Faydalı bir hastalık

  • GİRİŞ06.10.2011 09:04
  • GÜNCELLEME06.10.2011 09:04

Belki de yanıldığımızı düşünüyorsunuz başlığı görünce… Aslında, hastalığa iyi gelebilecek çok faydalı bir şeyden söz etmek istediğimizi tahmin ediyor olabilirsiniz. Hayır, eğer öyle düşünüyorsanız, gayet mantıklı bir yolda olsanız bile, yanılan sizsiniz değerli okurlar; bu yazıda,  faydalı bir hastalıktan bahsedeceğim.

Şimdi iki soru gelebilir akla: Birincisi, faydalı bir hastalığın olup olmayacağına dair ilkesel bir sorudur. İkincisi ise bu hastalığın ne olduğu ve nasıl ortaya çıktığıyla ilgilidir. Her ikisi de anlamlıdır.

Bilinç, düşünce, acı hissi

Biz, ikinci sorudan yola çıkarak, bu konuya nereden geldiğimizi açıklamaya çalışalım. Zülfi Livaneli’nin, Vatan’da (01.10.2011) “Şiir bilinçtir, bilinç ise hastalık” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Livaneli, bu yazıda, şiir ile felsefe arasındaki bağa değiniyor, şiirin düşünceden beslendiğini ifade ediyor. İsabetli bir tespit bu. (Biz de daha önce, şiirin ancak şuurla, farkında olmakla meydana gelen bir düşünsel etkinlik olduğuna değinmiştik.) Ayrıca, Dostoyevski’nin “bilinç, hastalıktır” sözüne atıfta bulunarak, şiir-bilinç-hastalık üçlüsünde düşünceye gönderme yapıyor Livaneli.

Dostoyevski’nin, “bilinç, hastalıktır” demesi, acaba ne anlama gelir? Bunu, sözü söyleyenin hayat koşulları çerçevesinde değerlendirmek daha yararlı olur. Evet, Dostoyevski gibi bir düşünür ve yazarda var olan bilinç (şuur), onun gerçeklerle yüz yüze gelmesine sebep olmuş, bu ise çoğu zaman yazarın başına dert açmıştır. Sibirya’ya sürgünlük, uzun yıllar kürek cezasına mahkûmiyet, idamdan son anda (afla)  kurtuluş, Dostoyevski’nin bilinç dünyanın doğurduğu tercihlerin sonuçlarıdır.  

Yeraltından Notlar kitabında, Dostoyevski, hayatta tanık olunan şeyleri tam anlamıyla algılamanın bir hastalık olduğunu belirtir. Bu ne demektir?

Konuyu, dönemin geçerli değer yargıları çerçevesinde açıklayabiliriz. Genel olarak, 19. yüzyıl insanının, özellikle de aydınının içinde bulunduğu çelişkiler… Bireysel ve toplumsal itibar kriterinin eğretiliği… Fıtraten “sevgiye lâyık olan kadının, bedeni satılan bir varlık olarak görülmesi”… Fikir ve ilkeler yerine, konjonktürel trentlerin/kabullerin revaçta olması… Ve bütün bunların duyarlı yazar tarafından algılanıp fark edilmesi…

İşte bu, acı verici bir durumdur Dostoyevski için. Bir hastalık gibi sarsıcıdır. Ama söz konusu acı, aynı zamanda, onun hayatını anlamlı kılmaktadır.  Ayrıca şu da sorulabilir: Dostoyevski’nin bu acı çekmesi olmasaydı, Suç ve Ceza gibi eserler ortaya çıkar mıydı acaba?

Demek ki, acı ve hastalık, faydalı da olabiliyor. Bunu, aynı zamanda, yukarıda dile getirdiğimiz,  faydalı bir hastalığın olup olmayacağı sorusuna yanıt olarak düşünebiliriz.

Burada bizi ilgilendiren, işte böyle bir bilinç/şuur yoluyla insanın varlık gerçeğinin anlaşılması sonucunda karşılaşılan durumdur. Bu, “başıboşluğa” ve  “gevezeliğe” yer bırakmayan bir durumdur. İnsana acı verir, bir hastalık gibi.

Şuursuz insanın acısı yoktur

Şuurunu kaybeden insan, acı duymaz. Ameliyat öncesinde insanın bayıltılması yani şuurun/bilincin devre dışı bırakılması, onun kesilen bedeninin acısını hissetmemesi içindir. Varlık âleminde insanın esas var oluş amacına uymayan bireysel ve toplumsal tercihler, davranışlar da, “her şeyi tam anlamıyla algılayan” kişiler üzerinde bir acı hissi yaratabilir. Sonra bu, acımaya dönüşür.  Acımak, merhamettendir. Yardımı, iyileştirme yönünde bir şeyler yapmayı gerektirir.

Ama bu kolay olmaz. Öyle ki, kimi zaman “merhametten maraz doğar”. Bilinçten acıya, acıdan hastalığa çıkan bir yoldur şuurlu insanın izlediği. Buradaki hastalık, tabii ki, mecazîdir.

Aşk bela’sı da ondandır. Fark etme yeteneği ondandır insanın. Kim, neyi, nasıl ve ne için söyler? Bunu ayırt etmek de ondandır. Özdemir Asaf’a atfedilen şu sözler, burada tam yerine oturur: Dost gerçekleri, düşman işine geleni, deli ağzına geleni, âşık ise içinden geçeni söylermiş.

Aşk bela’sında, tanımak vardır. Yok saymak değil, var kılmak ve doğrulamak (gerçeği kabullenmek, güzel olana tutulmak) vardır.

Gerçeği söyleyen (dost) ile, işine geleni söyleyen (düşman) arasında doğru bir ayırım yapmak da ancak şuur(lu insanın izlediği yol) sayesinde mümkündür. Ancak bu şuurla baktığı zaman anlar insan, göz alıcı giysilere bürünmüş bazı kişilerin “elbise giydirilmiş kütükler”den farksız olduğunu… Bunların insana hoş gelen sözlerinin anlamsızlığını…

Ve onların her sözü kendilerine karşı düşmanca söylenmiş sözler olarak algıladıklarını… Böylelerinden uzak durmak gerektiğini… İşte bunların hepsini insanın başına bela eden, bilinçtir.

O bela (!) sayesindedir ki, insan kendini bilmektedir. Haddini bildiği ölçüde, tüm varlıklar dünyasındaki konumunu ve sorumluluğunu bilmektedir. Yeryüzünde Yaratıcı vekili olduğunu kavraması; insana adalet duygusu kazandırdığı kadar, dünyadaki geçiciliğini de anımsatmaktadır.

Adalet duygusu, cesaret, sabır

Geçicilik (akıbet) bilinci ve adalet duygusu sayesinde insan, yeri geldiğinde, toplumsal ve siyasî kalıplara, geleneksel kabullere (değer yargılarına) karşı çıkarak, kurulu düzenlerin hışmına uğrayabilir.  İnsan dediysek, her insan değil, tabii ki. Güçlü bir bilince sahip insanı kastediyoruz. Ancak böyle insanlarda görülür o faydalı hastalık. Bağışıklık sistemi sağlam olan kişilerde. Diğerleri  kaldıramayabilir çünkü.

Bilinç, bir anlamda  farkında olma durumu olarak, cesareti ve sabrı da beraberinde getirir. Korkudan ve acelecilikten azade olan bilinçli insan; çevresine karşı kayıtsız değildir, duyarlıdır, ama cesaret ve sabırla donandığı için de tehlike ve tehditleri serinkanlılıkla karşılamayı bilir. Dengeli ve temkinlidir. Böylesi insanlarda, Ebu Müslim Horasanî’nin Emevîler’in yıkılış sebebi olarak gösterdiği ferasetsiz davranışlara yer yoktur.

Ebu Müslim Horasanî,  Emeviler’in çöküşünü şöyle açıklamıştı: “Onlar, zarar gelmeyeceğinden emin oldukları için dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Kazanmak ve kendilerine bağlamak için düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşman, dost olmadı. Ama uzaklaştırılan dost, düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince de yıkılmaları kaçınılmaz oldu”.

Zor günler, ”yanılgı günü”nü önler

Bilinç, insanın yukarıda dile getirilen hataya düşmesine mani olur. Zor günler bulunabilir bilinçli insanın hayatında. Ama en sonda bir “yanılgı günü” yaşamaktan iyidir bu.

İbrahim  S.  Canbolat / Haber 7
icanbol@hotmail.com

Yorumlar9

  • kenan elli 14 yıl önce Şikayet Et
    her şartta fayda sağlamak. Yazı içerik derinliği ve misyon anlamı ile, idrak ve tefekkür ufku açan kıymeti yüksek mesaj vermekte.
    Cevapla
  • İsmetlim 14 yıl önce Şikayet Et
    Her halükarda. hizmete devam etmek gerekir." Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez iânetten " "Namık Kemal'in Hürriyet kasidesinden"
    Cevapla
  • mermus 14 yıl önce Şikayet Et
    ''Bilinç, bir anlamda farkında olma durumu olarak, cesareti ve sabrı da. beraberinde getirir.'' Bazen de küstürür.Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten, Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten.
    Cevapla
  • mehmet nacar 14 yıl önce Şikayet Et
    KENDİNİ TANIMAK. Tasavvufi kaynaklarda Hadis olarak nakledilen bir sözde "Kendini bilen Rabbini bilir." buyrulmaktadır. Dolayısıyle insanın cesareti de,adaleti de hatta bilinci de kişinin kendini tanımasından ve Allah'a kulluk bilincine sahip olmasından gelmektedir.
    Cevapla
  • abdullah oğul 14 yıl önce Şikayet Et
    Teşekkür. Asıl olanın öbür dünya olduğunu bildiği halde bu dünyada başına gelen bir olumsuzluk o insanı gereğinden fazla etkilememeli aslında.Aksine diğer tarafı düşünmeye vesile olmalı.Böyle bir yazı da tam da bu bahsettiğim konuyla ilgili olmuş.Yazara teşekkür ediyorum.
    Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat