Diyanetli olmayı yeniden düşünmek
- GİRİŞ13.09.2012 09:37
- GÜNCELLEME13.09.2012 09:37
“Diyanetli” denildiğinde, dinine bağlı ve yalandan dolandan sakınan kişi akla gelirmiş eskiden. Diyanetli kavramının şimdilerde çağrıştırdığı anlam ise biraz farklılık arzediyor. Özellikle son dönemlerdeki müftü atamalarının yapılış tarzı ile bazı illere akademisyen müftü atanmasındaki aceleci ve hazırlıksız uygulama biçimi; Diyanetli olmayı bir yandan mağdur ve mahzun, diğer yandan ise ilkesiz/ölçüsüz ve lâkayt olmak ile eşanlamlı hale getiriyor.
Akademisyen müftü tercihi, son yıllarda diğer kurumlarda olduğu gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda da geleceğe yönelik stratejik planlama çerçevesinde düşünülmüş bir projenin gereği olabilir. Din hizmetlerinin, belki Türkiye’de uygulandığı şekliyle, klasik anlamda cami çevresinde yürütülmesi yerine, toplumun her kesimine ulaştırılarak etkisinin arttırılması amacıyla akademik yöntemlerden istifade edilmesi, tabii ki, iyi olur. Ancak, burada şunu sormak durumundayız: Acaba bir İlahiyat profesörü, sözü edilen amacın gerçekleştirilmesine yönelik olarak, il müftülüğü görevinde mi yoksa bulunduğu fakültedeki akademik işleriyle meşgul iken mi kendisinden beklenen performansı (faydayı) daha iyi ortaya koyabilir?
Hedeflenen işin iki boyutu var. Biri hizmet içeriğinin (bilgi ve yöntem) hazırlanması, diğeri ise bunun topluma belirli bir iletişim yoluyla sunulması. Birincisinde İlahiyat hocalarından akademik destek alınarak yararlanılabilir, bunun çeşitli yolları vardır. Seminerler düzenlenebilir, ilgili konu/sorun veya hizmet amaçlı projeler hazırlanabilir. Bütün bunlarda akademisyenin bilgi ve becerisini yukarıda dile getirilen amaç doğrultusunda hizmete yönelik olarak değerlendirmek mümkün. İlle de müftü yapılması gerekmez bir İlahiyat profesörünün.
Taş yerinde ağırdır, denilmiş, bu boşuna söylenilmiş bir söz değil. Halkın içinden gelen, çekirdekten yetişme, cami içinde ve dışında cemaat ile birlikte olan müftüler daha etkin olurlar. Burada İlahiyat Fakültesi öğretim üyeleri ilgili alanlardaki araştırma ve çözümlemeleriyle Diyanet’in stratejik planının hayata geçirilmesine katkıda bulunabilir. Böyle bir işbirliğinin daha faydalı sonuçlara zemin hazırlaması mümkündür.
Ne var ki, Diyanet söz konusu stratejik planla faaliyetlerin denetlenebilir ve takip edilebilirliğini bir hedef olarak belirlemesine rağmen, bunu önceki dönemlerle karşılaştırılabilir biçimde gerçekleştirmenin bu gidişle kolay olmayacağını kendisi de kabul etmek durumundadır şimdi.
Sadece iyi niyet yeterli olmaz
Anlaşılıyor ki, sadece iyi niyet yeterli olmuyor, bir işin başarıyla sonuçlanması için onunla ilgili ön çalışmanın yapılıp altyapının hazırlanması, sonrasında ise adil ve isabetli kararların dirayetle uygulanması gerekiyor. Bu esnada tabii ki şahısların hak ve hukuklarına da riayet şarttır. Aksi halde hem ilgili kişilerin mağduriyeti ve aynı zamanda kamu hizmetlerinin aksaması söz konusu olacak, hem de idare (Diyanet İşleri Başkanlığı) yanlış idarî tasarrufundan dolayı itibar kaybına uğrayacaktır.
Bursa Müftülüğü’ndeki atama ve atamaya müftünün itirazıyla gelişen hadise buna örnek verilebilir. Diyanet, İlahiyat profesörü Mehmet Emin Ay’ı Bursa Müftüsü olarak atamış, ama mevcut müftünün idarî mahkemede hakkını araması ve mahkeme kararıyla görevine geri dönmesi sebebiyle, bu atamadan beklediği sonucu elde edememiştir.
Bu da işin bir başka yönüdür. Gereksiz yere, kurumlar ve şahıslar arasındaki ilişkiler zarar görmüş, aynı zamanda da tasarlanan proje başarısızlığa uğramıştır.
Kurumun dışından biri olarak eğer bazı müşahhas örnekleri gözlemleyerek, Diyanet’te atama ve yer değiştirmede uyulması gereken âdil kriterler olmadığına kanaat getiriyor isek, bu, Diyanetli olmanın haksızlığa da maruz kalmak olduğuna işaret eder. Diyelim ki, bu duruma düşen görevliler idarî yargıya başvurarak haklarını elde ettiler (ki bunun örnekleri vardır), ama bu sorunu çözmeye yetmez.
Sorun, halka doğruyu ve iyiyi telkin edip bu anlamda hizmet sunma durumundaki bir kurumun iyi ve doğru olmayan bir idarî tasarrufta bulunmasıdır. En talihsiz olanı da, yönetimin tepesindeki bazı Diyanet yetkililerinin kendileri için bağlayıcı olması gereken sözlerinin arkasında duramıyor olmaları.
Burada hem işin hakkaniyeti bakımından, hem de uygulanabilirliği ve işlevselliği yönüyle sorumluluk taşıması gerekenlerin kimler olduğu bellidir. Bunu çevremizdeki Diyanet görevlileriyle ilgili olarak çeşitli vesilelerle tanık olduğumuz işlerin yürütülme biçimine atıfla isim vererek de söylemek mümkün.
Söz verip de sözünde durmamak… Yapmayacağı şeyi söylemek… Bunların ne anlama geldiğini en iyi bilecek kişilerin bunu yapması, daha da üzüntü verici.
Gerçek hangisi? Ya da gerçek nerede?
Üretken ve yapıcı iletişim kültürünün zayıflığı
Hakkın, doğru söz ve eylemin tarafındadır gerçek. Gerçeğin karşısındaki ise yalandır. Adı, unvanı, makamı ne olursa olsun, söz ve eylemi birbirini doğrulamayan kişilerin kurumları temsil makamında olmaları, kötü kurumsallaşmayı teşvik eder. Üretken ve yapıcı iletişim kültürünü daha doğmadan öldürür.
Halkı irşat yani bilgilendirip aydınlatma işi de önce yakın çevreye vefa ve sadakati zorunlu kılar. Diyanet’te bu ne ölçüde var?
Diyanetli olmayı yeniden düşünmek mi gerekiyor?
Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat - Haber 7
Twitter /icanbol
Yorumlar4