Ortadoğu ve Afrika da Türkiye’nin içişleri
- GİRİŞ25.08.2011 09:29
- GÜNCELLEME25.08.2011 09:29
Başbakan Erdoğan’ın “Suriye Türkiye’nin içişleridir” sözü hukûken tabii ki doğru değil, ama diğer yandan başka bir gerçekliğe işaret ediyor. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Sovyetler Birliği’nin dağılması ve küresel iletişimin/etkileşimin gelişmesiyle beraber dünyanın iki kutuplu yapıdan çıkarak, henüz tam olarak tanımlanamayan yeni bir ilişkiler düzenine doğru bir dönüşüm sürecine girmesi, bir “dünya iç politikası”ndan söz edilmesine sebep olmuştur. Önce Alman terminolojisinde Weltinnenpolitik kavramıyla gündeme gelen bu küçülen dünya vurgusu, İngilizcede worldwide internal policy şeklinde ifade edilmiştir.
Dünya iç politikası, bir mecburiyetin ve tehdit algılamasının doğurduğu bir yeniliktir. Doğu ve Batı blokları birer mıknatıs gibi düşünüldüğünde, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla kutupların çekim alanlarındaki dengenin bozulduğu görülecektir. Sosyalist modelin çekim alanına giren bölgelerde birçok ülkenin ya da ekonomik-siyasî yapının, ya serbest radikaller gibi ortaya çıktığı ve tehdit oluşturduğu ya da diğer kutbun çekim alanına girdiği gözlemlenmiştir. 1990’lardan itibaren NATO’nun görev alanı ve teşkilat yapısıyla ilgili strateji değişikliği, “siyasal İslam”ın yeni dönemde tehdit tanımlaması içerisinde yer alması, bu kapsamda anılabilir.
Buradan şunu anlıyoruz ki, dünya iç politikası, özellikle Batı dünyasında, güvenlik bağlamında gündeme gelmektedir. Batı, yukarıda dile getirdiğimiz belirsizlik ve tehdidin kendisine zarar verme olasılığından dolayı bir dünya iç politikası geliştirme amacındadır. Burada, küresel ölçekte bir beşerî sorumluluk bilinciyle, zor durumda olan dünyanın öteki sakinlerini de korumaya yönelik bir iç politika değil, küresel tehlikeden korunmaya yönelik bir ulusal-küresel politika söz konusudur.
Dünya iç politikasında Türkiye
Başbakan Erdoğan’ın yukarıda bahsettiğimiz dünya iç politikası çerçevesinde değerlendirilebilecek sözleri ve yaklaşımı Batı’nınkinden farklıdır. Burada öncelikle bir insanî duyarlık söz konusudur. Aynı zamanda Türkiye’nin tarihî, kültürel ve siyasî konumuyla da uyumlu bir siyasettir bu. Konuya bu açıdan baktığımızda, sadece Suriye’nin değil, Somali’nin, Libya’nın, hatta tüm Afrika’nın da Türkiye’nin içişleri olduğunu söyleyebiliriz. Son zamanlarda bölgede tanık olduğumuz hadiseler de teyid ediyor bunu.
Doğu Afrika’daki açlık ve sefalet karşısında Batı’nın duyarsızlığıyla, Türkiye’nin devlet ve sivil toplum kuruluşları olarak ortaya koyduğu sahiplenme ve yardım/koruma çabası (siyaseti), dünya iç politikasından kimlerin neyi anladığını açık bir biçimde gösteriyor.
Türkiye’nin gerek Suriye’de gerekse diğer kriz bölgelerinde insanî ve sosyal nitelikli sorunlara müdahale edecek bir iradeyle dünyaya sesini duyurması, ondan beklenen bir davranıştır bugün. Kutup mıknatıslarından birinin yerinden kalktığı Soğuk Savaş sonrası dünyada, çeşitli bölgelerde yeni aktörlerin varlık göstermeye başlaması, söz konusu beklentiye daha sağlam bir zemin hazırlamıştır. Şimdilerde bu ağırlıklı olarak ve apaçık biçimde Ortadoğu, Afrika ve Balkanlar bölgelerinde görülüyor. Orta Asya ve Kafkasya için de aynısı geçerlidir.
Hiç kimse Türkiye’nin Somali’deki insanlık faciasına çözüm amacıyla bu ülke içerisinde üstlendiği çok boyutlu işleri devletler hukûku açısından ilgili ülkenin içişlerine karışma anlamında değerlendirmez. Bu, her şeyden önce, teorik olarak bugünkü dünya koşullarında meşru değerler sistemine aykırı düşmeyecek insanî, ekonomik ve siyasî müdahaleyle şekillenen bir dünya iç politikası sayılır. İkinci olarak ise (ki ayırt edici olan budur), Batı’nın izlediği politikadan farklı olarak, mazlumdan ve mağdur olandan yana bir işlevsellik vardır bu türden bir dünya iç politikasında.
Bu anlamda olmak üzere, Türkiye’nin çevresindeki sorunları kendi içişleri sayması, ona yönelik beklentinin de bir gereğidir. Bu, aynı zamanda, büyük devlet olmanın da şartıdır.
Bireysel duyarlıktan devlet müdahalesine
Siz bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı düşünün ki, Afrika’daki açlık ve perişanlık karşısında yapabilecekleri ancak bireysel bir duyarlık göstermekle sınırlıydı dün. Ama şimdi o kişi ve milyonlarca başka kişiler devletlerinin öncülüğü ve desteği eşliğinde o aç ve perişan insanlar için faydalı işler üstlenebiliyor. Yerinde sorun tespitinde bulunup uygun çözümler üretilebiliyorsa, sınır ötesindeki böylesi içişlerini genişletmekte yarar var.
Suriye’deki insanların devlet katliamına maruz kalmaları, Türkiye’nin sessizce geçiştirebileceği bir durum değildir. En az iki bakımdan buna sessiz kalamaz Türkiye. Birincisi, kendi vatandaşlarıyla bu zulme uğrayan insanların çoğu akrabadır; ikincisi, yanı başındaki insan hakkı ihlâline karşı siyaset geliştirmek zorundadır.
Ama kendi sınırları içerisindeki ilişkiler itibariyle de, bu anlamda (insan haklarına riayet etme ve ettirmede) güçlü ve ikna edici olmak durumundadır. Toplum nezdinde ve uluslararası düzeyde devletin zafiyete düşmemesi, düşürülmemesi gerekir. Bunun en somut ve test edilebilir örneğini Kürt meselesinde görmek mümkün. Bu konu, doğrudan veya dolaylı taraf olanlar açısından da bakıldığında, ne yazık ki daha uzun süre Türkiye gündemini işgal edecek bir özelliğe sahip. Ergenekon davası ya da siyasî Kürtçülük gibi sebeplerle içeriden, muhtelif uluslararası güçlerin çıkar hesapları yüzünden dışarıdan devreye girecek yanıltıcı ve bozguncu politikalar; Kürt meselesinin kendi gerçekliğine uygun olarak kavranılmasını geciktirmekte, böylece siyasetin ve kamuoyu tercihinin de çözüm yerine çözümsüzlüğe doğru kaymasına yol açmaktadır.
Yerinde kullanılacak askerî güç
Türkiye’de gelenekselleşmiş asker-sivil ilişkisindeki garabet de buna dâhildir. Terörün önlenmesinde askerî güç yegâne faktör olmasa bile, son zamanlardaki terörist baskın ve saldırılarda verilen şehit sayısının sürekli artması, terör örgütünün Kürt vatandaşlar üzerinde baskı kurarak sokak eylemlerine kalkışır hâle gelmesi de gösteriyor ki, siyasî-ekonomik ve sosyokültürel önlemlerin yanı sıra, gerektiğinde caydırıcı ve durdurucu nitelikte askerî araçların da kullanılması şarttır. Burada askerî zafiyet, sonuçta devletin zafiyetinden sorumlu olacaktır. Bu anlamda askerî kanatta da bir özeleştiri yapma zamanı gelmiştir.
Türkiye’nin, Kaddafi sonrası Libya siyasetinin hem yerli halkın hem de Türkiye’nin çıkarlarına uygun bir zeminde oluşmasına katkıda bulunması da, içerideki istikrara bağlıdır. Başka bir deyişle, Türkiye, mevcut uluslararası toplumun bir gerçekliği olan dünya iç politikasında kendi tarihî ve güncel misyonuna uygun bir tarzda söz sahibi olmak için hem evin içini temiz tutmak hem de devleti ve milletiyle güçlü olmak zorundadır. Bu bakımdan, sadece Suriye değil, tüm Ortadoğu ve Afrika da Türkiye’nin içişlerine girer.
Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat - Haber 7
icanbol@hotmail.com
Yorumlar4