Başbakan Erdoğan kendisiyle mi çatışıyor?
- GİRİŞ07.06.2012 09:28
- GÜNCELLEME07.06.2012 09:28
Lagendijk, Başbakan Erdoğan’ın “kendi elleriyle yarattığı yeni Türkiye’deki kaçınılmaz gerçeklikleri”[1], son zamanlarda tartışma konusu olan (kürtaj, sezaryen konulu) sert konuşmalarıyla, değiştiremeyeceğini savunuyor.
Şimdi, kamuoyuna duyurulan böyle bir gözlem ve kanaatten sonra, biz de meseleyi iki farklı yaklaşım ışığında incelemek istiyoruz. Birincisi, konuyla ilgili söylenilenlerin nüfus ve gelişmişlik ilişkisi bağlamında değerlendirilmesine yöneliktir. İkinci yaklaşımda ise, psikolojideki ”öğrenilmiş çaresizlik” kuramına da değinilerek, bireysel ve toplumsal önyargılardan kurtulmanın zorluğu, ama bunun aşılması gerektiği, Türkiye örneğinde ele alınacaktır.
Birincisinden başlayalım. Lagendijk, toplumlarda ekonomik gelişmenin artışıyla birlikte ailelerin çocuk sayısının düştüğüne göndermede bulunarak, bunun doğal bir sonuç olduğunu kabul edip Başbakan Erdoğan’ın “ en az üç çocuk” çağrısının da, Türkiye ekonomik yönden geliştikçe, anlamını yitireceğini düşünüyor.
Çocuğun sosyal güvence olması
Eğitimli ve varlıklı ailelerde daha az çocuk görülürken, yoksul kırsal kesim aileleri çok çocukludur, bu genel olarak görülen bir gerçeklik. Bunda sadece geleneğin değil, ülkenin ekonomik ve sosyal gelişmişlik/azgelişmişlik durumunun önemli payı var. İşsiz ve sosyal güvencesiz bir baba, içinde bulunduğu koşullarda, özellikle bir oğlan çocuğunu ileride ailesi için destek unsuru olarak görebilir. Eğer devletin sosyal sigorta sistemi yok ise, olsa bile işsizler bundan yararlanamıyorsa, bunların hastalık ve yaşlılık durumunda tek umudu çocuk (mümkünse çok çocuk) oluyor. Mütevazı koşullarda büyüyen çocuklar bazı basit kazanç yolları da bulabiliyor aileleri için. Her yerde görülüyor bunlar.
Ama eğer bu azgelişmişlik manzarası ortadan kalkar, ülkede istihdam ve sosyal güvenlik durumu devlet politikalarıyla güvenceye alınırsa, yoksul ailelerin çok çocuk gereksinimi anlamını yitirir. Lagendijk, Türkiye’nin son yıllarda ekonomik büyüme ve sosyal güvenlik alanında ulaştığı mesafede Başbakan Erdoğan’a atıfta bulunarak, bundan sonra Türkiye’de de (Batılı ülkelerde olduğu gibi) çok çocuklu ailelerin azalacağını, dolayısıyla da Başbakan’ın kendisiyle çatıştığını (çeliştiğini) ve yaptığı hararetli konuşmalarla boşa kürek çektiğini anlatmaya çalışıyor.
Bu mantıkla bakıldığında, Lagendijk’in, en azından zahiren, haklı olduğunu söylemek gerekir. Geleneksel toplum ile sanayileşmiş toplumdaki ekonomik ve sosyal ilişkilerde nasıl bir farklılık var ise, burada da ona benzer bir gelişme (değişim) söz konusu olabilir. Bu bir tarihsel gözlemdir, ama her toplumda aynı sonucun ortaya çıkacağı anlamına gelmez.
Esasen, sözünü ettiğimiz mantığı besleyen görüş, dünyada gıda artışı ile nüfus artışının aynı ölçüde olmadığı, gıda artışının aritmetik bir seyirle (1, 2, 3, 4 şeklinde) yavaşça, nüfusun ise geometrik tarzda (1, 2, 4, 8 ) belirli zaman diliminde katlanarak arttığı varsayımına dayanır. Malthus Kuramı olarak da bilinen bu görüşe göre, ekonomik gelişme ile nüfus artışı arasında ters orantı vardır. Ekonomik gelişmenin olduğu toplumlarda nüfus artışının gerilemesi beklenir. Sanayi Devrimi’nin gerçekleştiği Avrupa tecrübesi de bunu gösteriyor.
Ancak, bu gelişme, toplumun bekasını ilgilendiren sorunları da beraberinde getirmiştir Avrupa’da. Şimdi bu olguyu dikkate alarak, yukarıda belirttiğimiz ikinci yaklaşıma gelelim.
“Öğrenilmiş çaresizlik”
Buradaki amacımız, bir yandan toplumların kendi gerçekliklerine uygun bir gelişme sürecinin gerekli ve mümkün olduğunu ifade etmek, bir yandan da ama önyargıların bozguncu etkileri üzerinde durmaktır. Özellikle de, gelişmekte olan ülkelerde söz konusu önyargılar bir tür “öğrenilmiş çaresizlik” çıkmazına sürüklüyor toplumu. Karar alıcılar ve kanaat önderi konumundaki kişiler de bu tek boyutlu bakıştan sorumludur. Bakış öyle olunca, çözüm önerileri ve uygulama da o yönde oluyor.
Örneğin bir kalkınma stratejisi olarak eğer “doğum kontrolü” ya da (Yoksulluk Kısır Döngüsü kuramı gereğince) dışarıdan sermaye transferi önerisi, azgelişmiş ülkelerin “öğrenilmiş çaresizlik” içerisinde uzun yıllar uygulayıp da sonuç alamadıkları yanlış çözüm yolu olarak kayda geçmiştir.
Zihne telkin edilen
Bir anlamda zihin tutulması görüyoruz burada. Toplumun zihin dünyasına yerleşen ne ise; siyasetten, ekonomiden ve sosyal hayattan beklediği de odur. Buradaki “olumsuz uyarıcılar”, değişim ya da başarı eşiğinin aşılmasını zorlaştırıyor. Zımnen zihne telkin edileni görüyor baktığı her yerde insan. Sanki bir bellek kaydı varmış gibi. Birey kendisi olamıyor, özgün düşünce geliştiremiyor. Tasavvur edişte bile bir bağımlılık meydana geliyor.
Bu durumu, görsel bir etki oluşturarak, şöyle açıklayabiliriz:
Şimdi aşağıdaki resme (ortadaki dört noktanın bulunduğu yerde yoğunlaşarak) 30 saniye süreyle bakınız. Sonra gözlerinizi kapatıp bekleyiniz. İsterseniz boş bir duvara bakınız.

Gördüğünüz şey, bu kısa süre içerisinde belleğinize kaydettiğinizden başkası değildir.
Ardahan’ın Yukarı Gündeş köyünde bir dere yamacının belirli bir vakitte karşı tarafa gölgesinin düşmesiyle oluşan görüntü için de bu bellek kaydı geçerli olabilir. Atatürk silueti olarak görülen o manzara, Atatürk resimlerinin, büst ve heykel görüntülerinin bizim belleğimizdeki kaydından kaynaklanmaktadır. Atatürk’ü resimden yeterince tanımayan biri o manzarayı başka bir insana benzetebilir. Nitekim o görüntüyü izleyen bir okuyucu, gölgeyi Sakıp Sabancı’ya benzetmiştir.
Bu görsel bellek kaydının dışında bir de düşünce ya da model telkini içeren bellek kaydı vardır. Ekonomik gelişme ile çocuk sayısı arasındaki ilişki konusunda böyle bir zihinsel kayıttan söz edebiliriz.
Zihin kaydı bilimsel veri olabilir mi?
Ekonomik yönden gelişmiş toplumlarda nüfusun doğal bir planlama sonucunda azaldığıyla ilgili bir gözleme dayanan bu zihin kaydı, acaba ne ölçüde ikna edici bir bilimsel veri olabilir? Evet, gözlem doğrudur, ama sonuçları toplumu nasıl etkilemektedir? Eğer bir toplumsal ve kültürel beka sorunu ortaya çıkıyorsa, ekonomik gelişmişlik yeniden tanımlanmak zorundadır.
İşte, Başbakan Erdoğan’ın (toplumsal beka sorununa yönelik olduğunu düşündüğümüz) nüfusla ilgili çıkışları bu anlamda haklılık arzediyor. Bu durumda Lagendijk’in savunduğu gibi bir başarısızlık, belki yukarıda değinilen ortak zihin belleği açısından normaldir, ama Türkiye’nin geleceği için iyi olmayacaktır.
Belleğe, varoluş temelinde, kültürel değerlerle zenginleştirilip güncellenmiş yeni yükleme yapılması gerekiyor. Bu bir tek siyasetçiyle olmaz; kültür, ekonomi ve bilim dünyasının da katkıları şart. Ancak o zaman Başbakan Erdoğan kendi dönemindeki ekonomik gelişmenin sonuçlarıyla çatışmak zorunda kalmaz.
Yorumlar3