Satın alınmış faydacılık
- GİRİŞ07.11.2013 08:54
- GÜNCELLEME07.11.2013 08:54
Çocukluğumuzda Ramazan orucu tutardık ve büyüklerimize satardık tuttuğumuz orucu. Orucun sevabını Allah'tan bekleyecek olgunlukta değildik henüz ve sabırsızdık demek ki. Babamızdan aldığımız beş on lira bizi mutlu etmeye yeterdi. Bir tam günlük açlık ve susuzluğun bize sağladığı kazanç buydu.
Acaba bu doğru bir iş olabilir miydi? Orucun anlamı ve amacı ile ne derecede uyumluydu? Konuya bu açıdan bakarsak, sözünü ettiğimiz amaç ve iş ya da davranış (oruç tutmak) arasında bir uyumluluk göremeyiz tabii ki. Çünkü orucun amacı, kısa sürede bir maddî kazanç ile açıklanamaz, böyle bir beklenti yoktur gerçek oruçlularda. Olsa bile bunun Allah katında oruçla bir bağı söz konusu değildir.
Ama çocuğun oruç tutması ve bunun hemen o gün ödüllendirilmesi, her ne kadar gerçek oruç mantığına ters ise de, faydalı bir iştir. Çocuk için oruç ibadetini öğrenme ve bu yönde alışkanlık edinme vesilesidir. Bu eylemde hiç kimse için bir zarar ya da kötülük söz konusu değildir.
Oysa yukarıda belirtilen satın alınmış faydacılık geleneğinin insana, topluma zararı çoktur. Çünkü burada özgürce fikir üretimi yerine, beklentilere uygun söz ve eylem sebebiyle, esas sorunların tespiti ve çözümlenmesi mümkün olmuyor. Satın alınmış faydacılık, merkezî bir çıkar algılaması ve bu yönde zımnî bir talimat marifetiyle uygulanır. Ulusal ve uluslararası düzeyde çeşitli biçimlerde gerçekleştirilen bu modeli somut örneklerle anlatmak mümkündür.
Merkez-çevre ilişkileri
Önce uluslararası topumda merkez-çevre ilişkileri düzleminde bakalım konuya. Johan Galtung'un isabetli biçimde dile getirdiği bir "yapısal bağımlılık" durumundan yola çıkarak, bunun merkez ülkelerin çıkar algılaması temelinde bir asimetrik bağımlılık meydana getirdiğini ifade edebiliriz. Çevre ülkelerinin merkeze tek yanlı bağımlılığı demektir bu. IMF, Dünya Bankası ya da başka kaynaklar üzerinden sağlanan şartlı krediler ülkede kalkınmaya yol açmadığı gibi, bağımlılığı da sürekli hâle getiriyor.
Peki, burada nasıl bir fayda söz konusudur?
Kısa ve uzun vadede esas fayda merkez ülkelerdedir, onların çıkarına hizmet eden bir ilişki biçimi vardır. Kısa süreli olarak ise çevre ülkeleri merkezden talimatlı kredi aracılığıyla görünüşte fayda elde etmekte, ama bunun bir yanılgı olduğu daha sonra anlaşılmaktadır. Tipik bir satın alınmış faydacılık… Böyle bir uluslararası sistemde gelişmekte olan ülkeler (çevre ülkeler) kendi aralarında doğrudan işbirliğine gidemiyor, bütün ilişkiler merkez üzerinden yönlendiriliyor. Bu düzeni kırmak üzere 1996'da Türkiye ile diğer yedi ülkenin oluşturduğu D-8 de hemen o yıl Merkez'den bir müdahaleye maruz kalmıştı. Avrupa Birliği bir Asya-Avrupa Vakfı kurduğunu ilân ederek, iki D-8 ülkesini bu oluşuma dâhil etmiş, kısa bir süre sonra da D-8'in mimarı konumundaki dönemin Türkiye Başbakanı Necmettin Erbakan (yine merkezin de müdahalesi sonucunda) iktidardan düşürülmüştür. Çünkü sekiz çevre ülkesi (Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Endonezya, Malezya, Mısır ve Nijerya) adına D-8, bir anlamda, Merkez'e meydan okumuş sayılıyordu. D-8'in amaçları olarak ifade edilen "sömürü yerine işbirliği, çifte standart yerine adalet, ayrımcılık yerine eşitlik, baskı yerine demokrasi" talebi bu anlama geliyordu Batılı merkez nezdinde.
Türkiye'nin iradesi
Türkiye'nin son dönemde merkezin geleneksel talimatlarına kulak vermeyip kendi rotasını tayin etme iradesi göstermesi, öyle anlaşılıyor ki, bu ülkeye (Türkiye) yönelik bir yalnızlaştırma siyasetine de zemin hazırlamıştır. Merkezî küresel aktörlerin Türkiye'yi de birlikte değerlendirdikleri mevcut Suriye siyasetinde bunu belirgin biçimde gözlemliyoruz. Kısa bir süre öncesine kadar belirli bir dönem "sıfır sorun" ile yürütülen Türkiye-Suriye ilişkileri şimdi "sırf sorun" haline geldiyse, bunu küresel siyasetin müdahalesi ile açıklamak gayet doğru ve anlamlı olur.
Diğer yandan, ulusal devlet düzeyinde siyasi rejimlerin vatandaşlar üzerinde etkide bulunması da derin devlet çıkar algısına dayanır. Bunun farkında olan vatandaşlar, kendi bireysel tercihleriyle ülkenin ekonomik ve kültürel dönüşümüne yönelik özgün davranışta bulunmak yerine, siyasi rejimin çizgisine uymak zorunda kalır. Bu, en azından günü kurtarmak bakımından, vatandaşın kendi lehinedir çünkü. Aksi halde takibe uğrayacak, belki de özgürlüğünden olacaktır. Görece bir fayda vardır burada. Hem vatandaş, hem de devlet için.
Gel gör ki, gerçekte her ikisi için de bir yanılsama söz konusudur. Ne devlet ve ülke gelişir, ne de birey özgürleşir bu faydacılık anlayışıyla. Tüm üretken potansiyel yok edilir. İki taraf da kendini kandırmış olur. Esas gelişme ve fayda, satın alınmış faydacılık illetinden kurtulmakla elde edilir.
Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat - Haber 7
Yorumlar4