15 Temmuz… Türkiye’de yaşamak!
- GİRİŞ15.07.2025 08:52
- GÜNCELLEME16.07.2025 08:28
Hain darbe girişiminin yıl dönümünde bütün şehit ve gazilerimizi rahmetle, minnetle anıyorum.
Rabbim şehitlerimize rahmet eylesin, gazilerimize de hayırlı ömürler versin.
İki cihan saadeti nasip etsin.
Bu coğrafya yaman coğrafya, hepimizin kaderi…
Bazen düşünürüm,
“Doğduğum yerde büyüseydim acaba nasıl biri olurdum?”
diye.
*
Ben Almanya’da doğdum, çok küçükken Türkiye’ye getirildim, orada burada, beni kabul eden akrabaların yanında büyütüldüm.
Bebeklik çağlarımda annem babama “yük” gelmeseydim, Almanya’da yaşayabilir, orada okuyabilir ya da okumayabilirdim.
Belki de Almanya’dan emekliydim şimdi.
Almanya’dan ve Türkiye’den birer emekli maaşım vardı, orada ve Türkiye’de birer ev almıştım.
Burada arsa yatırımı da yapmıştım, belki de kirada bir dükkânım vardı.
“Alamancı” olduğum ve parayı sokaktan topluyor zannedildiğim için birçok yakınım, arkadaşım benden borç para istemişti.
Ben de vermiştim belki de.
Vermiştim ve büyük ihtimalle söz verilen tarihlerde geri alamamıştım.
Alacağımı istediğim için de “aç gözlü” ilân edilmiştim.
Arkamdan “Bunlar da Almanya’da tuvalet temizler, burada böyle hava atarlar!” diyenler olmuştu belki de…
Buradan aldığım evi kiraya verenlerden de olabilirdim…
Kiracı evimi mahvetmiş, üstelik epeyce de kira borcu takmıştı, büyük ihtimalle.
Kendimi Almanya’da da Türkiye’de de yabancı hissedenlerden olmuştum.
Henüz ikibuçuk yaşındayken önce İstanbul’daki öksüzler yuvası kıvamlı bir yere bırakıldığım ve sonrasında da aynı şehirde, akrabaların yanında büyütüldüğüm için böyle olmadı benim hayatım.
Almanya’da doğdum,Türkiye’de büyüdüm ve yaşlandım.
Coğrafya kader işte.
Bilemiyorum Almanya’da yaşatılsaydım nice olurdu halim?
Ben burada çok zorluklar çektim, yazsam roman olur.
Bizim caddelerde, sokaklarda sürekli olarak silah sesleri duyulurdu, bombaların patladığı bile olurdu.
Annesi babası olanlar güvende hissederlerdi kendilerini.
Ben yalnız gibiydim ve çok korkardım.
Kamplaşma, çatışma, anarşi dönemlerine denk gelmişti ilkokul, ortaokul yıllarım.
Sağcı ve solcu gençler birbirlerini öldürüyorlardı sokak ortalarında.
Meğer CIA aparatı darbeciler şartları olgunlaştırıyormuş, nereden bilebilirdim o yaşlarımda.
Bizim okul hayatı acayipti, çok acayip.
Etrafımızda bomba patladığında ya da bulunduğumuz mekânlara bomba ihbarı yapıldığında okulumuz “tatil” edilirdi.
Nasıl unuturum;
Sınıf ortasında “Din” Hocamızı vurmuşlardı.
Arkadaşım okul bahçesinde otururken bacağına kurşun yemişti.
O yıllarda dünyaya gelmeme vesile olanlar Almanya’daydı, ben İstanbul’da yalnızdım.
Benim için her şey çok zor oldu.
Kaybolup gidebilirdim de…
Rabbim korudu.
Sonra…
Sonra darbe oldu.
Şartlar yeterince olgunlaşmıştı ve ‘Netekim Paşa’ ile kafadarları darbeyi yapıvermişti.
Okula gidiş yolunda dizi dizi tanklar vardı.
Koridorlarımızda da askerler devriye atardı.
Anarşi, terör bir günde şıp diye kesilivermişti.
Memlekete sözde huzur ve sözde barış gelmişti!
Biz, o ortamda ne kadar okuyabilirsek okuduk işte.
Sonra…
Yurt dışından, validemle evliliği çoktan bitmiş ve ikinci izdivacını yapmış olan Merhum Babam geldi.
Temelli geldi.
Gelişinden kısa süre sonra da kansere yakalandı.
Okmeydanı SSK Hastanesi’nde Üvey Annemle birlikte “yataktan kalkamaz halde” yaşamaya çalışan Babama baktık.
Çok çile çektik o günlerde, çok.
Zamanın hastaneleri bugünkü gibi değildi, perişanlıktı her yanları…
Her odada 12 kanser hastası vardı.
Refakatçiler sandalye üzerlerinde yaşardı.
Hastanenin o zamanın standartlarında lüks olan tek odasında bir ünlü politikacının üvey babası yatardı.
Biz sandalye üzerinde sürünürdük.
Rahmetli Babam, o günlerde “Çok geri kalmış bu ülke, çok! Buraya temelli dönüş yapmakla büyük hata ettim!” derdi.
Merhum, gelip yerleşmesinden dolayı hep ah ettiği vatanında vefat etti.
Rahmetli Dedem Kadri Efendi çok zengindi ama Merhum Babam, annesini henüz üç aylıkken kaybettiğinden ihmale uğramıştı.
Babasının zenginliği ona pek de fayda etmemişti.
Garibin cenaze namazına çok az kişi katılmıştı, öylece göndermiştik Merhumu.
Tam mânâsıyla “Geç buldum çabuk kaybettim.” hikâyesi.
Ben o günlerde Güneş adlı gazetede başlamıştım mesleğe.
Namazla niyazla alâkam yoktu.
Sonra, bir şeyler olmuştu kalbimde, ruhumda…
Dağılmak üzereyken namaza sığınmıştım.
Sular bir türlü durulmuyordu getirilip bırakıldığım memlekette.
Yine acayip şeyler oluyordu o sıralar.…
Başörtüsü yasakları, laiklik krizleri, cinayetler, insanların otuz otuz katledildiği büyük olaylar…
Vahim hadiseler…
Ben, başörtülülere destek veriyordum.
Cihat yapıyordum kendimce; kalemle cihat, fotoğraf makinesiyle cihat!
Kendimi bulmuştum.
Merhum Erbakan’ın kurduğu koalisyonda altı ay kadar nefes alır gibi olmuştum ki…
Küüüt, al sana 28 Şubat Post Modern Darbesi!
Sonra, hep darbe endişesi…
Ah şu darbecilerden bir kurtulabilse…
Her darbede elli yıl geriye götüren bu despotlardan yakasını bir sıyırabilse ülkem.
Çekişmeler kavgalar…
Ben gözü pek delikanlıydım o sıralar.
Onu bunu biçiyordum, iki ayet iki hadis bilgisiyle.
Taban beni alkışlıyordu.
Coşuyordum.
İnancım, nefsim birbirine karışmıştı…
Alkışlarla, tehditlerle yaşıyordum.
Birileri alkışlıyordu beni, birileri de tehdit ediyordu.
Biz öyle “dıgıdık dıgıdık” koştururken…
Bu ortamdan, Türkiye’nin sürüklendiği bu “laik antilaik çekişmesi” ortamından birileri istifade ediyordu.
Sonradan gördük ki…
Arka kapılarda neler neler dönüyordu!
*
İşte o ortam…
İstismarcılar için ne fırsatlar sunuyordu ne fırsatlar!..
İşte…
Birilerinin “cemaat” numarasıyla her yere sızdığı ortam bu ortam, vasat bu vasat.
*
Her yere her yere sızdılar bitmez tükenmez “laik-antilaik” kavgalarından istifadeyle…
Sonra…
Sonra işte, olanlar oldu...
Ülkem, 15 Temmuz’a kadar geldi.
O günden bu yana dağılanları toparlamaya uğraşıyoruz hep birlikte.
Neler neler yaşadık biz…
Başımıza neler geldi neler…
Nice güzel kavramımızın içleri nasıl da boşaltıldı.
İnsanımız nasıl da her “Dini” yapıya şüpheyle bakar hale getirildi.
*
Bundan sonra ne yapacağız peki?
Bu güven bunalımını nasıl aşacağız?
Bunun tek bir yolu var galiba:
Bütün istismar unsurlarını ortadan kaldırmak.
Atatürk istismarcılarıyla, Din istismarcılarıyla, mezhep istismarcılarıyla, etnisite istismarcılarıyla mücadele etmek.
Bunun için de…
Liyakati öne çıkarmak.
Bunun başka yolu var mı?
Vay hemşehrim, vay partilim, vay şuyum, vay buyum…
Vazgeçmemiz lâzım bu işlerden!
İlişki ağlarını değil, liyakati esas almamız lâzım.
Kamplaştırıcı dilden de uzak durmamız lâzım.
İşte gördük;
Laik-antilaik kamplaşması şer odaklarını besledi.
Kamplaşmadan nice istifade eden oldu, ne servetler yapıldı kayıp giden hayatlar üzerinden!
Şimdi…
15 Temmuz Hain Darbe Girişimi’nin yıldönümünde…
“İstismarcılıkla mücadele” çağrısı yapıyorum herkese.
Atatürk istismarcılığıyla, Din istismarcılığıyla, mezhep istismarcılığıyla, etnisite istismarcılığıyla mücadele!
Serdar Arseven / Haber7
Yorumlar6