''Ver Ramazana, gitmez yabana''

  • GİRİŞ06.08.2011 08:04
  • GÜNCELLEME06.08.2011 08:04

Pek Sayın Okuyanlarım

Recep, Şaban derken Ramazan da geldi çattı.

Ramazan deyip geçmeyin, mübarek bir aydır. Ehline sorarsanız on bir ayın sultanıdır.

Heyhat, insan nankördür, kadir kıymet bilmez. On ayın kıymetini bilemeyen beni adem şu bir ayın kıymetini ne bilsin?

Ramazan da Ramazan ha! Yanıyor mübarek!

Ben bu ayları çocukluğumdan bilirim. Çeşme başına yüzümü yıkamak için varıp, ağız çalkalamaya yeltenip, mideme su girmedi diye çok oruç sakatlamışlığım var. Dalda kirazlar, mayhoş elmalar, can erikler gücenir diye çokça fedakârlık yaptım. Ama fedakârlık da bir yere kadar…

Sonra, bir gün, hiç beklemediğim bir gün, babam bu tür fedakârlıklara son verecek adımı attı. Toprağı bol olsun, ömrü boyunca hangi okulun hangi sınıfında olduğumu bilmeyen ve ben üniversiteyi bitirene kadar “kaymakam çıkacağımı” zanneden babam sınıfın kapısında göründü.

Kasketi elinde, öğretmenle fısıldaşmaları ve öğretmenin gözündeki anlık ışıltı hala gözlerimin önünde… Öğretmen beni sınıftan çıkardığında, bir sınıf altta okuyan erkek kardeşimin babam tarafından sol elinden sıkıca kavrandığını gördüm.

Ortada babam, bir yanda ben, bir yanda kardeşim, ellerimiz babamın sıkıca kapanmış parmaklarına mahkûm, eve doğru yollandık. Babam, okul zamanı eve gitme nedenimiz konusunda son derece ketum davrandı.

Bu zamansız eve dönüşün sebebi şehirdeki dayım mıydı? Yoksa komşu köye gelin gitmiş olan teyzem mi gelmişti? Bütün sorular gibi bu sorular da cevapsız kaldı. Bütün soruların cevabı kardeşimin kaygı yüklü ve fısıltısında saklıydı.

Sokağın başındaydık ve kardeşim ileride, bizim evin önündeki elektrik direğine bağlı simsiyah, kocaman katırı işaret ediyordu. O katır benim ömrümce gördüğüm en büyük katırdı. Aslına bakarsanız bu katır biz yaştaki erkek çocuklar arasında tekinsiz bir şöhrete sahipti.

Amerika tarafından Yunanistan’a ve Türkiye’ye tarımı geliştirmek ve Sovyet etkisinden kurtarmak için yapılan yardımların önemli bir kalemini bu katırlar oluşturmuş. Askerler tarafından topçu birliklerinde mekkâre olarak, siviller tarafından da yerli ırklarının aksine hatırlı adamların bineği olarak kullanıyormuş.

Dedelerimiz de, binicileri olan vergi memurları ve zaptiyeler nedeniyle, bu katırlarla ilgili nahoş anılara sahiplermiş. Ama bu katırın binicisi üç mesleği birden icra ediyordu: Berber Hilmi, dişçi Hilmi ve sünnetçi Hilmi…

Rahman’ın rahmeti üstüne olsun, büyüklerimiz tarafından minnetle karşılanan bir adamdı. Biz de umutsuz bir itaatle ve çaresiz bir saygıyla karşıladık onu. Sonrası erkeklere malum… Fenni olmasa da sünnetçi sünnetçidir.

Bizim sünnetçi de fenni olmayanlardan, yani diploması olmayan; mesleği ustadan, atadan, babadan öğrenmişlerdendi.

Rivayete göre Sünnetçi Hilmi; ustadan, atadan babadan öğrendiği mesleğin bir cüzünü çırağına da öğretmiş, çırağını yeni bir meslektaş olarak zanaat ehline katmış.

Gel zaman git zaman diplomasız icrayı zanaat yasaklanınca bu yeni meslektaş usulü dairesinde bir diploma edinip “fenni sünnetçi” adıyla kasabanın ve civar köylerin yolunu aşındırmaya başlamışsa da pek iltifat görmemiş.

Bir gün Sünnetçi Hilmi’ye bir celp kâğıdı ulaşmış. Diplomasız sünnetçilik yaptığı için hakkında şikâyet vaki imiş. Duruşma gününde, hâkim önünde müşteki ile karşılaşmış. Arif ve arife okuyucuların anlayacağı üzere şikâyetçi kişi fenni sünnetçi, hain çırakmış.

Hâkim ne yapsın? Onun çocuğu da Sünnetçi Hilmi tarafından sünnet edilmiş. Hilmi efendiye diplomasız sünnetçilik yapmanın yasak olduğunu anlatıp bir diyeceği olup olmadığını sormuş.

Sünnetçi Hilmi “suçunu” itiraf etmiş ve şikâyetçiye kendisini kimin sünnet ettiğinin sorulmasını istemiş. Fenni sünnetçi, hain çırak başı önünde sünnetçi Hilmi’yi göstermiş. Hâkimin burada zikredilmesi uygun olmayan ikazları ve müşahitlerin utandıran bakışları altında şikayetinden vazgeçmiş..

Sünnetçi Hilmi’den bizim köye kalan bu hikâye ve bana kalan sünnet bahanesiyle varlığından haberdar olduğum ağabeyim oldu. Size kalan da galiba bu yavan anımsama.

Sakın başlığa bakıp kandırıldığınızı düşünmeyin. Yavan yemeği telafi etsin diye tatlıyı en sona sakladım.

Ramazanda bazı camilerde teravih namazının aralarında müezzinler salat ü selam getirdikleri gibi bazı kasideler de okurlardı.

Ayın ortalarında bir camide müezzinlerden bir küme, bütün sesleriyle “Münafıklar bu ayın çıktığını ister” dizesini kaside ile selat ü selam arasına sıkıştırınca tesadüfen namaza kalmış olan Baba Erenler yanındakinin kulağına eğilir ve şöyle der: “Evlat, müminler de isterler ama seslerini çıkaramazlar...”

Dr. Ümit Akça - Haber 7
mystymy00@yahoo.com

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat