Dışarıda gürül gürül akan bir dünya

  • GİRİŞ09.09.2008 14:55
  • GÜNCELLEME09.09.2008 14:55

Ola ki "beklenmedik" bir  sonuç ortaya çıkarsa, nasılsa Asimov'un o ünlü kısa öyküsünün kahramanı Naron, evrenin bir yerinde gerçekten yaşıyorsa, ağır ağır kalemini çıkararak küçük deftere yazdığı son adı çizecek ve 'ahmaklar...' diye homurdanacaktır... 

Peki CERN sonucu tam olarak kestirilemeyen bir deney değilse neden bu kadar abartılıyor ve Yaratılışın sırlarını çözeceği iddia ediliyor.

Gerçekten Yaratılışın sırrı aranıyorsa ortaya çıkması "muhtemel" yeni 'bebek evren' bizim kucağımızda kalamayacağına göre 'ahmaklık' olasılığını niye bu kadar küçümsüyoruz? 

Her neyse bekleyip göreceğiz ama "küçük dünyamız" olası bir kıyamet yaşarsa; en çok,  tahrif olduğu tartışma götürmeyen Tevrat'a dayalı hesaplarla ortaya atılan Armegedon tarihlerine "iman edenlere" güleceğim öbür alemde, bilesiniz...  

İşin şakası bir yana insanın ara sıra, kafasını yaşadığı "küçük  dünyadan" çıkartıp, etrafında neler olduğunu görmesinde yarar var.

Bu yüzden dün erken çıktım işten ve "küçük dünyamın" dışında neler olduğuna bakmaya karar verdim uzun zaman sonra. Dışarısı dört bir yöne koşuşturan ama hangi yöne giderse gitsin acele eden insanlarla doluydu. Normal zamanlarda sanırım ben de ya eve ya işe gitmek için bu kadar acele ediyorumdur. Kim bilir? Oysa ne diyordu Cansever usta "her yere yetişilir / hiçbir şeye geç kalınmaz ama..."

Konu Cansever olunca, ben neden 'Onlar kan sever ustam, biz inadına Canseveriz' demiştim bir aralar diye düşündüm. Sonra hatırladım; kavgaya koşardı sevdiklerimiz, biz umutla sevişmeye beklerdik! 

Eyüp'teki yokuştan inerken yeni ergen bir kız beni görünce döndü yolundan, sözüm ona bir kediyle konuşmaya başladı gözlerini bana dikerek... Kasıt var mıydı bilmem ama etekleri de dizlerinin üstünde kalmış ama o düzeltmeye gerek bile görmemişti...  (Kötü niyetli olan benim biliyorum, merak etmeyin başımı öte yana çeviriyorum)  "Bizim zamanımızın genç kızları böyle değildi" diye düşündüm. Değil miydi? Ama şurası kesin ki bizden bir önceki nesil böyledi. Olmasa, Arif Nihat Asya'nın Kıbrıs Rubaileri'ndeki 'bırak kızım sen yorulma rüzgar kapatsın açtığını' mahiyetindeki mısralar nereden çıkmıştı! Neyse ben ilgilenmeyince genç kızımız da zaten kediyle ilgilenmeyi bıraktı ve devam etti yoluna. Arkama dönüp bakmadım aynı yöne gidiyorduk...  

Akın akın Eyüp Camiine doğru koşturanlar sıklaştı sokağın bitiminde. "Nereye ey güzel insanlar?" diye sormam saçma olurdu. Türbe niyetine camiye gidiyorlardı işte... Türbenin duvarlarına ellerini yüzlerini sürüp, öbür alemde bunun kendilerine sağlayacakları faydanın hesabı yapacaklardı. Sanırım benim onlara neden acele ettiklerini sormam daha mantıklıydı.  Televizyon programında seyirci olup, ekranda görünebilmek hevesi de olabilirdi bu acelenin nedeni. Ama aslında merak da etmiyordum, sadece konuşmak için konuşuyordum işte...

Otobüse bindim. İMÇ'ye kadar yolcuların kaç kez saatte baktıkları, kaç kez cep telefonlarını okşadıkları çekti dikkatimi. Belli ki araçta otururken dahi acele etmekten taviz vermiyorlardı...

İMÇ'de indim ve 'dergaha' uğrayıp 'şeyhe' selam verdim. Niyetim selam verip, ayrılmak ve diğer dostları da görmekti. Ama müzisyen bir dost da oradaydı ve zorla oturtturdular beni. İyi ki de oturmuşum. Müthiş bir kaç beste dinledim daha kimse dinlemeden önce. 'Ne zaman çıkıyor?' dedim. "Ramazan'a yetiştiremedik" dediler. Üzüldüm. Şeyhin müzmin parasızlığı bu muhteşem bestelerin bayramda bile dinleyicilere ulaşmasını engelleyecekti belli ki... 'Yahu sen bunu niye şeyhe getirdin, götürseydin ya Şahin Özer'e" dedim... Şeyh güldü... Meğer bir sene önce göndermiş müzisyen dostumu Şahin Özer'e ama her ne hikmetse dinleme şansı bile olmamış ünlü yapımcının... "Ne kaçırdığını bilse kimbilir ne kadar üzülür" diye düşündüm...  Abartmıyorum.

Telefon fihristimi çıkardım. "Ne kadar para gerekir bu işe bir sponsor bulunsa" diye sordum. Müzik piyasasına göre düşük  bir rakam söylediler. Albümün stüdyo işleri bittiği için çok masrafı kalmamış...  'Yahu şu işe bir el atın kardeşim' diyecek bir isim aradım fihristimde. Yuh çektim sonra kendime. "İnsanın kendisinden daha zengin tek bir dostu bile olmaz mı? İnsaf!"..

Sonra vedalaştık ve ben kitabı baskıdan yeni çıkmış "ağabey dostumun" verdiği iftara katılmak  için yola koyuldum. Unkapanından Cağaloğlu'na yürüdüm eski günlerde olduğu gibi....

Hiç acelem yoktu. Yanımdan koşturan insanların arasında tepeden görüntüm kayda alınsa komedi oluşturacak denli ağır ağır yürüyordum. Bir ayakkabı boyacısı genç, 'boyayalım mı abi' dedi. 'Boya' dedim. "Kaç ayakkabı boyuyorsun günde" diye sordum o boyarken. "4-5 abi" diye cevap verdi. 'Yuh, bütün gün bu kadarcık insan mı ayakkabı boyatıyor" dedim. "Ne bütün günü abi, akşamları 3-5 saat anca boyabiliyorum, bu saatte herkes gidici, ona da şükür!' dedi. 'Ee' dedim; "gün boyu ne yapıyorsun?" "Yatıyorum karımın yanında ne yapıcam be abi!' dedi 'şopar şopar' gülerek. "Eee, tembel tembel yatacağına gel çalış gündüz başka işin yoksa" dedim. "Abi zabıtası var, polisi var, bırakmıyor ki ...." ... "Anladım" dedim, sustum...  

Bu kez o bana sordu: "Sen ne iş yapıyorsun?"  Gazeteciyim demek geçmedi içimden. "Fotoğraf çekiyorum" dedim. "Fotoğraf çekilerek geçinilir mi abi dalga mı geçiyorsun?" dedi. "Neden geçinilmesin" dedim. Güldü boyamaya devam etti.  Sırtımda fotoğraf makinem ve bilgisayar çantası süsü verilmiş evrak çantası ile kendimden emin sordum: "Ee, peki sana göre neye benziyorum". "Kafticiye benziyorsun abi" dedi. "Hadi ya, o kadar kötü mü vaziyet" dedim. "Abi saçların kırlaşmış ama paçalar hala 18 maşallah. Hem de kafticiliğin kralını yapanlara benziyorsun" dedi.  Vitrinde kendime baktım. Demek dış dünyada 'kaftici' tiplemesi bir hayli değişmişti, biz ekran başına kilitlenip kalalı....  

Not aldım zihnimde; "Pantolonlar bundan sonra bol paça seçilecek!" Boya bittiğinde aslında daha da fazla vermeyi düşünüyordum ona ama beni kaftiyiciye benzettiği için 5 YTL vermekle yetindim. Bir nevi sadakan ceza yedi yani benden! Ama zaten normal fiyatın iki katı olduğu için ağzı kulaklarında el salladı yine de boyacı genç arkamdan dua ederek... 

Açık renk pantolon ve tişörtümün yanı sıra, uzun keçe gibi kaba saçlarımın üstünde 1970'lerden kalma dört yandan terekli güneş şapkası ile birlikte girdim iftar verilen mekandan içeri. Herkesin yüzünde bir gülümseme oluştu. "Kafticiniz geldi" diyecektim nerdeyse... Başörtülü genç kız hafif öfke kokan bakışlarıyla baktı yüzüme. Anlaşılan bu kıyafette birinin 'selamunaleyküm' demesini yadırgamıştı. Gülümseyerek oturdum... "Ağabey dostum" gündemle ilgili sorular yöneltti. Gündemle ilgili kıvırtmalarda geçiştirdim soruları. Hoş, beş derken yemekler yendi.

"Namaz kılma zahmetine katlandığından ve müslümanca yaşama mahrumiyetine mahkum edilişinden dolayı" cennete alınmazsa kendisine büyük haksızlık yapılmış olacağını söyleyen "muzip arkadaşımız" bir an önce namaz kılmak için acele ediyordu. Israr edip, iyi dans edince, kendisiyle beraber bir kaç kişiyi de alıp götürdü. 

Aslında ben onu görünce bizim müzisyen arkadaşın Şahin Özer'i kıskançlıktan çatlatacak o muhteşem besteleri için danışmanı olduğu şirketlerden sponsor bulunmasının söz konusu olup olmayacağını sormayı kafaya koymuştum. Ama o benle gözgöze gelme zahmetine bile katlanmadığı için bu 'muhteşem fikrim' dalında olgunlaşmadan pörsüyen bir yaban mersini gibi kaldı! 

Hiç bir eylemde acelemiz olmadığı gibi o eylemde de acelemiz yoktu. Bir süre daha meclisin tadını çıkarttık. Sonra  "genç arkadaşımla" birlikte ayrıldık mekandan, üniversite yıllarından bildiğim ara sokaktaki küçük bir camiyi ziyaret ettik. Camında 'bu yeri gizli kamera ile gözetlenmektedir' diye bir çıkartma vardı. Aslında koyu renk yazılı kısımlar kazınmaya çalışılmış ama çıkmamıştı tam olarak.  'İşyeri' kelimesini görünce "muzip arkadaşımızın "cennet kazanma mesaisi" için ideal bir mekan olduğunu düşündüm...

Sonra yazar arkadaşımızın konferans vereceği mekana geçtik. Müthiş bir kalabalık vardı. "Burası" dedi genç arkadaşım, "mümkün değil" dedim. Benim tanıdığım "ağabey dostumu" ancak taşlamak için toplanabilirdi bu kadar kalabalık. Nitekim yanılmamıştım bir eğlence ve müzik konseri varmış. 

Fakat yazarlar da aynı mekanda arada çıkıyormuş. Eh o gösteri için toplanmış kalabalığın en azından yarısına beleşten kondu yazar "ağabey dostum" (Kıskanıyorum sandığınızı biliyorum. Ama inanın daha bereketli olması için dua ediyordum... Çünkü kitabı gerçekten mahşeri kalabalıkların ilgisini hak eden bir içeriğe sahip..  )

"Ağabey dostum" kötü hazırlandığı için oldukça dağınık bir konferans oldu. Kitabı yazılmadan okumuş olduğum halde ben bile karıştırdım. Konuyu hiç bilmeyenler gıpta ve hayretle dinlese de konulara biraz vakıf olanlara önemli açıklar verildi. Onlar da bırakılan açıklardan saldırarak "ağabey dostumun" karizmasını zedelemek için elden gelen taaruzları yapmayı ihmal etmediler. Eğlenceliydi benim için. "Ağabey dostumun" için o an biraz sıkıcı olsa da şu an eğlenceli olduğuna emin olmanın rahatlığı için de yazıyorum...

Onlar konferans sonrası sıraya girenlere kitap imzalarken biz genç dostumla birlikte ayrılıp Karaköy Güllüoğlu'nda tatlı yemeğe karar verdik. Tabi bütün bu eylemler esnasında itfar yaptığımız mekanı saymasak etrafımızda sürekli koşturan bir kalabalık söz konusu... Onları size zikretmiyorum ama kapsama alanımın dışına çıkartmış değilim...

Karaköy'de de durum çok farklı değildi. Hatta biz tatlılarımızı yerken dükkan çalışanları bile koşturmaya iştirak edip kepenkleri kapatıverdiler. :) Kapalı kepenklerin önünde bir süre daha sinema ve yönetmenler üzerine söyleştik. Topu topu tandığım 5 yönetmen vardı zaten ama Ali Murat Güven'i yeni ziyaret etmiş olduğum için 'son sürüm' bilgilerle vaziyeti idare edip 'bilgiç, bilgiç' konuşmaktan taviz vermedim!

Sonra  "hadi gel, oldu olacak bir de kahve içelim senle" diyerek genç dostumla karakola kadar yürüdük. Karakolun yanındaki kahvede pek çok tanıdık yüz göreceğimi tahmin ediyordum ama hiç tahmin etmediğim tanıdık yüzlerle karşılaştık.

Daha girişte birisi o kadar tanıdık geldi ki selam versem 'nasıl olup da tanımadığımı' izah edemeyeceğim için gözlerine bakarak geçtim. İçeride bir köşede sakallı eski bir dost, yanında sadece kitaplarından ve yazılarından tanıdığım kadın yazarla okey oynuyordu. Yanlarında başka ne zaman görsem yadırgamayacağım ama o günün gündemi içinde yanyana olmalarına şaşırdığım seyirci bir kaç isim daha vardı. Diğerleri neyse de tabelayı tutan ağabeyim, dostum, şeyh-i sanim ve kültür sanat alanındaki ustama entellektüellik adına çok şey borçluydum. Selam vermesem çok ayıp olacaktı.  Ayıptır söylemesi o kadar uzun zaman olmuştu ki görmeyeli, aslında tanımakta bile güçlük çekmiştim ilk bakışta ama derinleşmiş yüz çizgilerine ve çoğalan aklarına rağmen oydu işte.

Yanlarına gidip selam verdim. Sakallı eski dost gülerek, 'aa Yaşar, hoşgeldin, nasılsın' diye sordu. Teşekkür ettim. Yanına mutlaka uğrayıp selam vermemin büyük borç olduğu ustam da "hoş geldin" diyerek ne kadar değiştiğimi yüzüme vuruverdi ayaküstü!  Yıllardır bir kez olsun yeni mekanına gidecek vakit bulamamış ve 'hayırlı olsun' diyememiş olmanın mahcubiyeti içinde eski yıllardan kalan tüm hayranlığımla bakakaldım öylece yüzüne.  O esnada masada bulunanların başını kaldırmaya bile gerek görmediğini fark ettim. Diğerlerini çok önemsemedim zaten tanışmıyorduk ama 'nasılsız' diyebilmek için gözlerini yakalamaya çalıştığım 'Genel Yayın Yönetmeni' arkadaşın kafasını kaldırmaması zoruma gitti. Oysa tavuğuna bile kışt deme şansım olmayacak kadar ayrı dünyaların insanlarıydık...

Ustamdan müsaede isteyerek bol şans diledim herkese. Geniş bir zamanda konuşmak dileğiyle...

O arada işinden yeni ayrılmış olmanın hüznü içinde olan ve  'Midasın kulaklarının eşek kulakları' diye bağıracak bir kuyu arayan arkadaşımızla söyleştik bir süre. Sonra girişte kapıda tanıdığımı sandığım o arkadaş girdi içeri ve 'beni çıkarttığının' müjdesini verdi. Ben de yüzündeki yuvarlak hatları biraz düzleştirip üzerine bir de bıyık ekleyince' onu çıkarttım... Sonra ikisi bir şey konuşmak üzere beraber ayrıldılar yanımızdan. Genç dostumla ben de fırsattan istifade gitmeye karar verdik.

Sat 24.00'e geliyordu ve Sarıyer'e geçmem gerekiyordu. Pek çok semte saat 21.00'den sonra vasıta bulunamazken benim gece yarısı 03.00'da bile vasıta bulabilecek olmanın rahatlığına sahip olmama şükrettim... Yürüdüm kaldırım boyunca, Salı Pazarından geçtim...  Sevgililerimi çok özlediğimi fark ettim... Ali ve Ümit olmalıydı şimdi yanımda...

Yarım akıllı yaşlı bir kadın dilenci hâlâ bir kaç kuruş kazanma ümidiyle yolda seyreden araçlardan medet umuyordu. Ama araçların zaten durma şansı olmadığı için alel acele yanından geçen tek tük insanların da onu fark etmeye niyeti yoktu...

Beşiktaş'a kadar otobüs sonrasında minibüsle eve dönerken insanların gündüz olduğu kadar kalabalık olmasa da caddelerde hala tek tük koşturmaya devam ettiklerini seyretmeyi sürdürdüm.

"Her yere yetişilir / hiçbir şeye geç kalınmaz ama..." diye mırıldandım tekrar..  "Ahmet Abim güzelim" kısımlarına hiç girmedim ağzına pelesenk olan o şiirin çünkü gece yarısı olduğu halde kafam hala 'cin gibi' çalışıyordu... Şiir zekamla hemen orada bir espri üretiverdim ve benim konuyla ilgili şiiri 'Onlar CERN sever ustam, biz inadına Canseveriz' yapıverdim... 

Ama hiç bir şey engellemiyor sevgililerimizin hâlâ kavgaya koşuyor olmasını malesef... Görünen o ki biz daha çok bekleyeceğiz...

Dışarda günül gürül akan bir dünya var ve ben genelde bu durumlarda hep Pink Floyd'un the Wall'ını tercih ederken  nedense bu sabah işe gelir gelmez Ezgi'nin Günlüğü'nün Uzaklara adlı parçasını dinlemeyi tercih ettim: "Anne ben mi yoruldum, yoksa dünya mı duruldu!...

YAŞAR İLİKSİZ - HABER 7

yasar.iliksiz@haber7.com

Yorumlar1

  • Metin Yazar 17 yıl önce Şikayet Et
    O yalnız değildi. Yaşar İliksiz'le (yazdıklarıyla sınırlı olarak) bir çok konuda ters düşsem de,yazılarını seviyor ve zevkle okuyuyorum.Bu son yazısı en beğendiğim yazılarından biri oldu.Çünkü yaşanmışlıklarını satırlara dökmüş.Gerçekler hayallerden daha çok mutlu ediyor beni.Onu okurken ben de onun yanında gittiği yerlere gittim,oturduğu yerlerde oturdum,konuştuklarına selam verdim...
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat