Basın özgürlüğünü tehdit eden unsurlar
- GİRİŞ15.05.2011 16:10
- GÜNCELLEME15.05.2011 16:10
Bu güne de gerek işin içine benlik girdiği gerekse, kendi reklamımı yaptığı kaygısı ile şair ve gazeteci kimliğimle davet edildiğim hemen hemen hiç bir etkinliği sizlerle paylaşmadım. Ancak izninizle bugün, bir anlamda "mesleki poetikam", bir anlamda "şahsi manifestom" olarak görülebilecek aşağıdaki metni sizlere sunabilmek için, katıldığım etkinlikten söz ederek bir istisnaya imza atmak istiyorum:
Mesleğe bakış açımı tüm hatları ile gözler önüne serdiğine inandığım bu sunumu yaptığım etkinliğin vesile olması nedeniyle de şu ana dek "sessiz sedasız gidip geldiğim" etkinliklere beni davet eden herkese, bugüne kadar medyaya yansıtmadığım teşekkür borcumu ödemiş olayım.
Yazarları okurları ile doğrudan buluşturan bu tarz etkinliklere imza atan herkesi kutlar, başarılar dilerim...
***
Ukrayna Parlamentosu İfade ve Bilgi Edinme Özgürlüğü Komitesi ve Diyalog Avrasya Platformu'nun gerçekleştirdiği "Ukrayna Türkiye Medya İlişkileri" konferansı davet edildiğimde uzun uzun düşünüp nasıl bir sunum yapmam gerektiğini düşündüm.
Kiev'de 12 Mayıs 2011 tarihinde Ukrayna Parlamentosu'nun Gruşevskovo binasında yapılan konferansta yaptığım sunum sonrası aldığım olumlu tepkiler ve akabinde doğurduğu tartışmalar bu metni daha geniş kitlelerle paylaşmam gerektiği hissini uyandırdı.
Söz konusu metindir:
(Metni tamamen teknik şartlardan doğan nedenlerle bir kaç sayfa halinde sunmak zorunda kaldığım için özür dilerim)
***
GÜNÜMÜZ MEDYA DÜNYASI VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ
Oturumuzun konusu, İfade Özgürlüğü, Gerçeğin Sınırları ve Gazetecilik etiği. Benden istenen ise Türkiye’de İnternet medyasının gelişimi, basın özürlüğünü ve önündeki engelleri ifade etmem.
Ancak ben ifade özgürlüğü hakkımı ve basın özgürlüğünün sağladığı imkânı kullanarak; geniş perspektifli bakış açısıyla durumu analiz etmeyi tercih edip, akabinde de basın özgürlüğünü tehdit eden unsurları sıralayarak, sizleri sıkmadan bilgilendirmeye gayret edeceğim.
Türkiye’de internet medyasının gelişimi konusunda Sayın Prof. Dr. Aydemir Okay’ın yaptığı sunum yeterince doyurucu olduğu için bu konuyla vaktinizi çalmayacağım…
Sunumun ana başlıkları şöyle:
1- Yeni bir çağa doğru dünya
2- Medyadaki değişim ve dönüşüm
3- Uluslararası İlişkilerde yeni bir boyut: Kamu Diplomasisi (Yumuşak güç)
4- Basın Özgürlüğü meselesi
5- Basın Özgürlünü engelleyen unsurlar
6- Sonuç olarak anlamlı bir soru:
***
YENİ BİR ÇAĞA DOĞRU DÜNYA
Bizim topraklarımızın yetiştirdiği ancak tüm dünyanın miras değeri olmayı başaran Efesli düşünür Herakleitos’un “Değişmeyen tek şey değişimdir” dediği çağda dünya, günümüzdekiyle kıyaslandığında oldukça yavaş değişiyordu.
Oysa çağımızda her şey o kadar hızlı değişiyor ki günümüzün en popüler kelimesi bile “değişim” oldu.
Teknoloji baş döndürücü hızla değişiyor. Teknolojik gelişmeler; sosyal hayatın yanı sıra, siyaseti, ekonomiyi, uluslararası ilişkileri, eğitimi, akademik çalışmaları değişime mecbur bırakıyor. Değişim mecburiyeti baskısını, moda bir kavram olarak değil içi dolu ihtiyaç olarak hissettiriyor.
Çağ, değişip yeniden şekillenirken, kendisi ile birlikte kavramlarını, dilini, sosyolojisini, ekonomisini, normlarını ve hukukunu da yeniden şekillendiriyor…
Gazeteci yeni durum karşısında şaşkın! Önem verdiği bir haberi okura ulaştırmadan, yeni bir haber o haberi de önemsizleştiriyor.
Siyasetçi iç ve dış gündemi takipte zorlanıyor.
Bürokrat gelişmelerin hayatına getirdiği teknik ve sosyal farklılıklara uyumda güçlük çekiyor.
Bilim adamları uzmanlık sahalarında ortaya çıkıveren yığınla konu arasında seçim yapıp analize hangisinden başlayacağı konusunda mütereddit.
İnsanlarla bağlantılı gerçek hayatın gölgesi diyebileceğimiz, onun kadar somut, sosyal bağlantı ve ilişkiler içeren paralel evren internet, yeni ulus üstü ya da ulus ötesi sosyal ve kültürel yapıyı şekillendiriyor.
Günümüzde insanlık sürekli çevrimiçi (online) durumda. Yaşanan her gelişim ve bulunan her yenilik, aklınıza gelebilecek her şey, anında sayısallaştırılarak dijital ortama aktarılıyor.
Meselâ şu anda biz bu toplantıyı yaparken, ortak tavır ortaya koymayı kararlaştıran pek çok sivil toplum özlemcisi, internetin sosyal ağlarındaki paylaşımların işaret fişeği ile kurumsal çatısı ve müşahhas önderi olmaksızın, tepki odaklı hareket ederek organize oluyor ve eylemini/tavrını ortaya koyuyor.
Hatta içimizden birileri cep telefonları sayesinde şu an burada neler olduğunu dünyanın hemen her noktasından görülecek şekilde o paralel evrene aktarıyor…
İşte bu somut nedenlerle rahatlıkla söyleyebiliyoruz ki özellikle 1960, 1970 ve 1980’li yıllarda doğan insanlar için zaman, dünyada daha önce hiç olmadığı kadar hızlı aktı. “Değişmeyen tek şey değişimdir” diyen ünlü antikçağ felsefecisi Heraklitos’a bir gün dünyanın bu hızla değişeceğini söyleselerdi, muhtemelen o bile bunu söyleyenlere deli gözüyle bakardı.
Bu bağlamda bundan sonraki her kuşağın dünyasının teknolojiler sayesinde bir öncekine göre daha hızlı değişeceği ve dönüşeceğini tahmin etmek hiç zor değil..
Bireyler, ulusal ve küresel şirketler, kurumlar, teşkilatlar, devletler ve uluslararası kuruluşlar “Neler oluyor, treni kaçırıyor muyuz?” sorusunun cevabını arayıp yön belirlemeye çalışıyorlar.
Zaten bugün burada Diyalog Avrasya Platformu sayesinde bizi bir araya getiren sebeplerden biri de bu. Sivil Toplum Örgütleri, araştırma merkezleri, düşünce kuruluşları her zamankinden daha aktif ve dinamik. Dünyanın her yerinde hızlı iletişim ve ulaşım imkanları sayesinde sempozyum, panel, kongre, seminer, forum sayısı katlanarak artıyor...
MEDYADAKİ DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM
Geleneksel medyanın en temel hastalığı, tek yönlü olmasıydı. Medyacılık mantığı, yakın geçmişe kadar, okura/seyirciye/dinleyiciye doğru; medyanın etkin, muhatabının edilgen olduğu bir monologdu. Teknoloji bu denli yaygınlaşmadan önce medya, kendi kendine konuşur, buyurgan üslupla anlayışını muhatabına dikte eder ve onu bir şekle girmeye zorlardı. Yaşanan değişimlerin dünyayı getirdiği noktada artık iletişim monologdan çıkıp “diyalog”a doğru evrilip etkileşimli ve tam iletişim hâle dönüşüyor. Geçmişin tersine okur/seyirci/dinleyici şimdi medyayı dönüştürüyor ve kendi kabına sokmaya çalışıyor.
Herkesin malumu ki bir muhabirin haberi vermek için ihtiyaç duyduğu üç unsur vardır; birincisi; haberi kayda almak için; kalem, kağıt, ses kaydedici, fotoğraf makinesi, kamera vs. cinsinden kayıt cihazları. İkincisi; haberini merkeze göndermek için ihtiyaç duyacağı güvercin, duman, telefon, teleks, faks, fotofaks, cep telefonu, internet, uydu telefonu gibi her hangi bir iletişim imkânı. Üçüncüsü ise haberleştirilecek ve bildirecek için bir olgu…
Tam bu noktada oturum başkanımız Diyalog Avrasya Platformu Ukrayna Milli Komitesi Başkanı Sergiy Teleşun’un yaptığı sunumda sorduğu anlamlı soruya dikkat çekmek istiyorum: “Bugünkü meslekler yarın ne olacak? Özellikle gazeteciler, siyasetçiler ve bankacılar yarın ne iş yapacaklar?”
Gerçekten anlamlı bir soru bu. Çünkü günümüzün teknoloji imkânları sayesinde şimdi herkes muhabir! Bir gazete ve televizyon muhabirinin ihtiyaç duyduğu olmazsa olmaz ilk iki maddî unsurdan görüntü alma, ses kaydetme ve iletişime geçip bunları aktarma fonksiyonlarına sahip cep telefonlarını artık sıradan her insan sürekli yanında taşıyor. Zuhur eden herhangi bir olayla ilgili haber merkezlerine bir kaç farklı açıdan, muhabirlerinin haricinde de görüntüler akıyor. Sokaktaki insanın yanı başında cereyan eden bir olayı haberleştirmek için ihtiyaç duyduğu tek şey onu servis edebileceği bir mecra. İnternet, işte tam burada devreye giriyor...
Bu metinde görüşlerinden oldukça fazla yararlandığım sevgili yazar dostum İhsan Toy’un ifadeleriyle söyleyecek olursam; “Eskiden insanlar içinde “bilen” sayısı azdı. Bu yüzden iyi bilgi kaynaklarına, hafızaya ve arşive sahip kişilere “bir bilen” denilirdi. Şimdi onların sayıları azalırken “çok bilen”lerin sayısında enflasyon yaşanıyor. Çünkü ellerinin altında sürekli büyüyen ve güncellenen muazzam bir küresel arşiv ve hafıza; internet var. Gerisi analiz, kullanabilme kabiliyeti ile “veri madenciliği”ne (bilgi yığınından, amaca göre işe yarar bilgi çıkarma) kalmış”
Tüm bu yaşananlar sebebiyle toplum mühendisliğine soyunmuşların yaydığı manipülatif haberlerin ömrü günümüzde en fazla bir saat.
İşin bir başka yüzü de şu; artık sıradan insan bile ana dilinden başka dil bilmediği halde, internetteki çeviri hizmetlerini kullanarak her ülkenin basınını takip edebilme imkânına sahip. Her ne kadar şimdilik oldukça ilkel halde olsalar da, artık her hangi bir dilde konuşulanı anında karşı tarafa başka bir dilde anlatan cihazlar hayal değil. Düne kadar bilim kurgu unsuru olan bu gelişmeler sayesinde yakında ben Türkçe konuşurken, isteyen o konuşmayı Rusça ve İngilizce olarak aracı insana gerek kalmadan dinleyebilecek hale gelebilir…
Böylesi bir ortamda ülkelerin medyaları önce yerel veya ulusal düşünse de son tahlilde küresel düşünmek ve konum almak zorunda. Vizyonunu ve stratejilerini küresel hedef kitleye göre ayarla(ya)mayanlar, çok da uzak olmayan bir gelecekte yarış dışı kalacaklar.
Tabi felsefi boyuttan bakarsak “bu yarışın kime ne hayrı var”, “yarış dışı kalmak kötü mü” noktası tartışmaya açık…
Her şeyin daha da görünürleştiği, gerçeklerin üstünün örtmenin neredeyse imkânsızlaştığı günümüzde, bu durumdan elde ettiğimiz en büyük kazanç; doğal akışının tersine kamuoyunun iknâsı ya da yönlendirilmesinin gittikçe zorlaşmasıdır..
MEDYA İLİŞKİLERİNDE YENİ BOYUT: Kamu Diplomasisi (Yumuşak güç)
“Bu konunun bu sunumda ne işi var?” diyen arkadaşlarımız olabilir. Ancak günümüzde değişimleri teknolojiden sonra en fazla etkileyen unsur olarak Kamu diplomasisini zikretmeden geçemeyeceğim.
Tarihte tek cümle ile ifade edilebilecek nadir olaylar; vukuuyla kendisine bağlı veya bağlantılı şekillenen yapıları aşındırıp, onları dönüştürerek veya yıkarak, dönemsel dengeleri değiştirici rol oynayıp, birtakım etkilerin, tedricen ve dalga dalga küreye yayılmasına sebep olurlar.
Bu bağlamda 1991 yılı dünya tarihi için, 1917′de temelleri atılıp 1922′de kurulmuş Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla yerini, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)’nin alacağı bir milattı.
Öncesinde (1945) şekillenmiş soğuk savaş ile ifadesini bulan çift kutuplu dünya 1990’lı yıllardan sonra ABD tarafından hegemonik tazda tek kutuplu hâle sokulmaya çalışılmıştı. Ancak 2000’li yıllardaki sosyal, ekonomik ve siyasi gelişmeler çok kutuplu bir geleceğin teşekkül ettiğini göstermektedir.
Gelinen durum; askeri veçhesi NATO ve Varşova Paktı olan ABD ile SSCB’nin iki kutuplu dünyasının düaliteli doğasına göre merkezde bina edilip, çevre ülkeler tarafından da uyumlanan kapitalist-komünist, iyi-kötü, dost – düşman, biz - ötekiler gibi basit, düz ve kolay; siyah - beyaz politika yapma geleneği, yerini çevreden merkez ülkeye doğru, önce siyah, gri ve beyaz politikaya, ardından da renkli yani çok boyutlu politika inşa etme anlayışına bırakmıştır.
1990’lı yıllara kadar uluslararası ilişkilere hâkim olan, bir kutuptaki devletin monolog ve buyurgan tarzdaki kararlarının ait olunan kutbun çekimindeki diğer devletler tarafından uygulanması geleneği/zorunluluğu yeni dönemde yerini, diyalog ve iknâya bırakmaktadır.
Ufukta beliren çok kutuplu dünya inşasına, teknolojilerin sosyal hayat ve teknik alanlarda yaygın kullanımıyla hızını arttıran küreselleşmenin de eklenmesiyle yeni çağın belirtileri öne çıkmakta.
Yaşanan gelişmeler, devletleri soğuk savaş döneminde tebarüz etmiş konvansiyonel diplomatik kavram ve uygulamaları yeniden tanımlamaya veya yeni sosyal enstrümanlar geliştirmeye itmiştir. Devletler arasında; doğası gereği, pragmatik ve bu yönüyle çoğu kez barışçıl sonuç getir(e)meyen “soğuk ilişkiler” uluslararası sorunları dondurup çözümünü hep ötelemiştir. Gelinen nokta devletlerle diğer halklar arasında iknâya matuf, hedef kitledeki bireylerin akıl ve kalp düalitesine hitap edecek “sıcak ilişki”lerin kurulmasını zorunlu kılmıştır. Kamu Diplomasisi de bu zorunluluktan ortaya çıkmış bir kavramdır.
Kamu Diplomasisi kavramı “Devlet Aklı”nın (Hikmet-i Hükümet) bir ürünü olarak ve ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkmıştır. Somut olarak tanımlandığı tarih (1965) itibari ile soğuk savaş dönemi terimidir. 60’lı yıllar ve takip eden yıllarda Psikolojik Savaş kavramı altında kullanılmıştır. Psikolojik Savaş faaliyetleri soğuk savaş ve savaş dönemlerinde kullanılırken, lobicilik ve kamu diplomasisi sadece barış dönemlerinde kullanılır.
1965 yılında gündeme getiren Amerikalı Edmund Gullion kavramı “uluslararası ilişkilerin geleneksel diplomasi dışındaki alanlarını kapsamaktadır: hükümetler tarafından yabancı ülkelerde kamuoyu sağlanması, özel kuruluşlarının diğer ülkeninkilerle etkileşimde bulunması, dış ilişkilerin aktarımı ve bunun politika üzerindeki etkisi, diplomatlar ve yabancı meslektaşları arasında iletişim sağlanması ve kültürler arası iletişim süreci gibi...” diyerek açıklıyor.
1960’lı yıllardan günümüze teknoloji sayesinde yaşanan iletişimdeki muazzam gelişmeler bireylerin ve toplumların sosyal yaşam tarzlarını o yıllarla kıyaslanamayacak kadar değiştirdi. Yaşanan bu değişim “Kamu Diplomasisi”nin anlam ve kapsamını genişlettiği gibi dünyadaki diplomasi anlayışına da olumlu yansıdı.
Kamu diplomasisi, “seçkinci” bir yaklaşım izleyen klasik diplomasi dönemine ait bir kavram olmasına rağmen, günümüz modern diplomasi anlayışının biri unsuru olarak içeriği ve kapsamı değişerek seçkinci ve elitist olmaktan uzaklaşmıştır.
Bu durum da medyayı ister istemez resmi kaynaklara endeksli haber yapmaktan uzaklaştırmış ve sivil güç ve organizasyonlar ile gayrı resmi uzmanlar ile halkın sesini de duymaya mecbur bırakmıştır…
İşte tam bu nokta öteden beri sorun olan Basın Özgürlüğü konusu eskisinden daha sesli ve daha çok yankı doğurucu şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Çünkü "resmi makamlar", medyayı artık "sahibinin sesi" olarak kullanamadıkları yetmezmiş gibi bir de aslında kamunun hiç bilmesini istedikleri gerçeklerin varlığını kabullendirmek zorunda kalmasından yılmışlardır…
Şimdi basın özgürlüğü konusunun ana hatlarına gelebiliriz…
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ MESELESİ
Basın özgürlüğü, kaba hatları ile genelleyerek tanımlayacak olursak, bilgi aktarımı sağlayacak herhangi bir araç vasıtasıyla (klasik haber aktarım yöntemlerinden tellal, güvercin ve duman dâhil, gazete, dergi, radyo, televizyon, internet, telefon v.s.) insanların olayları başkalarına aktarma ve olayların doğurduğu gelişmeler hakkındaki görüş ve düşüncelerini açıklayıp, yayabilme hakkını kullanabilmesidir.
Basın özgürlüğü, Hukuken Birleşmiş Milletler tarafından; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde ilan edilen temel haktır.
Basın kanunu olan tüm ülkelerinin yasalarında, “basın hürdür” ifadesi yer alır ama ardından da “ancak” kelimesi kullanılarak, basının hürriyetinin şarları sınırlanır. Kimi ülkelerde bu sınırlamalar, demokratik hakları bir yana bırakın insan hakları ihlalli sayılacak kadar dayatmacı kararlar içerebilmektedir…
Günümüzde 50’den fazla ülkede Basın Özgürlüğü arızalı ve sadece göstermelik ifadelerden ibarettir…
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜN ÖNÜNDEKİ BAŞLICA ENGELLER
Basın Özgürlüğünün önündeki en büyük engel devletlerin ve yöneticilerin güvenlik kaygıları ve “gerçeği insanlarımız bilirse…” telaşıdır…
Gerçi artık teknolojinin ve özellikle internetin sağladığı imkânlarla; sokaktaki herhangi bir insanın yaydığı bir bilgi paylaşımının bile büyük yankı uyandırdığı göz önüne alınırsa, “korkunun ecele faydası yok” demek mümkün. Yine de totaliter, baskıcı ve halkı halka rağmen yönetmeyi tercih eden, devletin çıkarlarını vatandaşının insan haklarından daha önemli sayan yöneticiler; geçmişte olduğu gibi günümüzde de basım mensuplarını kendilerine itaate ve işbirliğine zorlamaktadır. Bunu başaramadığı noktadan itibaren de yasalar ve mevzuatlarla kendi istemedikleri haber ve düşünceleri, basın mensuplarının yaymasına engel olmaya çalışmaktadırlar…
Siyasetçiler medyayı propaganda aracı olarak görür ve öyle olduklarında severler…
İKİNCİ ENGEL
Basın Özgürlüğünüm önündeki ikinci büyük engel, medya patronlarının ekonomik ve siyasi ilişkilerinin olumsuz etkilenmemesi ve olumlu yönlendirme olması için yaptığı dayatmalardır… Biraz sonra konuşacak Glavred dergisinin Baş editörü Diana Dutsky ve Bugün Gazetesi Yazarı Prof. Ali Atıf Bir konunun detaylarını mutlaka açacaklardır. Biraz önce konuşan Sabah Yazarı Yavuz Baydar’ın gösterdiği somut örnekler de konunun vahametini gözler önüne sermeye fazlasıyla yetmiştir. Yine de ben bu konuya da çok kısaca değineceğim.
Medya patronlarının doğal olarak tüccar kimliği taşıması, medya desteğine her zaman şiddetle ihtiyacı olan siyasetçilerle, çalıştırdığı gazetecilerin de yardımı ile menfaat ilişkisi kurmaya meyilli olmasını sağlamaktadır. Siyasetçiye sağlanan medya desteğine karşılık, medya patronları da siyasetçilerin imkânlarından yararlanır ve pek çok yasal engel, gayrı resmi yollarla aşabilir… Zamanla da siyasetçiye yakınlaşan medya kartelleşmektedir.
Medyanın kartelleşmesiyle basın mensupları zaten sınırlı olan özgürlüklerini tümden yitirerek, patronun özgürlük anlayışına göre çalışır hale geliyorlar.
Medya patronlarının, medya organlarını halkın bilgi edinme kaynağı değil de “ne pahasına olursa olsun kendilerine kazanç sağlayacak ticarethaneler” olarak görmesi, medyayı, siyasetçilerin ve ekonomik kartellerin propaganda aracı olmasını kolaylaştırmaktadır.
ÇETE VE TERÖR
Yasa dışı işlerden kazanç sağlayan mafya tarzı örgütlenmiş çeteler ile siyasi ya da demokratik hak talebi peşinde olup şiddeti amaçları için araç olarak kullanan terör örgütleri, basın mensuplarını tehdit ve infaz yolu ile gerçeklerin haberleştirilmesinden caydırmaktan geri kalmamaktadırlar.
Yasadışı örgütlerin kendilerimi yasaları uygulayanlardan daha güçlü olarak göstermek suretiyle saldıkları korku, basın özgürlüğünü tehdit eden üçüncü büyük unsurdur.
Ki bazen yasadışı gibi görünen ama aslında yasa koyucuların imkânlarını kullanarak mevcut statükoyu sürdürmek amacında olan çeteler de aynı korkuyu, üstelik yanlarına yasa düzenleyicileri de alarak yapabilmektedirler…
Türkiye’de Ergenekon Davası adıyla devam etmekte olan süreçte vesayet rejiminin devamını sağlamak için uygulanan yöntemler, bunun en güncel ve somut örneğidir ki TSK’da görev yapan bazı subayların darbe planlarını açığa çıkaran derginin kapatılması, gazetecilerin işsiz bırakılması hatta yargılanması bile söz konusu olmuştur.
Konunun üzerine giden gazetecilerin gördüğü baskı ve soruşturmalar göz önüne alındığında günümüzün hızla değişen dünyasında değişmemekte direnenlerin estirdiği terörün basın özgürlüğünü nasıl etkilediği somut olarak görülmektedir.
İşin ironik kısmı ise bu süreçte bazı medya mensuplarının da statükocu kanatta etkin rol oynaması ve kendi meslektaşlarına tuzak kurup, rahatlıkla iftira atabilmesiydi.
Tabi işin facianın bir de karşı tarafı var. Ergenekon soruşturmanın doğurduğu fırsattan istifade karşı cephede yer alan bazı gazetecilerin, hoşlarına gitmeyen her gazeteciyi o sürecin bir parçası gibi sunmak için sergilediği ayak oyunlarını da es geçmemek gerekiyor…
Gazeteci gazetecinin kurdu dedirten bu gelişmeler; ideolojik körlük ve katı dünya görüşlerinin fırsat doğduğunda meslek ahlakını yerle bir edebileceğinin ispatıdır…
GÖRÜNMEYEN VE SESLENDİRİLEMEYEN ENGELLER
Bu bağlamda bir de görünmeyen veya seslendirilmeyen korkuları örnek vermek istiyorum:
Çoğu zaman toplum baskısı ve yaygın inançların doğurduğu korku da gazetecinin gerçeğin olduğu gibi yansıtılmasını etkilemektedir. Medya özgürlüğünü görünmeyen yasalarla, tabu baskısı altına alabilmektedir… Bu tabusal korkular hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, genelde müminlerin doğru sandıkları yanlış dini bilgilerden kaynaklanmaktadır…
Son olarak bu bağlamda zikretmek istediğim basın özgürlüğünü engelleyen güçler lobiler ve tarikat tarzında hareket eden cemaatlerdir…
Kendi amaç ve çıkarlarına odaklanan dünyevi ve uhrevi inanç insanları, istediklerini elde edebilmek için, belirledikleri hedefe varmak amacıyla çoğu zaman kendi inanç çizgilerine bile aykırı icraatlar sergileyebilmektedir. Bu icraatları tespit edip, haberleştiren ve yorum yapan güçler, lobilerin ve tarikatların ve onlar gibi hareket eden cemaatlerin ellerindeki imkânları seferber etmesiyle karalanmakta ve adeta linç ettirilme tehdidiyle baskı altına alınıp, etkisizleştirilebilmektedir…
SONUÇ: ANLAMLI BİR SORU
Peki, basın özgürlüğü nerede başlayıp nerede bitmelidir? Yasalarla sınırlamak ne kadar doğrudur? Ben buna kendimce şöyle cevap verip, yorumunu size bırakacağım:
Basın özgürlüğü temel insan hakkı olan tüm özgürlükler gibi yasalarla sınırlandırılmamalıdır. Yani basın özgürlüğüne dair özel yasalar gereksiz ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine aykırıdır. Ama basın için özel yasa olmaması medya mensubunun yasaların dışında çalışabileceği anlamına da gelmez. Aslında tüm insanları bağlayan ve toplum düzeninin sigortası olan adil ceza yasaları, basın mensupları basın yoluyla suç işlediğinde, hak istismarı yaptığında, kişisel hakları ihlal edip, şantaj ve iftiraya başvurduğunda yargılanması için yeterlidir.
Yani basın yolu ile işlenen bir suçun basın yoluyla işlenmemiş suçtan cezai ve ahlaki açıdan hiçbir farkı yoktur.
Gazeteci kendisini her hangi bir insan gibi ceza hukuku ve evrensel ahlak kuralları ile sınırladığı an dünyanın en özgür medyacısıdır…
Yani madalyonun öbür yüzünden bakarsak medya mensuplarının da medya özgürlüğü diye kendilerini imtiyazlı hale getiren yasalar istemesi ahlaklı değildir. Medya mensubunun tek imtiyazı imkanlar dahilinde haber derlerken kolluk güçleri kadar rahat hareket kabiliyetine sahip olması olabilir…
Bir soru ile bitiriyorum: Basın özgürlüğü sizce bu çerçevede başlayıp bitmiyorsa, nerede başlayıp, nerede bitebilir?
Yaşar İliksiz - Haber 7
yasar.iliksiz@haber7.com
Yorumlar2