“Huzurlu kurumlar”da çalışmak mümkün değil mi?

  • GİRİŞ21.09.2013 12:04
  • GÜNCELLEME21.09.2013 12:04

Çalışılan sektöre, o sektördeki konum ve görev tanımlarına göre mesai kavramı değişse de, siber teknoloji çağında ev-ofis çalışma tarzı gittikçe yaygınlaşsa da günümüzün ve ömrümüzün büyük bir kısmını iş işgal ediyor.

Eşimizi, çocuklarımızı, anne-babamızı gördüğümüzden daha çok iş arkadaşlarımızı görüyor, evimizden geçirdiğimiz vakitten daha çok (evde çalışsak bile) işe zaman ayırıyoruz.

Çalışma ortamımız eğer sorunlu, stres ve gerilim yüklü, kurumumuz kurumsallaşma zaafiyetleri olan, görev tanımları karmaşasına boğulmuş, ‘kişi eksenli yönetim' yapısına sahip, ‘ben sizin ağanızım ben ne dersem o olur' tavrında idarecilerin olduğu, iş kalitesiyle değil kurduğu kişisel ilişkilerin ve yakınlıkların gücüyle gemisini götüren kalifiye olmayan elemanların doluştuğu kaotik bir ortamsa düşünün durumun vehametini…

Erken ağaran saçlar, hazım ve sindirim problemleri, stres ve öfke kontrol bozuklukları, tekrarlı düşünce ve hareketler, yoğun bir çaresizlik hissi…

Tüm bunları özel hayata taşıma, özel hayattaki bozuklukları işe taşıma, birbirini besleyen karanlık bir sarmal. Sonuç, günümüzün moda tabiriyle: tükenmişlik sendromu.

Peki kendini tükenmiş hisseden insan ne yapar? Yaptığı işe konsantre olamaz, iş yapma şevkini kaybeder, çamura saplanıp patinaj yapan araba gibi işi yavaşlatır, hatta duraklatır. Buyurun size verimsiz, atıl bir çalışan.

Bu tablonun kurumun geneline hakim olduğunu düşünün: işte verimsiz, ataletli bir kurum. Bir ülkeyi oluşturan kurumsallaşma yapısı ve geleneğinin böyle teşekkül ettiğini, bu tarzda yürüdüğünü düşünün, alın size ‘sosyal atalet'in kendisi… (Dikkat lütfen: sosyal adalet değil sosyal atalet…) Her açıdan durgunluk, eylemsizlik, verimsizlik, kayıp, ziyan…

Daha önce de vurguladığımız gibi kurum demek devasa binalar, cilalı ofisler, son teknoloji makine ve cihazlar, imajlar ve markalar, ekipman ve malzemeler demek değildir, kurum demek önce ve bizzat insandır.

Tüm bu saydığımız unsurlara değer katan ya da değersizleştiren, onları iyi veya kötü kullanan, bunların varlık sebebi ‘insan kaynağı'dır. (İnsanın endüstriyel bir materyal kaynağı gibi algılama çağrışımı olan ‘insan kaynakları' tabirinden oldum olası hazzetmedim, soğuk buldum ama onu kimliksiz bir ‘personel' olarak isimlendirmekten daha iyi olduğu kesin…)

İnancım ve yıllardır savunduğum fikrim o ki bir insanda (çalışan ya da eleman da diyebilirsiniz) en büyük sermaye, en kıymetli hazine, hayatın her alanında ilişkilerin ve işin niteliğini belirleyen en ciddi vasıf eski tabirle şahsiyet, kullanımdaki haliyle kişiliktir. Hatırlayalım: Kurum=insan=kişilik diye çok genel bir ilişkiden bahsetmiştik. (Entelektüel sermaye dedikleri benim dediğime denk düşmüyor.)

Kişiliğinde dengesizlikler, gel-gitler, kronik kompleksler, algı bozuklukları olan biriyle aynı iş ortamında bulunduğunuzu farzedin. Türkünün söylediği gibi, ‘atam dedim atılmıyor, satam dedim satılmıyor' bir durumdasınız. Saatlerce, aylarca, hatta yıllarca beraber iş yapmaya mecbur kalıyorsunuz. Sürekli istim üstünde, her an tedirgin, daima strese ayarlı bir ilişkiler ağının içinde nasıl yıpranacağınızı, iş verimliliğinin bu durumdan ne yönde etkileneceğini bir hayal edin.

Başta hizmet sektöründe olmak üzere zaten bendenizin temel tezi şudur: çok ağır bir iş yükü altında ezilmiyorsanız kişiyi genel anlamda yoran işin kendisinden çok iş ortamındaki ilişkiler ağıdır, yani bu ilişkileri sürekli dengede tutma ve devamlı kılma zorunluluğudur.

Her an fevri çıkışlar yapabilen bir patronu, kompleksli dengesiz bir amiri, sıkıntılı ve tembel bir çalışanı idare etmenin yükü… Hizmet verilenlerin arızalı hallerine maruz kalmaktan hiç bahsetmiyorum…

Türkiye'de kamuda çok görüldüğü gibi dairede veya bölümde ideolojik, menfaate dayalı ya da sadece egoların savaşından ibaret bir kamplaşma ortamında, karşılıklı psikolojik savaşın ateş hattında, kişilik patolojilerinin patlama alanında sizi yoran sahiden iş mi yoksa bu ilişkiler ağı mıdır?

Eski Türkiye'nin kişi eksenli, otoriter, askeri bürokrasi geleneğine sahip, çalışanların sırtını bir ‘dayı'ya yaslayarak var olduğu, işten çok ilişkileri korumanın ön plana çıktığı, ideolojilerin aslında menfaatlerin ve yetersizliklerin perdeleyicisi olarak kullanıldığı, çalışanların kişiliklerinin desteklenmesi temelinde çalışmalardan ziyade basit ödül-ceza sistemlerinin uygulandığı insan öğütme makinası, ataletli, köhne kurumsal yapısından kurtulmamızın zamanı gelmedi mi?

İnsanı sadece bir ‘iş hayvanı' olarak gören mevcut vahşi kurumlardan ziyade ona iş tatmini, onorasyon, sosyal ve şahsi tatmin sunan, desteklendiğini hissettiği, herkesin işinin kalitesiyle ön plana çıktığı, uzun mesai değil ‘etkin mesai' ile kendisine başkaca yaşama imkanları sunulan ‘huzur'lu kurumlarda çalışmayı hak etmiyor muyuz?

Günümüzde tüm kurumlardan Gogol'ün feryadı yükseliyor gibi geliyor bana: Ağrıyan başıma bir damla gözyaşı… 

Yusuf Özkan Özburun-Haber 7

ozkanozburun@hotmail.com

Yorumlar2

  • aytemur 10 yıl önce Şikayet Et
    insanı yaşat ki devlet yaşasın diyenlere muhtacız. insana hizmet yerine kapitalist sistemin çarkına takılıp kalmışlara hizmet etmek bereketsizlik getirdi.ne paranın bereketi var,ne emeğin,ne insanın...insanı en iyi tanıyan Allahın ve Rasulünün ahkamının dışında insanı kullanan hiçbir zihniyet ve sistem insanı mutlu edemez.ailelerin rızık endişesiyle çalışanlar yerine iki sene onceki telefonunun taksitlerine calısanlar olmasaydık,emekli olmak için değil hizmet için çalışan adamlar olsaydık,aldığımız paranın sadece bedenimizden akan terin parası olduğunu,asıl karşılığı Allahtan alacağımızı biliyor olsaydık pek güzel olurdu...
    Cevapla Toplam 4 beğeni
  • Hazinoğlu 10 yıl önce Şikayet Et
    İnsanın olduğu yerde huzur yok. Kamu kurumlarında mümkün olamayacağının başlıca sebepleri: Siyaset, dayı, mevcut personel kanunu, bürokrasi, köhnemişlik. Hele yerel yönetimler de hiç söz konusu değil.
    Cevapla Toplam 4 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat