Ortadoğu'da söylemi güçlü, etkisi sınırlı Türkiye
- GİRİŞ22.11.2012 09:29
- GÜNCELLEME22.11.2012 09:29
Ne gezer!.. Biri bitiyor, diğeri başlıyordu keskin dönemeçlerin. Sonu gelmiyordu. Ve bir halk, kokluyordu toprağı nefes nefes. Savaş öncesi, savaş sonrası… Ve bir halk, hasretini duyuyordu ekmeğin. Hasretini duyuyordu özgürlüğün. Canlar tükeniyordu…
Sonunda, tek seçenekleri direniş oluyordu. İntifade denilen bu eylemde taş atıyordu çocuklar işgalci İsrail askerlerine. Ne ki, çocukların attığı taşlar uzaklaştıramıyordu askerleri. Taşa karşı mermiler geliyordu çocukların üstüne.
O zamanlar, “barutlar uçuşmasın görkemli balonlardan/ve mermiler öpmesin alnından çocukların” demek düşüyordu bize. Öğrenciydik, tepkiliydik… Ama sınırlıydı gücümüz. Etki alanımız dardı. Bugünkü gibi gelişmiş iletişim araçlarına da sahip değildik. Birkaç adım geriden takip ediyorduk gelişmeleri.
Şimdi daha büyük bir sorumluluk var üzerimizde. Çeşit çeşit iletişim ve haberleşme araçları, hadiseleri anında, canlı olarak izlememizi mümkün kılıyor. Tanık durumuna getiriyor bizi. Katliamın, haksızlığın tanığı oluyoruz.
Bu tanıklık, aslında, bizim bir başka gelişmeyi daha fark etmemizi sağlıyor; o da, uluslararası yapının ve buarada Filistin'in statüsünün değişmesidir. Soğuk Savaş döneminde Filistin Kurtuluş Örgütü adı altında hak arama mücadelesi veren Filistinliler, 1990'lardan itibaren Filistin Yönetimi olarak uluslararası toplumda kabul görmeye başlamıştır. Avrupa Birliği ve ABD'nin de aralarında bulunduğu Batılı devletler de tanımıştır Filistin'in bu yeni statüsünü.
Ne var ki, şimdilerde tekrar İsrail'in korku siyasetine maruz kalan Gazze'de, yeni dönemin (sözde) demokratik teamülleri ve Avrupa-Akdeniz Ortaklığı hükümleri gereğince, halk iradesi sonucunda Yönetim'i devralan Hamas, Batılılar nezdinde terörist muamelesi görmeye başlamıştır.
Örneğin bu satırların yazıldığı gün Almanya'da çıkan Die Welt gazetesinde şöyle bir haber vardı: “Hamas teröristleri gece boyunca İsrail'in güney bölgesine 200 füze ile saldırıda bulundu”. Konuya yaklaşım farklılığına bakınız! İsrail'in kendini savunma hakkına saygılı olunması yolundaki Batılı değerlendirmelerin nereden kaynaklandığını görüyoruz burada.
Filistin'de direniş olarak adlandırılan eylemi kırmak amacıyla en şiddetli askerî gücü kullanan İsrail, artık karşısında taş atan çocuklar yerine, arada bir füze de gönderen Hamas Hükümeti'ni görünce, telâşlanmaktadır. Batı'nın ve uluslararası toplumun bu gerçekliği görmesi lazım. Hamas ile ateşkes müzakeresi bu yönde ister istemez ikili bir görüşmenin ileriye yönelik işaretler verdiğini gösteriyor.
Peki, bu ne anlama gelir?
Bu şu demektir ki, İsrail ya aklıselim yolunu tercih ederek, Filistin'de iki devletli bir çözüm için Filistinlilerin devlet kurma hakkını tanıyacak ve işgal ettiği bölgeleri sahiplerine teslim edecek, ya da hâlen uyguladığı korku siyasetiyle devlette ve kamuoyunda zaten mevcut olan paranoya durumunu daha da arttıracaktır.
Hangisinin gerçekleşeceğini söylemek zor olur. Ama birinci seçeneğin hayata geçirilmesi için özellikle ABD ve Batılı ülkelerde soruna yaklaşım tarzında bir değişmenin olması gereklidir. İsrail'in inatçı paranoyak çizgiden geri dönüşü, şimdiye kadar hep arkasında bulduğu Batı desteğinin çekilmesine de bağlıdır.
Diğer bir gereklilik; başta Mısır olmak üzere, bölge ülkeleriyle İsrail arasında asgarî bir diplomatik ve siyasî ilişki zemininin kurulması olabilir. Burada belki Türkiye-İsrail ilişkilerini ayrı bir bağlamda değerlendirmek daha isabetli olur. Mavi Marmara Krizi'nden sonra dondurulan ikili ilişkiler Türkiye'nin ileri sürdüğü koşulların yerine getirilmesiyle normal bir seyirde yeniden başlatılırsa, Türkiye'nin çözüme katkı yeteneği de devreye girmiş olur. Hâlen bu çok sınırlandırılmış durumdadır.
İsrail'in dışında, üç komşu ülkeyle (Suriye, İran, Irak) de muhtelif konulardaki farklı siyasî pozisyonlar sebebiyle soğuk ilişkiler içerisinde olan Türkiye, aynı zamanda ülke içerisinde PKK terörüyle ( daha doğrusu, bir planlı karşıt siyaset ile) mücadele etmek durumundadır. Bütün bunlar, Filistin-Gazze Sorununda Türkiye'nin kendine özgü girişim yeteneğini kısıtlamaktadır.
Bunu İsrail ile Hamas arasındaki ateşkes görüşmelerinin Mısır öncülüğünde yapılması da gösteriyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu'nun bu esnada Mısır ve Gazze ziyaretini hem siyasî hem de insanî açıdan takdire şayan bulmakla beraber, Türkiye'nin kendinden beklenen rolü bu konjonktürde tam anlamıyla oynayamadığını ifade etmek durumundayız.
Kredi derecelendirme kuruluşlarının ekonomik anlamda Avrupa'da en umut vaat eden ülke olarak gösterdiği Türkiye, bugün Ortadoğu sorunlarının çözümüne yönelik siyasî katkı anlamında acaba niçin aynı ölçüde umut vaat edici konumda değil? Bu sadece Türkiye'den mi kaynaklanıyor?
Hayır. Dış çevre faktörleri de burada belirleyici role sahiptir. Hangi konjonktürde nelerin olduğunu iyi gözlemleyerek, sebep-sonuç ilişkisiyle meydana gelen kayıp ya da kazancın tesadüfen gerçekleşmediğini anlayabiliriz.
Söylemi güçlü, ama bölgede dönüştürücü etkisi sınırlı bir Türkiye mi var bugün? İşte bunu yukarıda dile getirmeye çalıştığımız çerçevede düşünmek yararlı olur. Bu durumdan kimlerin kaybı, kimlerin kazancı olabileceğini düşünmek…
Dün Filistin'de keskin dönemeçlerden geçen bir halk vardı. Bugün onlara Suriye'dekiler de eklendi. Suriye rejiminden kaçarak Türkiye'ye sığınan insanların sayısı her gün biraz daha artıyor. Buradaki iç savaş ve katliamlar bir yana, siyasetin oluşturduğu öyle bir kör nokta var ki, esas tehlike orada kendini gösteriyor. Dışarıda İran ve Irak siyasî çıkar algılamalarıyla komşu ülkedeki zulme destek verirken, bir yandan da Türkiye'ye karşı tavır almış oluyorlar.
Bu kör noktanın bir de iç siyaset boyutu var. Anamuhalefet CHP de hükümete karşı benzer bir tutum içerisinde. Mazlum ile zalim ayırımında sorunlarla karşılaşılıyor. Bu, ülkenin siyasî enerjisinin etkin kullanılmamasına yol açıyor.
Yukarıda değinilen konjonktürel etkisizliği bu açıdan incelemek mümkündür. Bunu yaparken, haksızlık karşısında suskun kalmanın, bizi dilsiz şeytan durumuna düşüreceğini de unutmamak zorundayız.
icanbol@hotmail.com
Yorumlar4