Bu devirde babana bile!
- GİRİŞ04.11.2025 08:49
- GÜNCELLEME04.11.2025 09:58
“Güvenme dostuna saman doldurur postuna!” diyenler hiç de iyi dememişler.
Güven olmayınca olur mu?
İnsanı en çok yoran “kırgınlık” değil, bir daha güvenememek.
Birinin bana olan güvenini sarsmaktan da, güvenimin sarsılmasından da çok korkarım.
Güvenin bittiği yerde korku başlar.
Kalbin “tamam” deyişidir güven.
Birine, birilerine güvenebildiğinde ruhun derin bir nefes alır.
Sürekli olarak endişe etmek, şüpheler içinde yaşamak ne ağır bir yüktür.
Güvenebilen insan manevi yüklerinden kurtulur, yükselmeye başlar.
Birisine güvenmek rüzgârın saçlarını okşamasına izin vermek gibidir.
Birisine güvenmek ne güzel bir duygudur.
Hele hele herkesin güvendiği bir insan olabilmek…
*
“Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyuran Hz. Peygamber’e (s.a.v.) risalet öncesi hayatında da “Muhammed el-Emin” denilirdi.
İnanılan, güvenilen, emin olunan Muhammed.
“Size şu dağın ardından bir takım süvarilerin gelmekte olduğunu haber versem beni tasdik eder misiniz?” sorusuna, “Biz senin yalan söylediğini hiç görmedik.” diyerek karşılık verenler, Muazzez Peygamberimizi (s.a.v) risalet öncesinden tanıyan kimselerdi.
O hiç yalan söylememiş, güveni sarsacak hiçbir davranışı olmamıştı.
Geçmişteki ve sonraki sözleriyle sözleri, halleri ile halleri, sözleriyle halleri arasında tenakuz yoktu.
Emrolunduğu gibi dosdoğruydu.
Bize gösterdiği de bu yoldu.
*
Güzel Yol’a davet görevini hakkıyla yerine getirebilmenin en önemli şartı, ihlâs-samimiyet.
İhlâsla yapılan işlere “güven” duyulur.
İşin içine “kurnazlıklar” girmişse “desinler” beklentisi girmişse…
Maddi menfaat hesapları girmişse…
Muhatabınız bunu mutlaka hisseder.
Biz, söylediklerimizi çocuklarımızın bile dinlemiyor, anlamıyor oluşlarından şikâyetçiyiz değil mi?
Sözümüz niçin tesir etmiyor acaba?
Misal:
Elinde “sigara”, karşısındakine “sigaranın zararları anlatan” adam!
Bu durumdayızdır belki de…
Kalbimizde “kirler” oluşmuştur, kafamızdaki hesaplar şöyle içten “dua” etmemize engel oluyordur…
Ben dindar bir ailede büyümedim.
Öyle bir eğitimim de olmadı.
Küçükken, yatmadan önce Allah’a dua etmek, nereden geldiğini bilmediğim rutinimdi…
Bir o vardı bende.
O zaman öyle dua ederdim ki…
Duam bittiğinde dünyanın orduları üzerime gelse korkmayacak halde olurdum.
Sonra sonra…
İşin içine, mesleki rekabet, politika, haber yakalama gayretkeşliği vesaire girdi…
Ne kadar çabalarsam çabalayayım, “Eski Serdar”ı bulamaz oldum.
Bunun böyle gitmeyeceğine kesinlikle kanaat getirdiğim noktada da, kalbime doğru geri çekildim.
Bugünkü halimle etrafıma baktığımda…
Ülkeme baktığımda…
Büyük bir “güven bunalımı” görüyorum.
Hekime, hâkime, hakeme güvenmeyen insanlar olduk.
Anamıza, babamıza, evlâdımıza, kardeşimize, hayat arkadaşımıza güvenmeyen insanlar olduk.
Güvendiğimiz dağlara karlar yağdığını göre göre bu hallere düştük.
*
Bu böyle gitmez.
İnsanoğlu hep böyle “eller tetikte” yaşayamaz.
Güvensen aldatılıyorsun, güvenmesen bunalıyorsun…
Çaresi ne bu işin?
“Dua müminin silâhı.”
Duanın dua olabilmesi için de “ihlâs” lâzım.
Samimiyet lâzım.
Rızkın helâl olması lâzım.
Şüpheli olandan mümkün mertebe uzaklaşmak lâzım.
*
Şöyle bir gözlerinizi kapatın ve bütün kalbinizle, tertemiz duygularla dua ettiğiniz, edebildiğiniz anları hatırlayın:
O anlarda ne kadar güçlü, ne kadar “emin” oluyor değil mi insan?
“Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin!” diyenler, “tedbir” kılıfıyla kalbimizi köreltiyorlar.
Niçin hep “başkalarına güvenmekten” başlıyoruz işe?
Niçin “güvenilir olmaktan” başlamıyoruz?
Annenin, babanın, evlâdın, kardeşin, hayat arkadaşının, etrafımızdaki herkesin “güven duyduğu” insan olabilmeyi hedeflemiyoruz?
Yorumlar5