Tarihin yüklediği misyon

  • GİRİŞ25.10.2025 09:54
  • GÜNCELLEME25.10.2025 09:54

Ömrünü Rumeli’de kaybolan bir medeniyetin ruhunu anlatmaya adamış rahmetli mütefekkir yazar Münevver Ayaşlı’nın, bugünkü Balkanlar’ı anlamak için sarsıcı bir tezi vardı. Ayaşlı’ya göre Rumeli, Türk karakterinin ve devlet aklının en rafine hale geldiği asli anavatanıydı. Zira ona göre, “Orta Asya’dan gelen Türk karakteri ve ruhu, Anadolu’da yoğrulmuş, ancak en rafine, en kâmil ve en medeni formuna Rumeli’de ulaşmıştır.” Bu yüzden Rumeli’nin kaybını, büyük bir hüzün ve özlemle anardı.

O, bu meşhur teziyle yeni kuşaklara bir sorumluluk yüklemek istiyordu. Aziz millet, ne zaman Anadolu tökezlese Rumeli’nin iradesiyle, ne zaman Rumeli yorgun düşse Anadolu’nun ruhuyla ayağa kalkmasını bilmişti. Bunun en çarpıcı örneği, 1402’deki Timur gailesiydi. O büyük felaketle Anadolu’da devlet adeta yok olurken, Osmanlı’yı Fetret Devri’nden çıkarıp bir cihan devleti olarak yeniden ayağa kaldıran irade, başkenti Edirne olan Rumeli’deki sağlam temellerden beslenmişti. Tıpkı asırlar sonra çöken bir imparatorluğun enkazından Anadolu’nun milli mücadeledeki fedakârlığının istiklali yeniden garanti altına alması gibi...

İşte bugün Balkanlar’da kaynayan kazana sırtımızı dönemeyişimizin sebebi budur. Batılı başkentler için bir satranç tahtası, Moskova için Slavlık üzerinden bir nüfuz alanı olan Balkanlar, Ankara için bir dış politika meselesi olmanın ötesinde anlam taşır. Algılarımız bizi yanıltmasın; Balkan coğrafyası, İstanbul’dan çok daha önce fethedilmiştir. Balkan fetihleri 1361 senesinde başlar. Balkan Fatihi olarak bilinen Sultan Murad Hüdavendigâr’ın bir kabri de Kosova’nın Priştine yakınlarındadır. O sebeple Balkanlar, bizim için ata yadigârıdır. Ecdadın mührünü vurduğu camilerde ezanlarımız yankılanır. Köprülerinin altından bizim tarihimiz akar. Saraybosna’sıyla, Prizren’iyle, Üsküp’üyle bizim “gönül coğrafyamızdır”. Bu yüzden oradaki her kıpırtı, doğrudan kalbimizde hissedilir.

Batı’nın İkiyüzlülüğü ile Rusya’nın Gölgesi Arasında

Bugün de kazanın altındaki ateşi körükleyen aktörler değişmedi. Bir yanda Avrupa Birliği’nden Kosova’nın bağımsızlığını tanımayan Yunanistan, Romanya, Slovakya gibi ülkeler sebebiyle tek sesli ve kararlı bir politika çıkmıyor. AB’nin çabaları, yüzeysel bir sükûnet sağlama çabasından öteye geçemiyor. ABD ise bölgedeki her krizi, NATO üzerinden Avrupa’nın güvenliği için ne kadar vazgeçilmez olduğunu hatırlatacak bir fırsat olarak görüyor ve oyun kurucu rolünü pekiştirmeye çalışıyor.

Diğer yanda ise tarihi Slav ve Ortodoks bağlarını kullanarak Sırbistan üzerinden bölgedeki her fay hattını kaşıyan, istikrarsızlıktan beslenen Rusya faktörü var. Moskova’nın amacı, bölgede barışı sağlamak değil; Sırbistan’ı AB yörüngesinden uzak tutmak ve Rus yayılmacılığında Slav milliyetçiliğini bir manivela olarak kullanmak. Bu istikrarsızlaştırma çabası sadece Kosova ile de sınırlı değil. Benzer bir senaryo, Milorad Dodik’in ayrılıkçı hamleleriyle Bosna-Hersek’te de sahneleniyor ve bölgedeki barış, pamuk ipliğine bağlı kalmaya devam ediyor.

Türkiye’nin Balkanlar Üzerindeki Etkisi

İşte bu tarihi süreç, Türkiye’ye vazgeçilmez bir rol biçmektedir. Batı’nın hafızasız, Rusya’nın art niyetli yaklaşımlarının aksine, Türkiye bölgeye bir “vicdan” ve “adalet” pusulasıyla yaklaşır. Çünkü Türkiye, bu coğrafyanın yabancısı değildir; beş asırlık ortak tarihin getirdiği derin bir hafızanın taşıyıcısıdır. Bu ortak geçmiş, bize bölgedeki tüm halklarla konuşabilme imkânı verir, ama diğer taraftan Srebrenitsa katliamının acısını da unutturmaz.

Bu rol, artık sözde kalmıyor. Türkiye’nin NATO’nun Kosova’daki Barış Gücü’nün (KFOR) komutasını üstlenmesi, sahadaki kritik rolünü gösteriyor. TİKA’nın kalkınma yardımları, Diyanet’in inşa ettiği camiiler, Yunus Emre Enstitüsünün kültür ve eğitim faaliyetleri, Osmanlı eserlerinin restorasyonu gibi projeler gönül köprüsünü güçlendirme iradesinin yansımalarıdır.

Türkiye’nin artan rolü, sadece “yumuşak güç” ile sınırlı değil. Kosova’ya binlerce Türk yapımı kamikaze İHA’nın (Skydagger) teslim edilmesiyle bölgede dengeler yeniden kuruluyor. Sırbistan Cumhurbaşkanı Vucic’in önce Türkiye’yi “Osmanlı’yı canlandırmakla” suçlayıp tehditler savurması, ardından Kosova Cumhurbaşkanı Osmani’nin “Vucic, Türkiye gibi büyük bir NATO ülkesini tehdit edebileceğini sanıyor” diyerek Türkiye’yi savunması ve nihayetinde Vucic’in geri adım atarak “Türkiye’yi tehdit etmek için çok küçüğüz, Erdoğan harika bir lider” demek zorunda kalması, Türkiye'nin artık bölgede hem masada hem de sahada oyun değiştiren bir aktör olduğunun en net ilanıdır.

Tarihi ve Stratejik Bir Sorumluluk

Balkanlar’da barış ve istikrar sağlanmadan Avrupa’nın, Türkiye’nin ve hatta dünyanın güvende olması mümkün değil. Birinci Dünya Savaşı’nın Saraybosna’da çıktığı unutulmamalı. Büyük güçlerin satranç tahtasında piyon olarak gördüğü bu topraklara, bizim medeniyetimiz “gönül coğrafyası” olarak bakar.

Bu yüzden, Balkanlar’da ne zaman kazan kaynamaya başlasa, Türkiye gelişmelere müdahil olmak durumunda kalır. Zira orası, ruhumuzun inkişaf ettiği, kimliğimizin piştiği ‘asli vatan’dır. O coğrafyanın istikrarı, Türkiye’nin adil ve denge kuran rolüne bağlı. Türkiye’nin, Balkanların çağrısına kulak tıkama lüksü yok.

Refik Tuzcuoğlu / Yeni Akit Gazetesi

Yorumlar1

  • Kaan 2 hafta önce Şikayet Et
    Ellerinize sağlık.
    Cevapla Toplam 1 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat