Barış değil, zaman kazandıracak
- GİRİŞ20.12.2012 09:32
- GÜNCELLEME20.12.2012 09:32
“Bizi asker yaptılar, savaşçı yaptılar. Onlar gelmeden önce, sen çiftçi idin. Ben ise öğretmen…”
Onlar, İtalyan askerleri idi. Osmanlı Devleti'nin zayıf düştüğü bir dönemde Libya topraklarını işgal ederek, halkı köleleştirmeyi hedefliyordu bu askerlere hükmeden irade. 1911'de başlayan işgal girişimi yirmi yıldan fazla sürdüğü halde, İtalyanlar, önceleri Osmanlı askerlerinin, sonra ise “Çöl Aslanı”nın onurlu direnişi karşısında ülkede tutunamamış, ama bu arada düzmece bir mahkeme kararıyla Ömer Muhtar'ı idam etmişlerdi.
Libya direnişi, bugün de ibret alınacak nitelikte bir tarihsel veri hükmündedir. Terörü araç olarak kullanan sahte halk kahramanlarını, dışarıdan gelen düşmana karşı kurtuluş mücadelesi veren gerçek halk kahramanlarından ayrı tutmamızı sağlayan bir özelliğe sahiptir bu tarihsel hadise.
Bir çiftçiyi ve bir öğretmeni dış düşmana karşı savaşmaya mecbur eden bir durum söz konusu burada. Ülkenin işgali söz konusu. Böylesi bir emperyalist güç politikasına karşı ise köylüsüyle, öğretmeniyle topyekûn bir halk hareketi görüyoruz. Savaşmak zorunda kalmış bir halk.
Bayrak ait olduğu yere!
Bu savaş esnasında dikkatimizi çeken iki farklı olgu var. Biri, Ömer Muhtar'ın, kendilerine esir düşen teğmene İtalyan bayrağını uzatarak, büyük bir incelik ve olgunlukla, “al bunu, generaline söyle, buraya ait değil bu” demesi…
Evet, oraya ait değildi o bayrak. Yere düşmek üzere olan o işgalci gücün bayrağı, ayaklar altına alınarak çiğnenmiyor, elde tutularak, düşman askerine teslim ediliyordu. Ama bir vurguyla: Buraya ait değil bu!
Bayrak, nereye ait ise orada olmalıdır. O, hükümranlığın ve özgürlüğün ilanıdır. Olmaması gereken yere taşınması ise, oradaki (yerel) hükümranlığa ve özgürlüğe darbe anlamına gelir.
Müzakere kılıfı
İkincisi, işgalci İtalyan yönetiminin, “barış” söylemi üzerinden Ömer Muhtar ile göstermelik bir müzakere başlatarak, Libya halkını ve bazı iyi niyetli kişileri oyalama taktiğidir. Bu amaçla görevlendirilen bir albayın kendince iyi niyetli yaklaşımı da istismar edilmiştir. Müzakereden beklenen barış değil, işgal gücüne zaman kazandıracak olmasıdır.
Buradan bizim çıkaracağımız sonuçlar vardır bugün. Siyasî müzakereler her zaman ifade edilen amaçlar yönünde bir gelişme göstermez. Tarafların (ve diğer paydaşların) gerçek niyetlerine bağlı olarak, zaman içerisinde yeni yön tayinleri belirebilir. Ya da daha en başta, müzakere süreci bir propaganda ve uluslararası düzeyde amaca uygun atmosfer yaratma niyetiyle başlatılabilir.
PKK ile mücadele sürecinde gündeme gelen müzakere söylemini yukarıdaki anlamda temkinli bir değerlendirme, hatta sorgulama sorumluluğunda olduğumuzu bilelim. Meselenin, bir “Kürt Sorunu” söylemiyle ya da ”terörle mücadele” adı altında, terör yapıcılarına siyasî kimlik edindirecek bir kurumsal müzakereye dönüşerek, amacı aşan boyutlar kazanması mümkündür.
Öcalan'nın yakalandığı günlerdeki hâli ve tavrı ile şimdiki beklenti ve talepleri karşılaştırıldığında da görülecektir ki, burada gidişat, Türkiye'de genel kamuoyu (ve devlet) tarafından benimsenen bir barış/güvenlik ve istikrar oluşumu yönünde değildir. Öncelikle halkın, evet, Kürt vatandaşların refahı ve özgürlüğü değil, muhtelif bağlantıları olan bir siyasî söylemin uluslararası destek bulmasıdır söz konusu stratejinin hedefi.
Burada barış kavramı, Libya örneğinde olduğu gibi, siyasî talep ve tanımlamalar için zaman kazandırıcı bir faktör olarak görülebilir. BDP temsilcilerinin, artık alenen, Öcalan için özgürlük çağrısında bulunmaları, bu çağrının basın-yayın organlarında bazı çevrelerce de desteklenmesi, Türkiye'de PKK terörüne ilişkin belirli bir algı ve tanım farklılığı olduğunu gösterir.
Böyle olunca, terörle mücadele yönteminde de farklılık doğal hâle gelecektir. Mücadele yönteminin değişmesi, tabii ki, mümkündür, hatta gereklidir. Ama bu, teknik düzeyde tartışılabilecek bir konudur. Askerî kısmının yanı sıra, toplumsal, ekonomik ve siyasî kayıp-kazanç boyutları vardır. Bu bakımdan incelendiğinde, toplumun evrensel adalet ve yerel refah düzeyinde varlığını sürdürmesine yönelik hukukî düzenlemeler de dâhil olmak üzere, devletin terörle mücadele yöntem ve araçlarında değişikliğe gitmesinin gerekli olduğu anlaşılır. Esas olan, halkın refah ve güvenliği ile devletin bağımsız ve etkin karar alma yeteneğidir. Bunun geliştirilmesidir.
İşte eğer bu süreçte birileri halka (sokaktaki insana, öğrenci ve öğretmene) ve devlete karşı savaş yürütüyor ise, bunun terör eylemi mi yoksa bir siyasî kurtuluş mücadelesi mi olduğunu doğru anlamak şart. Ne yazık ki, bu, Batı ülkelerinde genellikle yanlış zeminde değerlendiriliyor. Sadece Batı'da değil, bazı Müslüman ülkelerde bile rastlıyoruz bu yanlışlığa.
Libya savunması, Anadolu savunması
Ömer Muhtar örneğinde gördüğümüz kurtuluş mücadelesi, aslında, Batılı işgalcilere karşı Anadolu topraklarında verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı (Millî Mücadele) anlamında Osmanlı topraklarının korunması savaşıdır. Öğretmen de, çiftçi de yer almıştır bu mecburî savaşta.
Şimdi, Osmanlı/Türkler açısından bakıldığında, Libya elden çıkmış, Anadolu ise hiçbir etnik farklılık olmaksızın, inanç temelinde birleşen bir milletin ortak mücadelesi sayesinde korunmuştur. Bunun bedeli çok ağır olmuştur bu millete.
Ama görülüyor ki, bu bedelin yükünü sürekli kılmak için hâlâ açık ve gizli faaliyetler içinde olan çevreler var. Bunlar kimi zaman devletin içerisinde olmuş, kimi zaman ülke dışından müdahalelerde bulunmuşlardır. Devletin vatandaşlarına yönelik ihmalkâr tutumunu da, devlete ve topluma karşı terör eylemlerini de bu gerçeklik temelinde değerlendirmek doğru olur.
Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat - Haber 7
twitter/icanbol
Yorumlar3