Yarı yolda kalanlar... Bir yüzsüz oyun
- GİRİŞ01.03.2012 08:41
- GÜNCELLEME01.03.2012 08:41
Yaşar Kemal’in roman kahramanı İnce Memed’in de o topraklarda geçti serüveni. Güneş yanığı yüzü ve nasırlı elleriyle orada verdi hayat mücadelesini. Yaşar Kemal bizzat kendisi de, bir türkü derleyebilmek için, köyü Hemite’den Osmaniye’nin dağ eteğindeki dış mahallesi Gebeli’ye defalarca yürüyerek gittiğini anlatmıştı bir söyleşide.
Bir değer üretimi içindi bunlar. Bir milletin/halkın varlığını sürdürmesi için neye gereksinim duyuluyorsa onun (değer) üretilmesi böyle oluyordu. Değerin üretilmiş olanı ise kültür demektir.
Değer evrensel/küresel düzeyde algılanabilir, daha soyut ve genel niteliklidir. Kültür, göreceli olarak yereldir ve belirli koşullar altında oluşup gelişir. Bu yüzden kültürler birbirinden farklılık gösterir. Aynı yörenin kültüründe ise bir doku benzeşmesi vardır. Havadır, sudur, toprak ve güneştir o dokuyu besleyen.
Çukurova toprağı; sadece pamuk, yerfıstığı, karpuz ve buğday üretimi için değil, bunları ve beşerî kültürü de içinde barındıran kendine özgü bir değer üretimi için gerekli zenginliğe sahiptir.
Aynı zamanda acı, ıstırap ve hasret de vardır bu topraklarda… Yoksulluk da vardır… Güneydoğu illerinden ekmek parası için tarlalarda, fabrikalarda çalışmaya gelen kadın ve erkekler, çocuklar belirli dönemlerde Çukurova’nın insan manzaralarını oluşturur. Bunlar da bir tür üretim yapar, en azından üretimin belirli bir aşamasında emek sarf ederler.
Yörenin Fransız işgalinden kurtuluşunun kutlandığı törenlerde her iki üretimin de varlığına tanık oluruz. Okul çağında iken Kurtuluş Bayramı törenlerinde her meslek mensubunun ( özellikle esnaf ve çiftçilerin) kendi ürünlerini sergileyerek devlet erkânını ve halkı selâmladıklarını ilgi ve heyecanla izlerdik.
Bir de bu törenlerin en fazla alkış toplayanı vardı. 7 Ocak’ta Osmaniye, 5 Ocak’ta Adana Kurtuluş Bayramını mutlaka O’nun şiirleri eşliğinde kutlardı. O, (şimdi Osmaniye’ye bağlı olan Kadirli’nin Avluk köyünden) Âşık Abdulvahap Kocaman adıyla tanınırdı. Törenlerde gür sesiyle okuduğu şiirler arasında biri vardı ki, dinleyenleri hem coşku ve duygu hem de tefekkür ve sorgulama dünyasına çekerdi.
“Vatanı nasıl kurtardık?” sorusunun yanıtı olan şiirde Abdulvahap Kocaman şöyle der:
İstiklâl Harbi'nde biz bu vatanı
Başı başa vere vere kurtardık,
İnanmazsan git konuştur atanı
Kara günler göre göre kurtardık.
Hiç unutma emeğini Ata'nın
Deden yok mu senin şehit yatanın
Bütün çevresine nurlu vatanın
Cesetten ağ öre öre kurtardık.
Türk kadını koştu kazma kürekle
Mermi çekti kucağında bebekle
Kara barut ile dolma tüfekle
Topa karşı dura dura kurtardık.
Devletlerle açılmıştı aramız
Döğüşmekten başka yoktu çaremiz
İlâçsız doktorsuz kendi yaramız
Gömlek yırtıp sara sara kurtardık.
Pes etmedik devletlerin birine
Nöbet tuttuk subayından erine
Top, tüfek, mermi ve süngü yerine
Değneğinen vura vura kurtardık.
Sırrımızı yad ellere açmadık
Candan geçtik yurdumuzdan geçmedik
Kurşundan, süngüden dönüp kaçmadık
Göğsümüzü gere gere kurtardık…
28 Şubat’ın yıldönümü olan şu günlerde; yukarıdaki şiirde çizilen yakın tarihin fotoğrafını hafızamızda canlandırarak, orada dile getirilenleri düşündüğümüzde ülkenin (bu konjonktürde) kimler tarafından ve ne için kurtarılmak istendiği hakkında nasıl bir fikir edinebiliyoruz?
Kurtarmak? Kimden, neyi?..
Yoksa bu bir talan etme miydi? Kurgulanmış irtica tehdidi arkasında ülkenin ekonomik varlığının talan edilmesi… Bu nasıl bir kültür yozlaşmasıdır?! 28 Şubat döneminde olanların yeterince yazılıp konuşulduğunu ve bilindiğini varsayarak, burada tekrar anlatmak istemiyorum. Yalnızca, bir karşılaştırma yapmak ve yeniden düşünmeye çağırmaktır amacımız.
Bir yüzsüz oyun
“Kara günler”, bu ülkenin, bu milletin yabancısı olduğu bir durum değildir. İstiklâl Harbi’nde yaşanılan kara günler ile 28 Şubat’ın getirdiği kara günler arasında fark var. Hem de nitelik farkı. Birinde Yabancı/düşman işgali, diğerinde yabancının da emellerine âlet olmuş bir zihniyet ve kindarlığın sergilediği yüzsüz oyun.
Öncekinde vatanın ve dünyanın içinde bulunduğu koşullar belli, onunla mücadele yolu ve yöntemi de buna uygun. Ne yapacaksan yaparsın. Hem de “başı başa vere vere”, dayanışma ve danışma yoluyla ulaşırsın kurtuluşa. Vatanın sırrını “yad ellere” açmadan… Seni düşman bilenlerle gerektiğinde can pahasına savaşarak…
Uluslararası emperyalist irade
Ama bu sonraki öyle değil. Burada hem ulusal hem de uluslararası, hatta emperyalist bir müdahale söz konusudur. Türkiye’de 1996’da Prof. Necmettin Erbakan’ın başkanlığında kurulan Refah-Yol hükümeti içerideki bazı muhalif ve tertipçi çevrelerden çok, kökleri muhtelif merkezlerde olan uluslararası emperyalist irade tarafından sakıncalı bulunmuştur. İçeride ülke kaynaklarının etkin kullanımı, ekonomik ve mali önlemler… Uluslararası düzeyde sömürü yerine eşit koşullarda işbirliği öngören, sekiz gelişmekte olan ülkeyle D-8 adı altında geliştirilen proje... Ayrıca, İslam ülkeleri arasında ekonomik, ticarî, siyasî ve askerî işbirliğinin oluşturulmasına yönelik söylemler… İşte bütün bunlar Erbakan’ın başbakanlığını uluslararası sistemin patronları açısından sakıncalı kılıyordu.
Uygulamada yerel figürlerin kullanılması doğaldır. Bunlar ülkenin o anki cumhurbaşkanı da olabilir, parlamento üyeleri ya da çeşitli devlet kurumlarının temsilcileri de. Nitekim öyle olmuştur.
Yalnız, meselenin bir diğer boyutu var. Devrin hükümetinin devrilmesini, bunun bir askerî darbe yoluyla da olsa gerçekleşmesini isteyenlerin bir kısmı bunun Türkiye’nin yararına olacağına inandığı için böyle bir ideolojik ve siyasî tercihte bulunurken; bazıları da bu fırsat ortamında kişisel düzeyde dünyalık menfaat elde etmek amacıyla parlamentoda saf değiştirmiştir. Bu iki tutumu birbirinden ayırt etmek gerektiğine inanıyoruz. Çünkü birinde kendince samimi bir inanç ve tercih, ötekinde ise küçük bir ikbal uğruna bireysel çıkarın ülke çıkarının üstünde tutulması söz konusu olmaktadır.
Ama her halükârda ülkenin beşerî ve maddî kaynaklarının tırpanlanmasıyla sonuçlanmıştır bu müdahale. Türkiye’nin yaşadığı 2001 krizinde kimlerin hangi menfaatleri elde ettiği, ülkenin ekonomik ve insanî bakımdan neler kaybettiği iyi düşünülmelidir.
O dönemde Başbakana yönelik küfürlü sözleriyle gündeme gelen bir saygısız ve edep yoksunu general bile askerin irtica ile meşgul olurken birilerinin “malı götürdüğünü” söyleyebilmektedir. İrtica haberlerinin ise aslında birer kurmaca olduğu anlaşılmıştır. Bugün bazı gazeteciler de (örneğin Can Ataklı) 28 Şubat sürecinde özellikle büyük gazete ve televizyonların bu konuda yaptığı haberlerin yüzde doksanının yalan olduğunu söylemektedir.
Belki de bu haberlerin yapımında, gazeteci Mehmet Ali Birand’ın bir anlamda itiraf olarak dile getirdiği husus etkili olmuştur. Şöyle demişti Birand: “Bizim için, öncelik demokrasi veya parlamento değildi. Bizler böyle yetiştirildik. Genlerimize, belki de farkına varmadan darbecilik işlendi. Komutanların üstünlüğünü sorgusuz kabul ederdik”.
Aydınlanmamış “Aydınlar”
Bu bir davranış kalıbı ve alışkanlıktır. Birand için artık geride kalmıştır belki. Ama şair Ataol Behramoğlu için o alışkanlık hâlâ devam etmektedir. Ona kalırsa, yanlış yönde ilerleyen toplumu hizaya getirecek yegâne araç askerî darbe olacaktır. Bakacakmış, görecekmiş, ülke nereye doğru ilerliyor… Toplumun uyarılması lazımmış.
Kendileri aydınlanmamış “Aydınlar” bunlar… Değer üretiminden yoksun… 28 Şubat Süreci’nin destekçileri… Yarı yolda kalanlar.
İbrahim S.Canbolat / Haber 7
icanbol@hotmail.com
Twitter.com/icanbol
Yorumlar5