Ay ışığının çatlattığı sandallar ve insanın yolu

  • GİRİŞ17.02.2011 07:09
  • GÜNCELLEME17.02.2011 07:09

    Ay ışığının çatlattığı sandalların kendisini hedefe ulaştıramayacağını söyleyen genç adam, o sandallara binmeyi reddeder. Batı Avrupa’da geçen öğrencilik yıllarından sonra döndüğü ülkesinde görür ki, hayatın her alanında insanların her türlüsünde (evet, insanların her türlüsünde, ama neyse ki tamamında değil ) ay ışığının çatlattığı sandallara rağbet var… Ay ışığının çatlattığı sandallar sulandırıyor en değerli taşınanı. Bu sandalların izlediği yol sarsıyor, engelliyor insanı. İnsanın yeryüzündeki vesayet ödevini, bilincini, aklını…  

    Acaba başka yol var mı?

    Yol nerede?

    Aslında, yol her yerde… Ve, bir yerde. “Aklın yolu birdir”, denilmiştir. Epiktetos’un ifade ettiği gibi, insan aklını korumalı ki, akıl da insanı korusun. Bu anlamda aklın yolu bir olabilir: İnsanın varoluşu ve varlığı anlayıp kavramada aklın izlemesi gereken yol/yöntem açısından bakıldığında, söz konusu bir’lik, hakikat ile münasebeti ölçüsünde işe yarar ve önemli olur ancak. Akıl yolunun felsefesi, dayandığı mantık ve temel amaç bir olabilir her yerde; ama tutulan yolun, araç ve içerikle bağlantısı nispetinde, birden fazla olması doğaldır.

      Varlık âlemindeki ilişkilerin ve sebep-sonuç etkileşiminin evren ve biyosfer ölçeğinde gözlemlenerek bazı çıkarsamalar yapılması, verilen söze bağlılık, açlık ve susuzluk gereksiniminin karşılanmasına yönelik meşru davranışlar, genel olarak, akıl yolunun felsefesine işaret eder. Ay ışığının çatlattığı sandallara binmeyi reddeden genç adamın tavrı ise koşulların gerekli kıldığı bir yol olabilir. Burada önemli olan, aklın yukarıda belirtilen temel amacı ile ilgili bir tercih ve davranışın gerçekleştirilmesidir. Belki bu tercihle bağlantılı olarak aranılması, sorgulanılması gereken esas husus; gidilen yolun ne derecede etkin ya da faydalı olduğudur. Bu, bir anlamda, içerik ve yöntem sorusudur.

    Akıl konusu

     Ama diğer yandan, içerik ve yöntem farklılığı şöyle dursun, Kant’ın o ünlü “Salt Aklın Eleştirisi-Die Kritik der reinen Vernunft”  adlı çalışmasını bile gölgede bırakacak halleri  tecrübe edinebilir insan. O zaman, hepten, “akıl nedir ki?” sorusu gündeme gelir. Örneğin Necip Fazıl’ın şu dizeleri bu konuda fikir verebilir bize:

      Bulunmaz bu halden anlayan ilim;
      Akıl yırtık çuval, sökük dağarcık.

      Aslında, çok yücelttiğimiz aklın böyle indirgemeci, ona noksanlık atfeden tanımını sadece şairler yapmıyor, birçok düşünür ve yazarda tanık oluyoruz bu türden akıl değerlendirmelerine. İnsanın dünyadaki varlığı ve doğa ile ilişkisini özgün çalışmalarıyla inceleyen profesör Ervin Laszlo[1], aklın insana verilmiş tehlikeli bir armağan olduğunu ileri sürer. Ona göre, aklın tehlikesinden kurtulup onu varoluş mücadelesinde bir strateji olarak devreye sokmak da mümkün; bu ise sorumluluk bilinci ve bütüncül düşünme yoluyla gerçekleşebilir. Laszlo bu çerçevede bilim, sanat, din ve eğitim arasında bir bağlantı tesis edilmesi gerektiğini düşünür ve bunu “holistik ittifak” olarak adlandırır.

     Aklın insanı yanıltmaması için onun dengeli beslenmesi gerekir. Bu satırların yazarı bir başka yerde bu anlamda bir   “yürekli akıldan bahsetmişti.[2] Aklın muhtemel hallerine, insan aklının diğer canlılarda da bulunan akıl ve zekadan farklılığına değindiğimiz o yazıdaki yürekli akıl; insandaki ben-bilincinin egoist enaniyet temelinde değil, farkında olma/şuurluluk ve kendini bilme anlamında bir dönüşüm marifetiyle eşya ve olaylar karşısında hakkaniyete uygun tavır almasını sağlar.  İnsan, yanılmaya da gerçeği görmeye de uygun bir fıtrat üzeredir. Akıl yoluyla yapar her ikisini de.  Burada, duruma göre, maddî, mecazî varlığa takılan ferasetsiz akıl ya da varlığın esasını kavrayabilen yürekli akıl etkili olur.

      Akıl konusunda yukarıda değinilen istisnai yönler ve tanımlar, bilgi ve algılamaya bağlı durumlar olarak kabul edilebilir. Bu da ayrı bir gerçekliktir.

     Biz tekrar baştaki konuya dönecek olursak, şunu söyleyebiliriz: Ay ışığının çatlattığı sandal metaforu (istiare), varlık sürecinde aklın dayandığı belirli bir mantığı yansıtırken; genç adamın söz konusu sandalla ilgili davranışı bireysel bir tercihe, dolayısıyla da bir yola işaret ediyor. Öyleyse, ay ışığının çatlattığı sandalların her zaman, her yerde bulunması mümkündür. Kimi yerde bu sandallara binmeyi reddedebilir insan; bazen de onları onarmayı, dönüştürmeyi ister. Bunu bir görev bilir.

    Sevgi ve aşk konusu

    Eğer konu sevgi ise ve bir temiz aşk felsefesi ise savunulan, ay ışığının çatlattığı sandallara binmeyen genç adam şöyle hitap edebilir karşısındakine:

   Göğünde çınlayan koşullarım/ can yelekleridir sana yolunda./ Bir keşif yolculuğunu yeşiline okyanusun/ ve sevgisini kalbimin derinlerde/ yetiremezler sandallar/ ay ışığının çatlattığı…

   Karşımda duruyorsun bir ilkbahar fırtınası titretirken kalbini/ tanımla diyorsun bana aşkı/ “yalın sözcüklerle değil ama”…/  Kırık bir sesle yanıtım/uğulduyor kulaklarında: /bak, her şeyi tek tonda/ renklendirirken sanatçılar/ ve sen aşkı sorarken benden/ işte bu düz perdede öyle/ yansıtamam aşkımı ben. /Seni sevdiğimi sandım uzaktan/ yanında olunca yalan söyleyemem/ben/yanında değilim./ Seni arıyorum/ gözlerimi yakarken ateşi/ gözlerinin…

   Bir keşif yolculuğunu yeşiline okyanusun/ ve sevginin yerine konulduğunda aşkı/ yetiremezler sandallar/ ay ışığının çatlattığı…

      Ay ışığının çatlattığı sandallara binmeyen adam, kendi yurdunda görür ki bir de aldatıcı kazançlar, sahte kârlar peşinde insanlar vardır…

     Hırsa yenik düşme ve kabul görme yanılsama

     Göz doldursun diye bin sayfaya

     cetvelle ölçülerek imal edilmiş

     hikmetsiz, sorgusuz

     yalan kitaplar vardır…

    Aceleye değer mi demeden/ acele menfaatle düşkün/ ben ben heyulasında/ ruha eza hiçliğinde/ birbirini yücelten,/ hesaplı faturalarla/ günah toplayıcılar,/ alanlar satanlar, / yüzlerini çoğaltanlar vardır…[3]

   Oysa bu kültürün köklerinde, “güç/kudret” ya da “kabul görme” bağlamında, muarızı sadece imha edici ve etkisizleştirici yöntemler değil, aynı zamanda dengeleyici ve ıslah edici rolüyle “erdem” ve “maharet” de gücün tamamlayıcı unsurları olarak yer almak zorundaydı. Dede Korkut hikâyelerinde, Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig kitabında ve daha başka birçok kuramsal öğreti ve uygulamada bunun (“yumuşak güç”?) gerekli olduğu belirtilmektedir. Amerikalı profesör Joseph S. Nye tarafından 2004 yılında yayımlanan kitabın[4] adını oluşturan “Yumuşak Güç- Soft Power”,  kavram olarak değilse de, özü itibariyle iyi yönetişim ve iletişim anlamında, yedinci yüzyılda şekillenmeye başlayan İslam öğretisinde, 10. ve 11. yüzyıldan itibaren ise örneğin Dede Korkut hikâyeleri ve Has Hacip önermelerinde belirgin biçimde vurgulanmaktadır. Ne var ki, mensubu olduğumuz kültür çevresindeki bu düşünsel kaynaktan yeterince beslenemediğiz için, her işimizde mutlaka Batı çıkışlı referanslar arıyoruz.

     Bunu öylesine ileri noktalara götürmüş durumdayız ki, sevgiliye sevginin sunulmasını bile aynı referansla yapmaya çalışıyoruz. Katolik Kilisesi tarafından kendi inanç değerleri uğrunda Hıristiyanlığa hizmet ederken öldürülmüş (şehit) kabul edilen Aziz Valentine adında bir papazın ölüm yıldönümü olan 14 Şubatın Türkiye’de Sevgililer Günü olarak kutlanılması bunu göstermez mi? Gerçekte ise burada bir yanılsama söz konusudur. Sadece tarihsel hadiseye ve kullanılan kavrama bakmak bile bu yanılsamayı görmeye yeter. Niçin 14 Şubat Batıda “Sevgililer Günü” değil de Aziz Valentine Günü olarak anılıyor? Bu sorunun yanıtı üzerinde iyi düşünmek zorundayız. Amaç yalnızca ekonomi kültür temelli bir tüketimin teşvik edilmesi mi, yoksa bireysel inanç ve sosyal bilinç üzerinden, Batılı kalıplara uygun düşecek tarzda, değer değişimini gerçekleştirmek mi? Bu güne Türkiye’de Batı ülkelerinde olduğu gibi Aziz Valentine Günü denilmemesinin sebebi nedir? Müslüman mahallesinde salyangoz satılmayacağından dolayı mı Aziz Valentine Günü burada “Sevgililer Günü” olarak değiştirilmiştir?

    Esasında, bahsedilen konuda tarihsel ve kültürel gerçekliğin tahrifi ile karşılaşmaktayız. 14 Şubatın sevgililer günü olarak kutlanılması da, ay ışığının çatlattığı sandalla denizde gezinmenin bir başka örneğidir. Ama bu, sevmenin, sevgiliyi anmanın eleştirisi olarak görülmemeli, aksine, kalbin sevme hasletinin 14 Şubat-Aziz Valentine  örneğinde zaman ve genel temsil özelliği bulunmayan bir olay/şahıs ile sınırlandırılmasına karşı bir itiraz olarak değerlendirilmelidir.

   Yüzler değil, gönüller çoğaltılmalı

   Yalnız, 14 Şubat  2011 müstesnâ bir gündür.. Bu günün insanlık için ne anlama geldiğinin idrak edilmesini umarak, temenni edelim ki, insanlar yüzlerini çoğaltmak yerine, yürekli akıl marifetiyle gönüllerini çoğaltıp genişletsin. O zaman söz daha kolay ulaşır yerine. Her ne alış veriş olursa olsun, veren de kârlı çıkar, alan da.

    Ve her şeyden önemlisi,  güzel sözlerin de ötesinde, “En Sevgili”nin sevdiklerini sevip güzel ahlâk edinerek, ilk söze sadakat  yolunu seçebilmek…Öyle yaşayabilmek… Ölmeyi ve dirilmeyi… ve bitimsiz hayatı bilmek.

    Not: Efendim,  Haber 7’nin saygıdeğer okurlarını bu vesileyle selâmlıyorum. Allah’tan bir mâni olmazsa, bundan sonra haftada bir gün beraber olacağız. Başlangıç sözünü uzattık, belki. Başlangıçlar zordur… Sözün kısa ve özlüsünün makbul olacağını, bununla beraber, üstlenilen işin hakkını verme yükümlülüğünü de düşünerek, bismillah deyip başlamış olalım. İ.S.C.


[1] Ervin Laszlo, Evrensel Düşünmek. Küçülen Dünyanın Yeniden Biçimlenişi, çeviren ve sunan İbrahim S. Canbolat, 3. baskı, Nobel Yayınları, Ankara, 2004.

[2] İbrahim S.Canbolat, ‘Yürekli Akıl’ın Evrenselliği, http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/126/%E2%80%98yurekli-akilin-evrenselligi.aspx

[3] Daha fazlası için bkz. İbrahim Serhat Canbolat, Dünyanın Poetik Dili. Kültürlerarası Şiir, 3. baskı, Alfa Aktüel, 2009.

[4] Joseph S. Nye, Soft Power: The Means to Success in World Politics, 2004. 

İbrahim S. Canbolat
icanbol@hotmail.com

Yorumlar8

  • mehmet 14 yıl önce Şikayet Et
    Nizipli. İyi günler... &8220En Sevgili&8221nin sevdiklerini sevip güzel ahlâk edinerek, ilk söze sadakat yolunu seçebilmek&8230Öyle yaşayabilmek&8230 Ölmeyi ve dirilmeyi&8230 ve bitimsiz hayatı bilmek. Sözlerinize en içten yürekle katılıyor. Herşey gönlünüzce olsun... Başarılar diliyorum...
    Cevapla
  • Kamil 14 yıl önce Şikayet Et
    hoşgeldiniz hocam. felsefe aslında ilgimi çeken bir konu ama ben olaylara lodoslamayı daha çok seviyorum,karşımdaki acaba ne demek istedi diye düşünecek ya zamanım yada sizin de anlattığınız bir akla sahip değilim,öyleyse niye yazdın diyorsanız kızmayın canım ben de hocamıza bir hoş geldin demek istedim -:))
    Cevapla
  • kenan elli 14 yıl önce Şikayet Et
    farkındalık yaratan bir yazı. okuyucuyu sürükleyici bir roman iklimine sokan, devamında, felsefi, inanç-itikat süzgecinden geçirerek edebiyat kokan, insanı kuşatan, okuyucuya yeni birşeyler kazandıran, benzerlerine kıyasla farkındalık yaratan güzel bir yazı. okuyucu nezdinde güçlü taraf bulacak bir kalem. hoşgeldiniz hocam.
    Cevapla
  • NİRVANA 14 yıl önce Şikayet Et
    Aklımızın ihanetine uğradık.. Dünyadaki varoluş gayesini unutan insan, oluşturduğu ve karşılaştığı her sorunu aklıyla çözebileceğini umarak aslında aklı tarafından kurulan tuzaklara-kapanlara yakalanıyor. Narsistleşmiş benliklerimiz hiçlikten geldiğini göz ardı edip kendisini mükemmel ve olağanüstü güçlü zannedip şişirince en ufak bir tökezlemede darmadağın olup parçalanıyor. Tehlikeli bir araç olan aklın kendi acziyetini kabul edip, yaratıcıyla olan bağlantısını düşünmeye başlaması kişinin yücelmesini sağlıyor.
    Cevapla
  • Abdullah Oğul 14 yıl önce Şikayet Et
    Tebrikler. Yazara katılmamak elde mi? Belli ki yazar da bir şeyler görmüş geçirmiş ve ona dayanarak bu eseri kaleme almış.Bu arada yazıya siyasi bir yorum yazmak da saçma olur kanımca.Bir daha ki yazınızı büyük bir arzuyla bekliyoruz.Saygılar
    Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat