İktidar dedikleri dünya kavgası
- GİRİŞ30.01.2014 08:13
- GÜNCELLEME30.01.2014 08:13
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi”, diyerek, devleti her şeyin üstünde tutan Kanunî, huzura ermek için ise dünya yükünden kurtulup uzlet köşesine çekilmeyi telkin ediyor kendine… Muhibbî'ye, Sevene, Sevilene.
Saadet ve mutluluk ile eşdeğer görülen devletin ancak vahdet (birlik, dayanışma) sayesinde varlığını sürdüreceğine dikkat çekilirken, övünme ve güç peşinde olmanın basit dünya kavgasından başka bir şey sayılmayacağı dile getiriliyor:
Devlet ve uzlet
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
(Halk içinde değerli/önemli bir nesne yok devlet gibi
Dünyada devlet:saadet/mutluluk olmaz sağlık gibi)
Mefharet didükleri ancak cihan gavgasıdur
Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi
(Güç ile övünmek dedikleri ancak dünya kavgasıdır
Dünyada birlik/dayanışma gibi talih ve saadet yoktur)
Ger huzur itmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol
Olmaya vahdet makamı kuşe-i uzlet gibi.
(Eğer huzur bulmak istersen, ey Muhibbi, dünya yükünden kurtul
Dünyada bir köşeye çekilmek gibi dirlik ve huzur yoktur).
Bir dünya gücünün en kudretli hükümdarı olan Kanunî böyle derse, ne anlarız biz bundan? Devlet ve uzlet yani kendi köşesine çekilmek birbiriyle nasıl bağdaşır?
Devletin bekası için kudret, toplumun ve bireyin fitneye düşmemesi için ise uzlet… Her ikisi de yerine göre gerekli olabilir. Mezhep meşrep taassubuyla devlete yön vermeye çalışmak değil, temel insan hakları ve hukukun üstünlüğü önceliğiyle devletin kurumsal yapısını güçlendirmek daha doğrudur. Böylelikle, şahıslara ve ideolojilere bağımlı olmaktan da kurtulur toplum.
İnsan bu… Bir gün ihtilâfa da düşebilir, fitneyle birbirine savaş da açabilir. Yanılabilir, hata yapabilir. İnsan, yanılabilen bir varlıktır. Noksan ya da yanlış bilgi ile kanaat, kişinin yanılgıya düşmesinde etkili olur. Yanılmak, beşerî bir durumdur ve hata/suç sayılmaz. Ama aydınlatıcı bilgiye ulaşıldığı halde, yanılgıda ısrarcı olunması, tabii ki hatadır.
Bir de dün söylediğinin bugünkü konjonktürde tam tersini söylemek var. Bu eğer yukarıda ifade edilen türden bir yanılgı sebebiyle olmuşsa, mâzur görülebilir. Ne var ki, bazı menfaatler uğruna dün-bugün farklılığı söz konusu oluyor ise, burada yanılmamak gerekir. İnanan insanın feraseti, böylesi yanılgılara mani olur.
Türkiye'de şu günlerin ana gündem konusu olan hükümet-cemaat zıtlaşmasında yanılgı ve hata acaba ne ölçüde etkilidir? Bu işin bir boyutu. Ama bundan daha öncelikli olan diğer bir boyutu daha var konunun. O da, devlet ve hukuk düzeninin normal/olağan işleyişinin dışında, belki buna “paralel” bir başka uygulamanın devreye sokulmasıdır. Hangi düşüncelerle başlatılırsa başlatılsın, olağanüstü kötü sonuçlar verebilir bu türden uygulama ve müdahaleler.
Hukuk herkese eşit, herkese açık olmak zorundadır. Kamu vicdanının yatıştırılması ve adaletin tecellisi için de gereklidir bu. Şahıslardan ve belirli ideolojik görüşlerden bağımsız, hak ve adalet çizgisinde kurumsallaşmış bir hukuk sistemi herkesin yararınadır. Halkın hukuka güveninin sarsıldığı bir ülkede sadece kişiler mağdur olmaz, devletin itibarı ve geleceği de tehlikeye düşer. Bu nedenledir ki, hukuk sisteminde konjonktürel kaygılarla geçici düzenlemeler yapılması yerine, uzun vadeli bir kurumsal kültürün teşvik edilmesi devlet ve halk için daha iyi sonuçlar verir.
İki örnek
Bu durumu Türkiye'de gözlemlediğimiz iki farklı örnekle açıklayalım. Birincisi, bundan bir kaç yıl önce siyasi irade tarafından ihdas edilen Özel Yetkili Mahkemeler'in görev algısı ve uygulamalarıyla ilgili. Mevcut yargı sürecinde üstesinden gelinemeyeceği düşünülen bazı davaların görülmesi amacıyla oluşturulan bu "Özel Yetkili Mahkemeler" bir süre sonra normal hukuk sınırlarını aşmaya başlayınca, yeni bir girişim daha gerekli oldu. Bazı savcı ve yargıçların özel yetkinin amacıyla bağdaşmayan yetki yorumu ve istimali sonucunda, söz konusu mahkemelerin zararlı da olabileceği anlaşıldı, hatta kapatılması gündeme geldi. Bazı şeyler ancak uygulama sırasında kendini gösteriyor. Hükümet de sözü edilen ÖYM konusunda bir anlamda yanıldığını fark etti. Bunlar siyasette olağan şeylerdir. Devlet yönetimi için halk iradesiyle yetkilendirilmiş bir siyasî kadronun aslî görevi, toplumun tespit edilmiş sorunlarına çözümler getirerek, vatandaşa hizmet etmektir. Bunu da meşru iktidar süresi içerisinde yapmak durumundadır. Mümkün olan siyaset ve çözüm yollarını tecrübe ederek.
Gelelim ikinci örneğe. Bu birincisi kadar masum ve meşru değil. Çünkü devlet bürokrasisi ve hukuk sistemi içerisinde belirli bir anlayış ya da bir grup adına kendilerini yetkili kabul eden bazı yargı ve emniyet mensuplarının denetimsiz tasarrufları olarak karşımıza çıkıyor. Burada iki türlü tehlike söz konusu: bir yandan bu denetimsiz müdahaleler devlet mekanizmasının işleyişine zarar verip anarşik bir yapıya sebep olurken, bir yandan da haksızlık ve eşitliksizlik yüzünden toplumda kargaşa ve kutuplaşmaya yol açıyor.
Bu noktada sorunu yalnızca bir cemaat-hükümet krizi olarak görmek yeterli ve isabetli olmaz. Mesele Başbakan Erdoğan ile Fetullah Gülen (ya da iki taraf) arasındaki iletişim üslubunun niteliğinden daha ötelere uzanıyor. Kimin, ne zaman dünya yüklerini mümkün olduğunca sırtından atarak huzuru araması, kimin de devletin bekası ve itibarı için adaletli ve kudretli olması gerektiği konusunda samimi bir soru yöneltelim kendimize. Kanunî'nin yukarıda değinilen sözlerini de anımsayarak…
Yorumlar1