buluşanlar? Buluşmak isteyenler? Ülkedeki atmosfer buna uygun değil, ne yazık ki.
“Onlar/bunlar ve biz “ anlayışı tümüyle temelsiz değildir. Hak ve batıl anlamında “biz” ve “onlar” hep olagelmiştir insanlık tarihinde. Ne var ki, ülke içerisinde vatandaşların böyle bir ayrıştırmaya tabi tutulması, hem temsil bakımından tam gerçeği yansıtmaz, hem de toplumsal çatışmaya zemin hazırlar. Böyle bir gelişme ülke çıkarına olmayacağı gibi, yönetimin de işini zorlaştırır.
Siyasetin ve medyanın kullandığı bu ayrıştırıcı dili eleştirmek durumundayız: Ne onlar'lı dil, ne bunlar'lı dil.. .Ne de Özdil ya da Yozdil... Gerekli olan, ferasetli ve yürekli dil.
İnsan, korkan ve gelecek endişesi taşıyan bir varlıktır. Onu hayvandan ayıran en temel özelliklerden biri budur. Hayvan da korkar, ama hayvanın korkusu anlıktır, somut bir cismin ya da varlığın kendisine yönelik olduğunu sandığı hareketi karşısında ürker ve tepki verir hayvan.
Oysa insanın korkusu, kendi varoluşuna ve geleceğine yönelik bilinçli bir tehdit algılamasındandır, bu yönüyle de anlamlıdır. Algılanan tehdit gerçekleşmeyebilir, ama tehdidin gerçekleşme olasılığına karşı önlem almayı sağlayacağı için, insanî korku boş bir korku sayılmaz. Onu bertaraf etmek amacıyla çok yönlü bir çaba içerisine giren insan, aynı zamanda geleceğe dair umut ışığıyla aydınlatır yüreğini.
Korku ve umut arasında insan
Korku ve umut arasında yaşar insan. Bu onun varoluşu için bir tür güvence sayılır. Ama ikisi arasında dengeyi gözetmek şartıyla! Ne büsbütün korku, ne de yalnızca umut… İkisi birlikte olduğu takdirde, insanın davranışı hayvanınkinden farklılaşır. Aksi halde, örneğin, sadece korkuyla harekete geçen insan, hayvanda bile görülmeyecek derecede aşağılık davranışlar sergileyebilir. Gezi Parkı eylemini bahane ederek taşkınlık yapan bir grubun genç bir anne ile onun 6 aylık bebeğine yönelik berbat davranışında görüldüğü gibi. Buradaki korku başka bir korkudur, açıklanan hedef ise umutsuzdur.
Aslında, korkunun makul bir örneğini geçen haftaki yazıda ifade etmeye çalışmıştık. Bu bir gerçekliği yansıtıyor Türkiye'de. Bu gerçeklik tam olarak algılanmadan, Gezi Parkı eylemiyle başlayan yıkıcı ve ayrıştırıcı hadiselere çözüm bulmak kolay olmaz.
Korkuyu anlamak
Sözünü ettiğimiz korkuyu bu vesileyle bir kez daha dile getirip açıklamakta fayda görüyoruz. Orada şunu ifade etmeye çalışmıştık: Bir tarafta bireysel hak ve özgürlük alanının daraltılması korkusu… Diğer tarafta ise Menderes ve Özal akıbetinin AK Parti iktidarı döneminde tekerrür etme olasılığından duyulan endişe.
Bu iki korku siyasî ve sosyolojik dokuya sahip gerçek zeminlerinde yeterince fark edilip tanınmış olsa ve taraflarca gerekli önlemler alınabilseydi, muhtemelen o kaotik manzaralar oluşmayabilirdi. Burada korku, mantıklıdır ve bir sinyal hükmündedir.
Ancak, bu sınırların aşılmasıyla kendini gösteren küfürlü bozgunculuk eylemlerinin normal korku ile bir ilişkisi yoktur. Bunlardan bir kısmı artık yavaş yavaş refah doygunu durumuna gelmiş genç kuşağın bir tür kimlik edinme ve kendilerini ifade etme biçimi olarak görülebilir. Buradan ayrıca şu sonucu da çıkarabiliriz: Hâlen Avrupa ülkelerinde halkın hükümeti protesto eylemlerinin gerekçeleri (işsizlik, ekonomik sorunlar, zamlar) dikkate alındığında, sözü edilen gençlik olayları Türkiye'nin ekonomik gelişme sürecinde belirgin bir yol aldığının göstergesi kabul edilebilir.
Peki ya Başbakanlık, TBMM ve Dolmabahçe Sarayı'na yönelik saldırı girişimine ne demeli? Burada da esasen kendi içerisinde belirgin bir amaç birliği bulunmayan ama siyasî iktidara muhalif olan bir kitlenin zaaflarından yararlanan iç ve dış çevrelerin tahrik ve planları etkili olmuştur. Bunu göz ardı etmek doğru değil, ama olduğundan fazla büyütmek de bir fayda sağlamaz bize.
İki boyutlu gerçeklik
İki boyutlu gerçekliğin gerektirdiği siyasî ve fikrî donanıma sahip olduğumuz ölçüde, her alanda üretken bir diyalog ve karşılıklı anlayış marifetiyle, korkunun marazî etkilerinden kurtuluruz. Savunma hakarete dönüşmez, fikirlerin çatışmasına değer atfedilir ve böylelikle geleceğe umutla bakabiliriz.
Ve işte şimdi inançla içiniz gülümseyebiliyorsa, inatçı bilgiçlik kasıntılarına tutulmadan, iyimserlikle, siz de umut yönünde yol alması için bu ülkenin katkıda bulunabileceksiniz demektir.
twitter/icanbol
Yorumlar5