İşi hakkını vererek yapmak
- GİRİŞ06.09.2012 09:47
- GÜNCELLEME06.09.2012 09:47
Ama bu benzerlik sadece dış görünüş itibariyledir; söz konusu faaliyetler işin kendi gerçekliğine uygunluk açısından mercek altına alındığında, farklılıklar hemen dikkat çeker.
Buradaki ayırt edici husus, ifası esnasında işin hakkının tam anlamıyla verilip verilmemesi ile ilgilidir. Her iş için geçerlidir bu. İster amatörce yapılsın, isterse profesyonel düzeyde yürütülsün. Hiç fark etmez. Hatta profesyonel kişiler eğer işlerini yasak savmak kabilinden yaparlarsa, bu kötü olmanın ötesinde bir de tehlikeli sonuçlar doğurur. Çünkü iş yanlış olur, gerçeklik ile uyumlu olmayan beklenti ve yönelimlere zemin hazırlar. Ayrıca, asıl kaynağın da iyi değerlendirilemeyip heba edilmesine yol açar.
İşi hakkını vererek yapmak veya yapmamak olarak ifade edebileceğimiz bu durumu, üniversitelerin geleceğe yönelik stratejik planlarıyla ilgili bir örnekle açıklamaya çalışalım.
1999 yılında Avrupa’da Yükseköğretim alanında karşılaştırmalı bir iyileştirme süreci başlatılmıştı. Bologna Süreci olarak bilinen bu programa Türkiye'de 2001’de katılmıştır. Söz konusu süreçte;
a) üniversitelerin diplomalarının belirli bir karşılaştırmaya ve denkliğe imkân verecek derecede düzenlenmesi,
b) Avrupa Kredi Transfer Sistemi aracılığıyla farklı ülkelerin üniversitelerindeki derslerin birbirleri tarafından tanınması,
c) İlgili ülkelerin üniversiteleri arasında öğrenci ve Öğretim Üyesi değişimi ya da hareketliliğinin sağlanması,
d) Avrupa Yükseköğretim Kalite Güvence Ajansı marifetiyle yükseköğretimde belirli standartların geliştirilmesi amaçlanmıştır.
Üniversitenin varlık gerekçesine ters olan
Bu süreçte üniversitelerin birbirinin kopyası olacak şekilde aynılaştırılmasının düşünülmediği özellikle vurgulanmıştır. Çünkü üniversitelerin içinde bulundukları ülke ya da toplum gerçekliğini göz ardı ederek bilimsel etkinlikte bulunmaları mümkün değildir, bu onların varlık gerekçesine de terstir. Olması gereken, eğitim-öğretim faaliyetlerinin birbiriyle uyumluluğu, en azından anlamlı bir karşılaştırmanın yapılabilirliğidir.
Şimdi biz burada üniversitelerin yukarıdaki amaçlar yönünde bir stratejik plan yaparken hangi yanlışa düşmemesi gerektiği üzerinde duracağız. Önce şunu belirtelim ki, bir kere strateji ya da stratejik kavramı kendi başına bir eleştiri konusu olabilir. Bunu bir kenara bırakalım. Asıl eleştirmek istediğimiz bu değil.
Söylemeye çalıştığımız, üniversitenin geleceğe yönelik planlarının “rekabet stratejisi” ve “rekabet avantajı” gibi çalışmalarıyla tanınan Michael Porter’in şirketler için önerdiği kuramsal modeller referans alınarak yapılmasının doğru olmayacağıdır. Bu iki bakımdan yanlış olur. Birincisi, üniversite toplumun sorunlarına kendine özgü (bilimsel) yöntemlerle çözüm önerileri üretmekle görevlidir. Şirketler gibi sadece kâr gözeten bir kurum değildir. Toplumsal sorumluluk söz konusudur burada.
İkinci olarak ise zaten Bologna Süreci ile özellikleri belirtilen yükseköğretim dar anlamda bir üniversite rekabetini değil, birbiriyle uyumlu ama işlevsel çeşitlilik içerisinde karşılaştırılabilir etkinliklere sahip bir üniversite modelini öngörmektedir. Kalite güvencesi için kamusal sorumluluk taşınacağının ve muhtelif paydaşların söz konusu sürece edimli olarak dâhil edileceğinin belirtilmiş olması da buna işaret etmektedir.
Eğer üniversite öğreniminin yukarıda dile getirilen amaçlar çerçevesinde yaygınlaştırılması yoluyla toplumsal aydınlanma ve ilerlemenin yanı sıra ekonomik kalkınmanın da gerçekleşeceği varsayılıyor ise, burada toplumsal gerçekliğe duyarlı bir üniversiteden söz etmek durumundayız. Öyleyse, üniversitenin stratejik planında da bunu dikkate almak zorundayız.
Rekabet edebilirlik yerine, karşılaştırılabilirlik
Porter’in işletmelerle ilgili rekabet edebilirlik ilkesi yerine, üniversitelerle ilgili anlamlı/açıklanabilir karşılaştırılabilirlik ilkesi tercih edilmelidir. Bu, üniversite gerçekliğine daha uygundur. Paydaşlar olarak öğrenciler, eğitim-öğretim kadrosu, ilgili meslek grupları ve toplum ile ilişkilerde esas olan, karşılaştırılabilir ve ayırt edilebilir bir üretim (çıktı) etkisidir. Bu etkinin (sonucun) rakibi piyasadan silmesi hiçbir zaman üniversitenin hedefi olamaz. Eğer paydaşlardan söz ediyorsak, zaten rakip kavramı da yersizdir. Burada birbirini tamamlayıcı bir farklılık vardır olsa olsa.
Üniversite ile bir işletme (şirket) arasındaki farklardan biri de, kâr gözeten faaliyet planlaması konusunda kendini gösterir. Bir işletme rahatlıkla kendini kârlı yatırım ve üretim ile sınırlı tutabilirken, üniversite (bilimsel ve toplumsal sorumluluk gereği) böyle bir tercihe yönelemez. Hatta kendini sadece eğitim ya da araştırma etkinliği ile tanımlaması da mümkün değildir. Üniversitede eğitim, araştırmayı da içerir zaten. Bu bilimsel eğitimin doğal bir parçasıdır.
Üniversitede en önemli şey; bilimsel araştırma mantığı temelinde sorgulama ve gözlem yeteneğiyle hadiseleri ve olguları yorumlayıp çözümleme yapabilmektir. Üniversitenin stratejik planı bunun sağlanmasına yönelik olduğu ölçüde, işin hakkı verilmiş sayılır.
Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat - Haber 7
icanbol@hotmail.com
Yorumlar4