Türkiye Suriye’ye bigâne kalamaz

  • GİRİŞ05.07.2012 09:41
  • GÜNCELLEME05.07.2012 09:41

      Islah…
      İndirilsin…
      Yargılansın…
      İdam edilsin…

      Yukarıdaki sözler bir şiirin dizeleri değil. Belki Suriye’de bir halkın yeniden doğuşunu ifade edecek tarzda, kendi varlığının farkına varma ve buna dair taleplerde bulunma iradesini yansıtan ifadeler.

      Nereden öğreniyoruz bunu?

      Bu konuda en ikna edici ve sağlam kaynak, Suriye vatandaşlarının söz ve davranışlarıdır. Bir belgesel haber yapımcısına yaşadıkları ve gözlemleri hakkında bilgi verip düşüncesini açıklayan Suriyeli bir tıp doktoru, otuz yıl önce tıp öğrenimi için geldiği Türkiye’de bile bir Suriyeli öğrenci ile karşılaşmamaya özen gösterdiğini anlatırken, aslında, Suriye rejiminden halkın ne kadar çekindiğini ve sessiz kalmak zorunda olduğunu dile getirmiş oluyor.

      Dün iki Suriyeli bir araya gelmekten korkarken, bugün sokaklarda Esat yönetimine karşı halkın direnişe geçmesi sosyolojik anlamda nasıl açıklanabilir?

      Önce şunu ifade edelim ki, Tunus’ta başlayıp diğer bölge ülkelerinde gelişen halk hareketlerinin Suriye’de de yankı bulması doğal olmakla beraber, asıl muharrik güç etkisi, bu ülkede halkın maruz kaldığı baskı ve kişiliksizleştirme siyasetindedir. Uzun yıllar boyunca böyle bir süreçten geçmek durumunda kalan Suriye vatandaşları, çevrede “Arap Baharı”nın esintilerini hissettikten sonra, kendi ülkelerinde de bir iyileştirme (ıslah) politikası talebinde bulunur. Toplumsal bir reflekstir bu.

      Ne var ki, siyasî rejim bu talebe olumlu bir yanıt vermez, hatta görmezden gelir. Söz konusu rejime göre, sokaktaki sesler ve eylemler yalnızca güvenlik açısından bir anlam taşır ve susturulması gerekir. Binlerce insanın, kadının ve çocuğun vahşice öldürülmesi, bu algılamanın sonucudur. Çünkü Baas rejimi kendine yönelik her hareketi tehdit olarak görmektedir. Yaralanan insanları, meslek etiğinin gereği olarak,  hiçbir ayırım yapmaksızın tedavi eden tıp doktorları bile rejim tarafından tehlikeli bulunup öldürülmektedir. Bunun tanıkları çoktur.

      İşte rejimin bu totaliter ve irrasyonel serkeşliği karşısında halkın artık bir ıslah ya da reform beklentisi kalmamış, bu durumda hiç değilse Esat yönetiminin değişmesi talep edilir olmuştur. Bu aşamada, “Esat yönetimden indirilsin” diye tempo tutmaktadır halk. Bu da gerçekleşmeyince, o zaman yönetim “yaptıklarının hesabını versin, yargılansın” denilmiştir. Bunlar, halk nazarında, siyaset ile toplum arasında bir tür uzlaşı arayışı olarak değerlendirilebilir.

      Ne ki, Suriye rejimi halkın bu talebini de özü itibariyle karşılıksız bırakmış, ama kendine özgü savunma sistemini devreye sokarak, katliamlarını arttırmıştır. Siyasî rejimin iyileştirilmesi (ıslah) hakkındaki umudunu yitiren halk, bundan sonra geriye dönüş olmadığını düşünerek, katliamların ve kötü siyasetin sorumlusunun idamını istemektedir.

      Bir halkın yeniden doğuşu mu?

     Suriyeli tıp doktorunun deyişiyle, “bir halkın yeniden doğuşu”nun işareti sayılabilir bu gelişme. Ancak, sözü edilen “yeniden doğuş” tam sağlıklı bir başlangıç için gerekli niteliklere sahip değildir. “Yargılansın” denildikten sonra, devlet terörünün vahametine bağlı olarak, kamuoyunda ilgili kişinin peşinen idamının talep edilmesi, o toplumda hem âdil yargılanma hakkı hem de siyasî kültür bakımından önemli bir noksanlığın işaretidir. Ama bunu mevcut koşullar altında olağan bir durum saymalıyız.

      Bu noksanlığa rağmen, halkın kendi varlık bilinci temelinde ülkede demokratik ve âdil bir siyasî rejim için mücadele vermeye başlaması, önemli bir gelişmedir.  Bu gelişmeyi Suriye ve Türkiye açısından incelediğimizde, birbiriyle bağlantılı iki husus üzerinde durmamız gerekir.

      Önce konuya Suriye açısından bakalım. Bu ülkede halk, etnik ve mezhepsel farklılıklar biryana, aynı noktada birbirine eşit durumdadır: Herkes kendini Baas rejimine koşulsuz sadakat ile yükümlü görür. Bu da İslâmî bir önerme olan “ulülemr’e itaat”in yanlış uygulanmasını beraberinde getirmiştir. Oysa İslam öğretisi ve buna ilişkin uygulamalar (Hz. Peygamber ve Hz Ömer zamanında örnekleri çoktur) emir ve hüküm sahipleri karşısında bile vatandaşın haksızlığa ve kötülüğe sessiz kalmaması gerektiğini göstermektedir. Bu, temel insan haklarının da bir gereğidir.

     Suriye’deki sorun, bu gerçeği dile getirenlere ülkede (ve ulaşabildikleri takdirde ülke dışında da) hayat hakkı tanınmamasıdır. Bu ise vatandaşlarda tepkisel bir kanaat oluşumuna yol açabilmektedir. Yukarıda belirttiğimiz noksanlığı bu çerçevede tasavvur etmek mümkündür.

      Peki, Suriye halkının mücadelesi Türkiye için ne anlama gelir?

      Türkiye bu gelişmeye ve genel olarak Suriye’ye bigâne kalamaz.  Bu Suriye için olduğu kadar Türkiye için de hayatî önem taşır. Kimi çevreler atgözlüklü bakıştan dolayı tam kavrayamasa da, Türkiye’nin kendine has bir lisan-ı hâl ile çevresine demokrasi ve insan hakları telkininde bulunabileceğini unutmamak lâzım. Burada yalnızca devlet değil, kamuoyu da etkin olabilir. Demokrasi kültürünü zaten devlet gücüyle bir yere taşımak gibi bir şey söz konusu olamaz. O bir değer olarak yaşanır, etkisi de ondan sonra ortaya çıkar. Türkiye, bölgede iyi kötü böyle bir tecrübeye sahiptir.

     İki ülke arasında bir savaş olasılığını zayıflatan en belirgin faktör, halkların birbirine düşman bir tavır içerisinde olmamasıdır. Geçen hafta bahsettiğimiz muhtemel bir oldubitti girişimi bu bakımdan önemlidir. Gelinen noktada, taraflar uçağın düşürülme biçimi ve yeri konusunda birbirinden farklı söylemlere sahiptir. Uluslararası çevrelerde (hem İsrail hem de Batı basınında) ise uçağın düşürülmesinde Rusya’nın parmağı olduğu dillendirilmektedir.

     Bunlardan anlaşılan şudur: İki ülke arasında savaş potansiyelinin azlığı, kimi çevreleri bozguncu girişimler eşliğinde harekete geçirmiş olabilir. Böylelikle hem bölgede dengelerin belirli bir hesapla değiştirilmesi hem de öteden beri var olan devlet-halk ikileminin devam etmesi sağlanacaktır. Daha doğrusu, amaç budur. Bu ise Ortadoğu’da eski düzenin korunması anlamına gelir.

     Bu yüzden Türkiye’nin Suriye’deki mevcut rejimle ipleri tamamen koparması yerine, en azından belli kurumlar arasında iletişimin asgari düzeyde de olsa sürdürülmesi daha faydalı olacaktır. Hem krizin tırmanmasının önlenmesi ve Türkiye’nin bölgesel güç pozisyonunun pekiştirilmesi hem de Suriye halkının güvenliği ve geleceği için.

     Esat doğru mu söylüyor?

    Türkiye ve Suriye askerî makamları arasında haberleşmenin kesildiği iddiası acaba doğru mu? Bu doğruysa, aslında, yanlıştır…

   Esat, vurduklarının Türk uçağı olduğunu bilmediklerini söylüyor. Uçağın sahile doğru çok alçalarak geldiğini ve uçaksavar bataryası tarafından otomatik bir refleksle vurulduğunu, çünkü aynı hava koridorundan daha önce üç kez İsrail uçaklarının Suriye hava sahasına girmeye yeltendiğini iddia ediyor. Uçak radar sisteminde görünmediği için uçaksavar bataryası başındaki askerin uçağın silahlı mı silahsız mı olduğunu bilemeyeceğini, onun görevinin üzerine doğru gelen tehlikenin nereden geldiği ve ne olduğuna bakmaksızın imha edilmesi olduğunu (yani uçağın vurulması gerektiğini) ifade ediyor.   Ve Türk uçağının Suriye hava sahasında vurulduğunu ısrarla tekrarlıyor.

    Bunlar kendine taraftar bulmayı hedefleyen, özenle seçilmiş sözlerdir. Bu sözlerin doğruluğunu biz burada test edecek durumda değiliz. Bunun için askerî ve teknik bilginin yanı sıra, olay yeri bilgisi de gerekli. Bunların tespit edileceği platformlar oluşturulmak zorundadır. Aksi halde, konuşmalar samimiyetten uzak propaganda dışında bir anlam ifade etmez.

    Önce iki tarafın askerî mercileri arasında diyalog ve doğru bilgi temelinde bir olay yeri tespiti gerekliydi. Eğer bir veya daha fazla üçüncü taraf olaya müdahil değilse, bu tespit bilgi kirliliğini önler ve esas taraflar birbirini itham etmezdi. Ama bir üçüncü tarafın oldubitti yaratma girişimi söz konusu ise ya da rejimin kendisi böyle bir karışıklıktan yararlanıp katliamlarını örtbas etmeyi planlamış ise, olay yeri tespiti de sağlıklı yapılamaz.

      Bu durumda yapılabilecek en isabetli iş, tüm Ortadoğu’nun halk iradesi istikametinde dönüşümüne katkıda bulunmaktır. Türkiye bu süreçte bozguncu değil, yapıcı bir güç, bir üçüncü taraf olarak devreye girebildiği ölçüde, bölge barışına hizmet edecektir. Bu anlamda Türkiye’nin Suriye’ye bigâne kalması asla düşünülemez.

İbrahim S. Canbolat / Haber 7
icanbol@hotmail.com

Yorumlar3

  • kenan elli 13 yıl önce Şikayet Et
    baas anlayışı son bulsun... suriyede uzun yıllardır zulmün sembolü olan baas rejimi, baba hafız esed, oğul beşer esed dönemi son bulsun artık. uluslararası arenada zulme seyirci kalanlara da, isimlerinin başında "islam" yazan ülke ve yönetimleri başta olmak üzere tümüne, olup bitenleri idrak ederek, gereğince aksiyon alma nasip olsun. amin.
    Cevapla
  • mehmet nacar 13 yıl önce Şikayet Et
    şafak yakındır. suriyedeki rejim halkına karşı yaptığı katliamlarla meşruiyetini ve güvenilirliğini yitirmiştir.yazarın isabetli tahlillerine katılmakla birlikte bence tek yol esed rejiminin bir an önce devrilmesidir.türkiye bunu sağlamak için bütün uluslar arası güçleri harekete geçirmelidir.suriye halkı da demokratik bir idareye kavuşmalı ve kendi geleceğini kendisi belirlemelidir.bu günlerin uzak olmadığı kanaatindeyim.çünkü esed rejimi en yakın destekçilerinin bile desteğini kaybetmeye başlamıştır.şafak yakındır.
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • levent 13 yıl önce Şikayet Et
    eskiden. soguk savas ta dunya rusyanin korumasindaki hukumetlere mudahale edemezdi - bu nedenle baba esed 30000 kisisi katlettiginde kimse bir sey yapamadi - ama libya tunus misir da olanlardan sonra artik rusya cin esed gibi katilleri koruyamaz - korumaya kalkarsa suudiler petrol fiyatlarini 50 dolara indirir ortalikta ne rusya kalir ne cin
    Cevapla Toplam 1 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat