Devletin bekası, milletin refahı
- GİRİŞ02.01.2014 14:26
- GÜNCELLEME02.01.2014 14:26
Kentin düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümündeki kutlamalar, halk arasında Çete Bayramı olarak anılırdı. Adana, Osmaniye, Kahramanmaraş bölgelerinde işgalci düşman askerlerine karşı yeterli sayıda düzenli askeri birlik bulunmadığı için halk kendi içerisinde örgütlenerek, gayrı nizami savaş teknikleriyle işgalcileri yurttan atmaya çalışmışlardı. Örneğin, Osmaniye'de bu çete gruplarının başında başarılı bir mücadele veren Rahime Hatun bugün de saygıyla anılır. Daha sonraki yıllarda Bayram törenlerinde temsilî askerlerin içinde görüntü ve heyecanıyla dikkat çeken bir "Çete Mehmet" vardır. Gürcü Mehmet namıyla da tanınan bu kişiye halkın sevgi gösterisinde bulunduğuna tanık olurduk.
Bu çeteler, vatanın düşman işgalinden kurtarılmasında rolü olan kişilerdi. İyi işler başarmışlardı. Oysa şimdi sözü edilen çeteler, vatana yararı değil zararı dokunan insanlar olarak yer ediyor zihinlerde.
Millî Mücadele çeteleri
Demek ki, kavramlar da zamanın gerçekliğine göre anlam değiştiriyor. Bir dönemde ya da bir durumda iyi ve faydalı görülen, başka bir zamanda ya da farklı koşullarda kötü ve zararlı kabul edilebiliyor. Örnek kavramımız, çete. Balkan kökenli çete (çeta), düşman güçlerine karşı ordu dışında gönüllü olarak savaşan küçük gruplar anlamına geliyor. Türkiye'de Milli Mücadele döneminde sergilenen eylem bu anlamdadır, ileriki yıllarda düzenlenen kutlamalara "Çete Bayramı" denilmesinin de sebebi budur. Devletin bekası bu çetelerin katkısıyla oluyordu.
Böyle çetelere can kurban! Aklınızdan geçenin bu olduğunu tahmin etmek zor değil tabii ki. Bugün esas ikinci anlamı bizi ilgilendiriyor çetenin. O da "yasadışı yollarla, gasp ve hileyle belirli hedeflere ulaşmak için bir araya gelmiş kişiler" olarak tanımlanıyor.
Bu ikinci tanımdakiler hukukî, ekonomik ve siyasî düzenin uyulması gereken kurallarını kendi amaçlarına hizmet için ihlâl etmekle kalmaz, bir de onları istismar ederler. Çünkü önemli olan, çevredeki insanlar tarafından tanınmadan, deşifre edilmeden amaca ulaşmaktır. Davranıştan söyleme kadar birçok şeyi tersyüz etmek olağandır bu çetelikte. Esasen, çeteliğin doğası bunu gerektirir.
Peki, Türkiye gündemini işgal eden tartışmadan bizim çıkarabileceğimiz sonuç ne olabilir?
Artık tarihte kalmış o zorunlu çete eylemlerini bir ibret vesikası gibi belleğimizde tutup kendimize güvenle geleceğe bakmak zorundayız. İkinci anlamdaki muhtemel çetelerle etkin mücadelenin yolu buradan geçer.
Türkiye'nin askerî, siyasî, ekonomik ve hukukî güç potansiyeli
AK Parti iktidarı Türkiye'de 12 yıllık uzunca bir süre içerisinde ülkenin gelişmişliğine katkı anlamında önemli işler başarmıştır. Bunu kimse yok sayamaz, zaten bu partinin seçimlerde oy oranını artırarak iktidarını sürdürdüğünü görüyoruz. Cumhuriyet tarihinde bu alanda ve diğer birçok konuda ilkler gerçekleşmiştir, AK Parti hükümetleri döneminde.
Dünya da takip ediyor bunu. Söz konusu gelişmeler Türkiye'nin bölgedeki ve dünyadaki algısını olumlu etkiliyor. Ne var ki, bundan rahatsız olacakların bulunacağını da asla göz ardı etmemek zorundayız. Bu çevreler normal koşullarda destekledikleri demokrasi ve insan hakları ilkeleri ile uyumlu bir gelişme içerisindeki Türkiye'yi alenen saf dışı etmeyi kendi çıkarları için doğru bulmazlar. Başka yollar aramaları gerekir. Bir yumuşak karın işlerine gelir.
On iki yıllık iktidar deneyimine sahip Türkiye'nin yumuşak karnı ne olabilir? Böyle durumlarda bir iktidar yorgunluğu beklenebilir, ama mevcut koşullarda gerek halkın desteği gerekse hükümetin geleceğe yönelik planları göz önüne alındığında, bir iktidar yorgunluğundan söz etmek isabetli olmaz. O zaman iktidarın dolaylı da olsa koruyucu gücünden ve etki alanından istifade etmeyi umanlar üzerinde yeterli denetimin ihmali, bir yumuşak karın oluşturabilir. Örneğin Halk Bankası Genel Müdürü'nün bir okula bağış için ayrılan parayı (bütün yasal işlemler tamam ise) nakletme tarzındaki ihmal nasıl sorun yarattıysa, hükümete yakın çevrelerdeki yanlışlık ve ihmaller de dikkatten kaçmaz.
Hâlbuki bir sorumluluk vardır. Milletin ve devletin bekasıyla ilgili bir sorumluluk. Milletler ve onların meşru zeminde organize olmuş yapısı kabul edilen devletler, varlıklarını nasıl devam ettirir? Devletin bekası neye bağlıdır? Bu soruların yanıtını siyaset, hukuk, adalet ve doğruluk kavramlarının içerdiği anlam temelinde düşünmek lâzım.
Böyle bir yaklaşımla konuya eğildiğimizde, birbirinden farklı gibi görünen ama birbiriyle bağlantılı çeşitli olgularla karşılaşırız. En başta gelen de şudur: İçeride değer yozlaşması, dışarıdan ise bu durumu kendi emelleri için istismar edenlerin müdahale ve girişimleri karşısında devletin ve o arada kamu yararının her türlü kişisel çıkarın üstünde tutulması mecburiyeti... Hukukun üstünlüğü ilkesine riayet... Adaletin gözetilmesi... Ve, doğruluk...
Yalnız hükümet değildir sorumlu olan. Toplumun her ferdi ve kurumu o sorumluluğun altındadır. Küçük menfaat hesaplarının yanlış sonuç verdiğini bilmemiz şart. Yenilerde kamuoyuna açıklandığı gibi, Bediüzzaman Said Nursî'nin talebelerine önerdiği yol da, "sıdk ve doğruluk üzere olmaktır".
Gerçeğe sadık kalarak, her hal ve zamanda doğru olanı söyleyip yapmak siyasî iktidarın da ülkeye her hizmet ehlinin de öncelikli görevidir. Günümüzde vatanın ve devletin bekası, Millî Mücadele yıllarında olduğu gibi, yukarıda ifade edilen birinci anlama uygun çetelerle değil, meşru zeminde halk iradesine dayalı kurumsal siyaset ve hukuk sistemi yoluyla gerçekleşir. Çok şükür ki, bunun için gerekli siyasî, toplumsal, ekonomik ve hukukî zemin mevcuttur ülkede.
İbrahim S. Canbolat - Haber 7
twitter.com/icanbol
Yorumlar3