Okullar açıldı, nasıl bir eğitim?

  • GİRİŞ09.09.2025 08:12
  • GÜNCELLEME09.09.2025 08:12

Uzun yıllar önceydi. Amerikalı yazarı karşılamak üzere peronda bekliyorum. Felsefe alanındaki şöhretinden sonra dinler tarihine merak salmış, araştırmaları onu İslam ile buluşturmuş ve böylece İstanbul’a yerleşmişti.

Bir kitap tercümesi için herkesten uzak bir köşeye çekilmesi gerekince, onu bir dostumuzun özel misafirhanesine yerleştirdik. Bir hafta sonra şehrin önemli tarihi yerlerini gezdirdikten sonra sakin bir restoran köşesine oturduk.

Muhabbet bir yerden sonra eğitim konusuna geldi. Türkiye’de yetişen kızlarını uzaktan da olsa ABD’de okutuyordu. O yıllarda Türkiye’de başörtüsü yasağı vardı. “Sebep bu mu?” dedim, “Tek sorun o değil” dedi.

Türkiye’de ilköğretim çağındaki çocukların zekâ yaşlarının Avrupa’nın üzerinde olduğunu, ancak üniversite çağına geldiklerinde bu seviyenin düştüğünü söyledi. Çok şaşırmıştım. Sebebini sorduğumda net bir cevap verdi: “Eğitim sisteminiz ezbere dayalı.”

Açıklaması daha da çarpıcıydı: Türkiye’de tarih dersinde ‘İstanbul’un Fethi hangi yıl gerçekleşti?’ gibi bir sınav mantığı var. Bu soru Amerika’da, ‘İstanbul’un fethinde komutan siz olsaydınız, nasıl bir yöntem izlerdiniz?’ şeklinde sorulur.

Türkiye'nin maarif sorunu bir türlü gündemden düşmez. Hükümetlerin başını her dönem ağrıtan en önemli başlıklardan biri millî eğitim politikaları olmuştur. Uzmanlık düzeyinde olmasa da millî eğitim konularına hep ilgili oldum.

Geçmişte üstlendiğim bazı görevler, gençlik eğitimi konularıyla kesişti ve “Belediyelerde Gençlik Modellemesi” üzerine akademik derinliği olan çalışmalar yaptık. Ortaya, hem yerel yönetimler hem de gençlik eğitimiyle ilgilenen bütün taraflar için kılavuz mahiyetinde önemli bir kaynak çıktı.

Bu süreçlerde zihnimi hep şu soru işgal etti: “Çocukların ve gençlerin kabiliyetlerini ilkokul çağında keşfedemez miyiz?” Böylece daha genç yaşlardan itibaren kabiliyetleri istikametine yönlendirsek ve lüzumsuz bilgi yükünden çocuklarımızı kurtarsak daha doğru olmaz mı? Bugün bir genç, sosyal bir alanda okumak için matematiğin en ağır konularına yıllarca çalışmak zorunda kalıyor. Oysa hukuk veya sosyoloji gibi branşlarda okuyan gençlerin hayatları boyunca kendilerine rehberlik edecek tek konu, belki de sadece dört işlem. Hayatının en verimli yıllarında logaritmik fonksiyonları öğrenmek için diz çürüten bir genç, Hukuk Fakültesi'ni kazandığında o konularla bir daha ömür boyu karşılaşmıyor.

Bir diğer garabet ise bilginin nerede kullanılacağına dair o derin bilinmezlik. Gençlere, “Logaritma veya matris nerede kullanılır?” diye sorun, hiç bir cevap alamazsınız. Müfredat hayata cevap üretmeli iken, maalesef çoğu matematik hocası bile öğrettikleri konuların nerede işe yarayacağını bilmiyor.

Yanlış anlaşılmasın, matematiğin önemini inkâr ediyor değilim. Sadece bu örnek üzerinden bir akıl yürütme yapıyorum. Aynı şekilde, coğrafyanın en hassas konularını öğrenen bir kişinin kulak-burun-boğaz doktoru olacağı bir sistemde, öğrendiği birçok teferruat gereksiz bir yük hâline geliyor.

İşte bu hayattan kopuk ve ezberci yapı, bizi meselinin kalbine, yani eğitimin ruhuna bakmaya mecbur bırakıyor.

Orada ise başka bir sorun daha karşınıza çıkıyor. En mükemmel müfredatı tasarlasanız bile, onu çocuğun aklına ve kalbine işleyecek olan öğretmen. Bu yüzden asıl mesele, eğitimcinin vasıfları. Sevgi, en büyük eğiticidir. Hoca olmak bir yüce gönüle sahip olmak demektir. Öğrencisine yüreğinde yer açamayan bir öğretmenin aktaracağı bilgi, sınavdan sonra unutulacak bir yükten ibarettir.

Bir çocuk okulda sadece matematik veya tarih öğrenmez. Öğretmeninin duruşundan adaleti veya kayırmacılığı, konuşmasından nezaketi veya kabalığı öğrenir. Öğretmen, anlattığı dersten önce taşıdığı karakterle bir ayna olur. O ayna kirliyse, en parlak bilgiler bile çocuğun ruhuna bulanık yansır. Bu sebeple eğitim, bir gönül seferberliğidir. Şahsen geriye dönüp baktığımda talebelik yıllarımızda evini bize açan, ikram ettiği bir bardak çayın arasında hayat dersi veren hocalarımızı asla unutamıyorum. O zaman önce öğretmenden başlamalı, öğretmen önce kendini inşa etmeli.

 

Bizim medeniyetimiz, öğretmeni bir "kalp mimarı" olarak görür. “Satırdan almak”tan ziyade “Sadırdan almak” daha önemlidir. Öğretmen sadece bilgiyi aktaran değil, talebesinin şahsiyetini inşa eden bir sanatkârdır. Mevlânâ'nın ve nice gönül sultanının söylediği gibi, asıl eğitim sözle yani “kâl lisanı” ile değil, ahlak ve sevgiyle “hâl lisanı” ile yapılır. Öğretmen; şefkati, merhameti, sabrı ve adaletiyle bir rol model olduğunda öğrettiği her ders bir hayat dersine dönüşür.

Stratejik Hamle: Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli

Yıllardır süregelen bu ezberci, hayattan kopuk sistem nasıl değişecek? İşte bu noktada, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”, tarihî bir fırsat ve son derece stratejik bir hamle olarak karşımıza çıkıyor.

Kim ne derse desin Milli Eğitim Bakın Yusuf Tekin bu işin kahramanıdır. Bu yeni model, tam da yukarıda şikâyet ettiğimiz sorunlara bir cevap arayışında. Bilgiyi hayatla ilişkilendirmeyi, ezber yerine beceri ve yetkinlik gelişimini merkeze almayı hedefliyor. En önemlisi, taklitçi modeller yerine kendi köklerimizden beslenen, “özgün bir zihniyet inşası” vadediyor.

Elbette, bir sanatkârın kalitesi nasıl eserinde ortaya çıkarsa, Maarif Modeli’nin başarısı da yetiştirdiği öğrencilerin şahsiyetinde ve ufkunda kendini gösterecek. Bu model kâğıt üzerinde bir devrim.

Maarif Modeli’nin ruhunu sınıflarda diriltecek olan “kalp mimarı” bilge öğretmenler olacak. Bu umut vadeden hamlenin başarısı onların omuzlarında.

Yeni eğitim-öğretim döneminin hayırlı olmasını dilerim.

Yeni Akit

Yorumlar2

  • Ağacan 4 gün önce Şikayet Et
    Kaleminize sağılık hocam , hayati önem arz eden bir konuyu işlemişsiniz. Allah razı olsun.
    Cevapla
  • Aşağımirahmetli 4 gün önce Şikayet Et
    Bu bilgilendirici açıklamalarınız için teşekkürler, bütün bu söylediklerinizi öğrencilik hayatımızda bizzat yaşadık, inşaallah bundan sonra düzgün bir eğitim proğramı uygulanır
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat