Bir zamanlar Anadolu'da sahhaflar

  • GİRİŞ20.01.2012 09:37
  • GÜNCELLEME20.01.2012 09:37

Birkaç aydır özellikle üzerinde çalıştığım dönemlere ait dergi, kitaplar konusundaki araştırmalarım iyiden iyiye sahaflara yönlendirdi beni. Ankara’da yoğun iş temposu içinde her yere ulaşmanın kestirme bir yolu olarak da internet üzerinden de satış yapan sahaflarla, makine üzerinden de olsa iyice haşır neşir olduk.

Onlarca ve çoğu çok eski yıllara ait kitap, dergiyi sitelerinde tarıyor; siparişi veriyorum ve birkaç gün içinde elimde oluyor.

Bu teknolojik kolaylıkla aradığım önemli kitaplara, dergilere, fotoğraflara ulaşmak ne kadar heyecan vericiyse, sahafların çoğundaki özen, nezaket de bir o kadar da sıcak duygular doğuruyor.

Masamın üzeri şu anda yığınla yeni kargoların açılmış paketleriyle dolu.

1940’lardan kalmış tek bir dergi sayfası önce özenle iki kalın karton arasına yerleştirilmiş; ardından sağlam bir naylon kapla sarılıp iyice bantlanmış; ardından kargo kolisine konulup gönderilmiş.

Bir başkasında yine iki karton arasında bir eski dergi; sonra renkli paket kağıdına sarılıp bantlanmış…

Bir başkası gönderdiği kitabın yanına iki küçük şeker eklemiş…

Ara ara üçü bir arada içilen hazır kahve paketleri de çıkıyor kargolardan.

Kimisi yanında bir küçük kitap ya da dergi hediye gönderiyor.

Ender de olsa küçük notlar çıkıyor meselâ; iyi günlerde okumamızı dileyen…

Bir tek eski anahtarlık için orta boy bir ambalaj kutusu içinde; yine hazır plastik ağzı kapatılabilir kalın ambalajlarla tekrar korunmuş paketler görüyorum bazen…

Su basıyor bazen birisinin deposunu; ta Karadeniz’in küçük bir ilçesinden arıyor; “Beyefendi, çok özür diliyoruz ama istediğiniz kitap su baskınından çok zarar gördü. Siteden çıkarana kadar siz sipariş etmişsiniz…” “Başka bir kitap alırım sitenizden önemli değil, sipariş sabit kalsın diyorum”, kimisi sevinerek kabul ediyor; kimisi başka bir sahaftan o kitabı bulup en kısa sürede yolluyor…

Eğer bir ürün Ankara’da ise, arıyor hemen sahaf, “kargo parası vermeyin boşuna, isterseniz buradan alın ürününüzü” diyor.

Aramızda internet, kablo, uydu, bilgisayar, uçak, kargo şirketleri, banka dekontlarıyla oluşmuş bir bağ var esasen. Ama ne yapıp edip bunu insanca bir dokunuşla insana ait hale getirmenin yollarını buluyoruz birlikte.

Birlikte bulunamayan ürün için alternatif ararken; ürün geldiğinde ben hemen “işlem tamam” butonuna basıp bir an önce paranın hesaplarına yatmasını sağlarken; onlar kimi pahalı ve ithal zarflar, kimi parlak, artık az rastlanır renkli ambalaj kağıtlarına özenle sararken; kimisi küçük not ya da hediyeler eklerken yapıyoruz bunu…

Birbirimize bu özeni ve nezaketi gösterirken biliyoruz karşılıklı ne düşündüğümüzü, ne hissettiğimizi… Birbirimizle hiç karşılaşmadık; birbirimizin sesini neredeyse hiç duymadık; birbirimizi tanımayız…

Hepimiz bir zamanlar Anadolu’da yaşamış insanlar olarak ayrılacağız bu dünyadan.

Geride özenle bantlanmış koliler; renkli ambalajlara sarılmış dergiler, kitaplar; küçük not ve hediyeler bırakmış olarak…

Ben her belgesel ya da yazı dizisinin içinde onların bu özenini, nezaketini, insanca duyarlılığını da katacağım işime farkında bile olmadan.

Bütün bunları, tam da Nuri Bilge Ceylan’ın bol ödüllü filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı üzerine düşünür ve bir yazı kaleme almayı planlarken tekrar yaşadım.

Ceylan’ın önceki filmlerine o kadar da sıcak bakmayanların bile çok beğendiklerini söylediği filmin bende bıraktığı ise burukluk ve karamsarlık oldu.

Fotoğraf sanatçılığının da büyük katkısıyla zaten çok çok başarılı planlar çekebilen; görüntü kalitesi ve görsellik açısından uzun, birbirinden nefis sekansları çok iyi kotaran yönetmen bu özelliğini bu filminde de neredeyse zirveye taşımış…

Diyaloglar neredeyse birebir gerçek hayattan alınmış kadar başarılı.

Oyunculuk ve öykü de aynı şekilde övgüyü hak ediyor.

Peki ama senaryo, öykü, oyunculuk, görsellik bu kadar başarılıyken bende kalan bu burukluğun, bu karanlığın sebebi ne?

Çünkü uzun film boyunca insanî tek bir karakter ya da anekdot yok…

Koca filmdeki onca Anadolulu, onca Türk arasında ne şefkat, merhamet, sevgiye ait bir kelime ne hareket ne duygu var…

Yönetmenin en çok Doktor rolünde hayata geçtiğini; filmin kendisinin bizzat son plan olan otopsi’yle simgelendiğini söylesem abartma olmaz herhalde.

“Kara film” dünyada da yarım asırdan fazladır var; ondan önce de romanlarda vardı zaten…

Nuri Bilge Ceylan’ın bir “kara film” yönetmeni olduğundan şüphe duymuyorum. Olup bitenin karanlık, can yakan, iç burkan taraflarını deşen bir tarzı olduğu adım adım filmleriyle takip edilebilir. Aşka ve kadına “karşı” bir duruşu da sinemasının özelliklerinden.

Filmin bir cinayet öyküsü etrafında dönüyor olması kaçınılmaz olarak ölümle ilgili olmasını da getiriyor şüphesiz. Ancak bu ölüm olgusu bir müddet sonra herkes için “kaba anlamıyla” ölüm ve neredeyse herkesin ölümün biçimsel özellikleriyle örülü bir imaj çiziyor: polislerin tutumu, savcının hem tarzı hem kendi hayat hikâyesindeki yaşanmış ölüm, hem köy muhtarının (senaryonun sahibi gerçek doktor aynı zamanda) morg talebi, çarpıcı otopsi sahnesindeki kâtibin tavrı, otopsiyi gerçekleştiren memurun yeni aletler istemesi ve benzerleri filmin içinde.

Çehov’dan bu yana iyi bildiğimiz; Kafka ile doruğuna çıkmış bürokrasi eleştirisi film içinde de ölümü yedeğine alarak soğukluğunu artırdığı buz gibi keskin bir bıçak gibi çalışıyor filmde.

Bütün bunlar anlaşılır, yönetmen tercihi olarak kabul edilebilir şeyler, hiç şüphe yok.

Yönetmenin tercihi bu ve benim bir izleyici olarak kişisel itirazım da bu.

Anadolu ve insanları bu kadar merhametsiz, bu kadar küçük dünyalarının içinde küçük hesaplara boğulmuş; ölüm karşısında bile bu kadar bürokratik hastalığı içinde; bu kadar kaba; bu kadar ölü sevici; bu kadar aşktan ve masumiyetten uzak değil.

Bir yanıyla bir otopside bunları bulabilirsiniz. Ama sadece bunları bulmak için o upuzun film boyunca biraz niyetinizin de bu olması gerekiyor…

Üç Maymun filminin bizden çok Batılılar için çekilmiş olduğu hissine kapılmıştım.

Bu filmse en çok bizim için çekilmiş. Bizi, bize böyle küflü, sorunlu bir aynadan gösteriyor.

Peki ama ayna gerçeği ama yalnız gerçeği dosdoğru ve dümdüz mü gösteriyor?

Bence hayır.

Yazıyı kaleme almaya başladığımda anlattıklarım; masamın üzerindeki kutular, kartonlar, notlar, iki küçük şeker, bir hazır “üçü bir arada”, rengârenk ambalaj kağıtları, ithal koruyucular, plastik kaplar… hep birlikte “hayır” diyor…

Hepsi Anadolu’nun onca köşesinden gelmiş onca ambalaj.

5 dakika sonra çoğu çöpe atılacaklar ama özenin, nezaketin ispatı bunlar.

Sadece 5 dakika için; emanetin korunması ve sahibine ulaştığında sıcaklık, samimiyet göstermesi için hazırlanmış, emek verilmiş paket kağıtları…

Ve bunların hiçbirisi parayla ilgili değil; kimisi sadece 2, kimisi 5, çoğu 10 liralık ürünler bunlar…

Benim için, Anadolu’dan sahafların gönderdiği birkaç liralık ürünlerin paketleri bir tarafta, “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi bir tarafta…

Yaşar Taşkın Koç - Haber 7
taskinkoc@gmail.com


Yorumlar1

  • faran 12 yıl önce Şikayet Et
    bu soğukta.... ısıtan bir yazı olmuş..teşekkürler
    Cevapla Toplam 1 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat