Cemal Şener'in kafasını karıştıran mevzular
- GİRİŞ22.11.2010 16:07
- GÜNCELLEME22.11.2010 16:07
İçinde bulunduğumuz ayın başında hazin gelişmeler sonucu kaybettiğimiz Antropolog Cemal Şener ile 90'lı yılların ortasına doğru Cihangir'deki ekmek teknesinde iki kez görüşme şansımız olmuştu.
"Reel Sosyalizmin çöktüğünün" "ilan edildiği" yıllardı. Sosyalizm ve komünizm için mücadele veren solcular, sudan çıkmış balık gibi şaşkın ve yeni dünya düzeninde nasıl duruş sergileyecekleri konusunda kararsızdılar. Paneller üstüne paneller düzenleniyor ve sosyalizme “yeni vizyon” aranıyordu. İşin garibi, “Reel Sosyalizm”in çökmesine nerdeyse onlarla kıyasıya mücadele eden “Milliyetçilerden” daha çok Sünni cemaatler seviniyordu!
Gençliğinde "sakıncalı solcu" ilan edilmiş, "vur emri" verenlere teslim olarak muhtemel "yargısız infazdan" ve akabinde haksız yere yatırıldığı cezaevlerinden kurtulmuş ama YÖK mağduru olmaktan kurtulamamış Cemal Şener, üniversiteden atıldığı için tamamlayamadığı tezinden oluşan "Alevilik Olayı" kitabıyla o yıllarda Alevilik limanına demir attığı için duruş konusunda sıkıntısızdı.
Rahmetli cana yakın, samimi ve sevecendi. Araştırıyor, sorguluyor, anlamaya çalışıyor, düşüncelerini yanlış algılattırmamaya imtina ediyor ama "imansal sorgular" nedeniyle kafasının hayli karışık olduğunu da gizlemiyordu...
O günlerde İrene Melikoff'un çalışmalarına yoğunlaşmıştı ve imansal sorunlarını onun bilimsel analizleri ışığında tartıyordu... Ancak diyalektik mantık ile iman ettiği kavramların doğurduğu çelişkilerin yol açtığı gerilimi dengeleyemiyordu.
"40'lar Cemi"ndeki Hz. Ali - Hz. Muhammed tasviri konusunda "Alevilerle Sünniler aynı Allah'a inanıyorsa, bu vakayı nereye koyacağız?" diyordu mesela... Alevilerin Hz. Ali’sini tanıtmak için çabalıyor, buna rağmen Sünnilerin Hz. Ali'sinin Divanı'nı da ANT yayınları arasında neşretmekte sakınca görmüyordu.
Örneğin, Şeriat algısının pek çok Sünni’den farkı yoktu. Şeriat'ın uygulanabilmesi için devletin "Şeriatçılarca" ele geçirilmesi gerektiğine inanıyor, onların devleti ele geçirmesinin ise Aleviler için kıyametle eş anlamlı olduğunu düşünüyordu.
Şeriat'ın "devlet yönetim sistemi" olmadığını "hukuk sistemi" olduğunu izah ettim ve uygulanması için devletin illa da "Şeriatçıların" eline geçmesi gerekmediğini söyledim. Otoritenin tek hukuk dayatması ile Şeriat'ın devlet yönetim şekli olduğunu sananlara prim sağladığını söyledim.
Çok şaşırdı ve konuyu üzerinde tartışmaya değer buldu. "Niye tek hukuklu sistem putuyla düşünüyorsun?" dedim rahmetliye ve çok hukuklu sistem olduğu takdirde yöneticinin kim olduğunun sadece siyasi teferruat olacağını ifade etmeye çalıştım.
"İyi güzel de bu model de bizim rahmetli reel sosyalizm kadar romantik bir ütopya" diye güldü.
Ahmet Telli'nin, "Çölde keşfedildi ve yeniden / Bir kez daha kaybedildi ütopya" mısralarını okudum ona cevaben. Beraber gülüştük.
Çok hukuklu sistemi Rahmetlinin mantığı kabul edemiyordu. Ona göre, iktidara hakim olan güç, hukuku belirleyen güç olurdu... “O zaman, “Şeriatçıların” istedikleri gibi yaşabilmeleri için devleti ele geçirme çabalarına hak vermek gerekir” dedim.
“Yok canım, niye saygı duyayım, onlar “ötekilere” yaşam hakkı tanımıyor, mevcut sistem herkese eşit davranıyor işte!” diye tartışmayı Laiklik eksesine kaydırdı.
Sonuçta sadece "Şeriat" mücadelesinin kurallarını özünde "iman kaygısı"nın değil, "siyasi çıkarlar"ın belirlediği konusunda uzlaşabildik.
Şener'in Alevilik görüşünde siyasi boyut hep ağır basmıştı. Laiklik görüşünün ekseni, hoşgörü ve hukuk karşısında eşitlikle sınırlıydı diyebilirim.
Her siyasi mantık gibi o da siyasi heyecanla hayli yalpalamış ama İzzettin Doğan dede yerinde müdahale ve uyarılarla onu "yeni yetme" bir talip gibi uyarıp, eğiterek, olgunlaştırmaya gayret etmişti...
İkinci görüşmemizden sonra, alışıldığı üzere "Dört Kapı"nın Şeriat'ını koz olarak kullanmamı beklediğini ama benim ucuz klişelere sarılmayışım üzerine saygısının arttığını söyledi. Aleviliğin "Sünnileştirilmesi" çabalarından rahatsızdı... O yıllarda Aleviler, kimliklerini özgürce söylemeye yeni yeni cesaret edebildikleri için konunun Kürt-Türk, Alili-Alisiz boyutları yoktu...
Bugün size sıradan gelebilir ama o yıllarda bu konuları "medenice" ve “korkusuzca” tartışabilecek kapasitede insan bulmak zordu. Bugün hâlâ "medenice" ve “korkusuzca” konuşulabileceği tartışılır ama en azından tartışabilecek insan sayısında hatırı sayılır artış olduğu göz ardı edilemez...
Şahsıma göre, özünde varlığı Laiklik ihlali olan Diyanet İşleri Başkanlığı'na "yeni misyon" pardon "yeni vizyon" aranırken, kimilerinin "din dersi" polemiğiyle Aleviliğin inanç boyutunu pazarlığa açtığı, kimilerinin arşivlerde kapı gibi "Kızılbaşların katli vaciptir" fetvaları dururken Osmanlı'nın neredeyse Sünni olmadığını ileri sürecek kadar "siyaseten katli" yok saydığı şu günlerde; her nedense, yıllar öncesine uzanıp, rahmetliyle birer saati aşmayan iki görüşmemizden arta kalan "anılarımı " size yansıtmayı tercih ettim...
Ruhuna Fatiha...
Yaşar İliksiz - Haber 7
yasar.iliksiz@haber7.com
Yorumlar4