Zorunlu, büyük hikâyemiz: Kıbrıs’tan Basra’ya kadar antiemperyalizm

  • GİRİŞ22.08.2019 08:49
  • GÜNCELLEME22.08.2019 08:49

Doğu Akdeniz, Suriye, Irak ve Kuzey Afrika bağlamında Türkiye sıra dışı bir dönem yaşıyor. Bilindiği gibi 93 Harbi’nde Çarlık Rusya’sına karşı İngiltere’nin desteğini alabilmek için Kıbrıs elimizden çıkmıştı. Kıbrıs adası İngiltere için önemli bir mevkideydi ve Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra Hindistan sömürge siyasetinin başarısını temin etmek maksadıyla buraya hâkim olmak istediler. 93 Harbi bu fırsatı onlara vermiş oldu. Kıbrıs sömürgecilik tarihinde önemli bir yer oldu. Kıbrıs’ın önemi sadece Hindistan yolunda bulunmakla sınırlandırılamazdı elbette. İngiltere’nin bütün Doğu Akdeniz ticareti açısından da stratejik bir değere sahipti.

Kıbrıs için söylediklerimiz benzer ve başka gerekçelerle bugün terör koridoru adıyla tanımlanan bölge için de geçerlidir. Basra Körfezi, İngiltere’nin kontrolündeydi. Basra Körfezi de Hindistan ile doğrudan alakalıydı fakat burası bütün Arap, Fars ve Türk coğrafyası açısından da çok büyük bir öneme sahipti. Petrolün keşfedilmesi, petrol alanlarının ele geçirilmesi ve Birinci Dünya Savaşı bağlamında yaşadığımız kayıpların önemli bir kısmı Basra Körfezi’nden Bağdat’a ve oradan da Musul üzerinden Halep’e doğru uzanan “alan koridor”la alakalıdır. Bağdat ve Hicaz Demir Yolu da Halep merkez olmak üzere Basra’ya kadar uzanan bu alanı ve Akdeniz’in doğu sahillerini boydan boya kat eder. Bu hatlar çok geniş bir alanın kontrol edilmesine imkân verecekti.

Türkiye’de hem Bağdat ve Hicaz Demir Yolu’nu hem de Kıbrıs’ı önemsizleştirmek için yayınlar yapılmıştır. Demir yollarını Alman emperyalizminin yayılmacı siyaseti açısından ele almak alışkanlık hâline gelmiştir. Kıbrıs’ın önemini azaltmak için de yayınlar yapıldı. Bunlar sayesinde hem coğrafyanın derinliği hem de Kıbrıs’ın önemi gözlerden uzak tutuldu. Bunun neticesinde hem denizlerin karasal bağlantıları hem de coğrafyanın derinliği üzerinden fikirler üretip siyaset yapmak mümkün olmadı. Bunu “Anadolu’ya hapsedilmek” biçiminde görmek çok önemlidir. Zaman içinde Avrupalı devletlerin ihtiyaçları, fikirleri ve faaliyetlerini temel alan bir bakış açısının egemen olması kaçınılmazdı. Emperyalizm üzerine telif eserlerin olmaması eseflenecek bir durum olsa da tabiî bir neticedir. Tevfik Fikret, Güney Afrika’da başarılı oldular diye İngiltere konsolosluğuna gitmişti.

Yüz yıl sonra emperyalizm bağlamında aynı alanlarda aynı sorunların yaşanmasını önemsemek gerekir. Eğer Türkiye Osmanlı’nın direnç gösterdiği alanda yeniden söz sahibi olduğunu beyan etmemiş olsaydı gerilim büyümeyecekti. Yine Batı Avrupalı devletler kendi aralarında rekabet edecekti. Terör koridoru da bir süre varlığımızı tehdit edecek ve yeni bir devlet şeklinde karşımıza çıkacaklardı. Kıbrıs’ın kaynakları da onların belirlediği ölçülere göre taksim edilecekti. Bu da klasik sömürge siyasetinin tatbiki anlamına gelecekti. Fakat öyle olmadı. Türkiye yüz yıl sonra yeni söz sahibi olduğunu beyan etti.

15 Temmuz’dan sonra emperyalist ilişkiler bağlamındaki bütün yapılanmalar temelinden sarsıldı. Çok kısa bir zaman içinde güçlü odaklar, kişiler ve fikirler önemini yitirdi. Yeni bir döneme girdiğimiz konusunda kimsenin şüphesi olmasın. Bundan başkası da olamazdı. Kendimize özgü sorunlar üzerine fikir ve faaliyet üretmeye başladıktan sonra başkalarının ihtiyaçları ve bakış açılarına göre hareket edenlerin birden ortaya çıkıvermesini yeni kavramlarla tanımlamak gerekiyor. Geçen asrın ortalarına doğru “öze dönüş” kavramı öne çıkmıştı. Bugün başkalarının gözüyle dünyayı seyredenlerin çokluğunu görünce öze dönüşçü fikirlerin önemini daha iyi anlıyoruz.

Siyasetçi, bürokrat, aydın ve burjuvazi zümresinden oluşturulan “seçkin tabaka”nın Batı güdümünde bir hayat sürmesi yadırganmıyordu. Mağlubiyetin neticesinde bir dönem bu şekilde yaşanılabilirdi. Nihayet vatan ve millet onlara ait olamazdı. Öze dönüş kavramının ima ettiği anlamları bu şekilde düşünmek mümkündür. Fakat seçkin tabakanın dini araçsallaştırarak çevreyi etkili bir şekilde kontrol edebileceği açık bir şekilde görülemedi. Dinî ve millî değerlerin araçsallaştırılması da “seçkin tabaka”lar aracılığıyla yapıldı. Emperyalizm karşıtlığının “dindar”lar vasıtasıyla küçümsenmesini başka türlü izah edemeyiz. Hâlbuki bu bir “duruş biçimi”dir, bir “yaşam estetiği”dir. Müslüman’ca bir bakış bunu gerektirir.

Duruş biçimi ve yaşam estetiği kavramlarına dudak bükenlere küçük bir hatırlatmada bulunalım: 90’lı yıllardan itibaren yaygınlık kazanan ve muhafazakâr dindarları inanılmaz bir şekilde dönüştüren kişisel gelişim kitaplarıyla hangi duruş biçimine ve yaşam estetiğine hayat verildi? Küçümsediğiniz, bizim hikâyemiz.

YENİŞAFAK

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat