TSK ve yeni dönem

  • GİRİŞ09.08.2010 15:13
  • GÜNCELLEME09.08.2010 15:13

Sonunda Yüksek Askeri Şura kararları 4 günlük bir gecikmeyle tamamlandı.

4 Ağustos’tan bu yana ne olacak sorusunun ekranlardan ve zihinlerden silinmediği hızlı ve sıcak günler yaşandı.

Benim için ne olacak sorusunun cevabı, atama krizinin başından itibaren belliydi. Bunu 24’te yaptığım yayınların tamamında söyledim: Hasan Iğsız emekli olacaktı. Komutanları asıl rahatsız eden Balyoz davasının sanıklarıyla ilgili tutuklama kararıydı. Bu kararla ilgili bir tepkiydi Iğsız ısrarı ve sonra Jandarma Genel Komutanı Atilla Işık’ın emekliliğini isteyerek rutini engellemesi.

Sonunda mahkeme, epey gecikerek kararını açıkladı ve tutuklama kararlarını kaldırdı. Bu karar, Başbakan’la Genelkurmay Başkanı’nın yaptığı son görüşmenin nasıl sonuçlanacağını da gösterdi ve sorun kolaylıkla aşıldı.

Kolay aşılmasa da aşılacaktı ama…

Madem yasa ve anayasa sivil otoriteye veriyordu atamalarda asıl sözü; Recep Tayyip Erdoğan gibi tarzı bilinen bir siyasetçinin kendi yetkilerini kullanma konusunda taviz vereceğini; geri adım atacağını kimse beklemiyordu. Komutanlar da beklemiyordu.

Atmayacaktı da.

İki boş kararname hazırdı ve Iğsız dışında Kara Kuvvetleri Komutanı teklif edene kadar ciddi emeklilik işlemleri yapılabilirdi.

Neyse ki gerek kalmadı.

Bütün bunlar Ağustos 2010’da yaşanmış gündelik ve sonu belli olaylar olarak geçecek tarihe.

Bence de öyle.

O yüzden detaylar, kulisler, görüşmelerin kritik aşamaları bu saatten sonra önemli değil. Bir gün bir araştırmacı gazeteci bunları yazar, okursunuz. Ama yazılacak o kitapta asıl önsöz ya da son söz bu yaşananlar olmamalı.

Bütün olup bitenler bir sebebi doğurmuyor; tek başına bir sonuç da değil.

İkisi iç içe gelişiyor ve en önemli anlamı yeni bir dönemin başladığının Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından da kabul ve fark edilmesidir.

27 Mayıs 1960 sabahıyla başlatılabilecek bir süreç 8 Ağustos 2010 gecesi sona erdi.

Bu ne tek başına YAŞ’ta sivil otoritenin davranış ve kararlılığıyla ne komuta kademelerinin bir gerçeği kendi başlarına fark ve kabul etmeleriyle gelişmedi.

Türkiye hızla değişti ve dönüştü.

Siviller bunu daha önce gören ve buna taraf olanlar olduğu için rahatlar; ne yaptıklarını biliyorlar.

Askeri yapı ise doğası ve son 50 yıllık tarihi gereği bunu algılamakta; son anda yine eskisi gibi olur mu ihtimaline oynamaktan dolayı kabul etmekte zorlandı.

Hasan Iğsız motifi üzerinden direnemeyeceklerini kendileri de biliyordu; ama Balyoz’da 70’den fazla muvazzafın tutuklanmasının sistematik bir saldırı gibi algılanacağını da biliyorlardı. Karar yargı tarafından verilse de algılama konusunda haksız da değillerdi.

Hepsi geride kaldı.

Ama bir anlamı büyüterek ve pekiştirerek geride kaldı.

Hep darbeleri ve ülkeye, demokrasiye, gelişmeye etkilerinden bahsederiz.

Oysa bir de darbeyi yapan kurumun kendisine etkileri yok mu?

Askeri müdahalelerin orduya etkisi, yok mudur?

Bizzat bu soru bir kitap adı.

Doğan Akyaz’ın 2009’da İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabının adı Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi (kapağı bile yeterince çarpıcı bir kitap).

Ali Adnan-Başvekil belgeselinin senaryosunu yazarken özellikle darbe sonrasında orduya ne olduğunu anlamak için yararlandığım önemli bir çalışma.

Akyaz, (benim yorumumla) 27 Mayıs’ın ordunun hiyerarşik ve siyaset dışı yapısını parçaladığını; ardından orduyu özerk bir konuma taşıdığını vurguluyor. Bu yeni durum ise büyük bir paradoksa yol açıyor: Ordu, hiç görevi ve talebi olmamasına rağmen bizzat yürürlükteki düzenin sadık koruyuculuğu görevine mecbur hale geliyor…

Benim görüşüm, 8 Ağustos 2010’dan itibaren, tam 50 yıl sonra ordunun bu paradokstan çıkmak için büyük bir şans yakaladığıdır.

AK Parti’nin ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın tavrı ve uygulamaları sadece ülkeye, demokrasiye değil orduya büyük iyiliktir aslında. Harbiye’de okumakta olan öğrenciye de yeni mezun teğmene de Genelkurmay Başkanı’na da…

Onlara, kurulu düzenin sadık koruyuculuğu mecburi görevinden kendi asli işlerine dönme imkan ve fırsatı veriyor.

Bundan sonra ne olur; ne olmalı?

Asıl kafa yormamız gereken soru bu…

Doğan Akyaz gibi ordunun kalbinden isimler kadar sivillerin, akademisyenlerin bu konuda ciddi çalışmalar yapması gerekiyor.

Irak’tan Kosova’ya; Kıbrıs’tan Kafkaslar’a; Filistin’den Afrika’ya kadar yapılacak çok iş var ve bunlar ordusuz yapılamaz.

Terör gibi yakıcı ve çok ciddi bir iç sorun ve bölgesel güç olmak gibi kaçamayacağımız önemli bir fırsat ve görev omuzlarımızda.

Hepimizin omuzlarında.

Sadece siyasetçinin değil ordunun da omuzlarında.

Ordunun bundan sonraki davranış biçimi onun dönüşmesini de gerektirecektir. Zihinlerdeki dönüşüm yapısal dönüşümle birleşemezse de yapısal dönüşüm zihinde yer etmezse de sonu yıkım oluyor.

Bu fırsatı kaçırmamalıyız.

Sonuç olarak; 8 Ağustos 2010 bir milattır. Onu milat yapan ise simgelerdir. Tıpkı referandumda 12 Eylül’ün yüz karası maddesinin kaldırılması gibi. Tıpkı TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. ve 85. maddelerinin kaldırılması gibi.

27 Mayıs darbesi yapıldığında 35 ve 85. maddeler İç tüzük’te yoktu. Bunları darbe döneminde yazdılar.

Dolayısıyla darbe yapmak için 35. maddeye ihtiyaç yok.

Ama kaldırılmasının simgesel anlamı; bizi nasıl bir gelecek beklediğinin anlaşılması açısından büyük önemi var…

Bundan sonra bu konularda Avni Özgürel, Mahir Kaynak, Mehmet Ali Kışlalı gibi konunun uzmanlarının yazdıkları daha da önemli hale geliyor.

Şüphesiz sadece gazeteler değil düşünce kuruluşlarının; bizzat TSK strateji birimlerinin bu alanlarda ciddi çalışmalarına ihtiyaç var.

Bir de tabii ki dostumuz Nasuhi Güngör’ün bu alanda yazmasını dört gözle beklediğimiz kitabına…

Yaşar Taşkın KOÇ - Haber 7
taskinkoc@gmail.com

Yorumlar1

  • mustafa akgül 13 yıl önce Şikayet Et
    sayın yazar. bu nasıl bir milatki,şuanda cezaevinde olması gereken,sincanda tank yürüten adam KKKnı oldu.bu rezilliği bile,başarı olarak gösteriyorsunuz.bu nasıl bir padişahım çok yaşacılıktır?
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat