Samsatlı Lukianos…
- GİRİŞ26.01.2025 09:10
- GÜNCELLEME28.01.2025 09:16
Adıyaman’ın 50 km güneyinde Samsat adında şirin bir ilçe vardır.
Kadim tarihi çok eskilere uzanan Samsat, Milattan sonraki ilk yüzyılda Komagene Krallığına bağlıyken daha sonra Romanın kontrolüne girer. 125 yılında burada doğan Samsatlı Lukianos, o dönemin en önemli filozoflarından ve hiciv yazarlarından biridir. 80 civarında eser yazdığı tespit edilmiş, eserlerinden bazıları günümüze kadar ulaşmıştır.
Son yıllarda ülkemizde de basılan kitaplarından en bilineni “Dalkavukname” adını taşır.
Kitapta “Dalkavuk” adındaki kahramanının dilinden dalkavukluğun önemi ve incelikleri anlatılır. Ne felsefecilerin ne de sıradan insanların dalkavukların kıymetini bilemeyecekleri, bu kıymetin ancak makam, mevki, ikbal ve itibar sahibi insanlar tarafından bilindiği söylenir.
Yazara göre insanlık erdemini yok sayarak, onurunu bir ücret karşılığı menfaate tahvil eden Dalkavuk, hakikatin yerine makam, servet ve gücü koyan bir kişiliktir. Makam ve güç sahipleri değiştikçe Dalkavuk’un efendisi de değişmektedir. Bu yüzden Dalkavuk’un hayatı insansız bir hayattır.
Samsatlı Lukianos’un iki bin yıl önce kitabını yazdığı dalkavukluk, insanla birlikte var olan, doğudan batıya bütün kültürlerde rastlanan bir kavramdır. Batı da daha çok “soytarı” tabiri kullanılmış, Ortaçağ İngiltere’sinin ünlü Kralı 8. Henry’nin soytarısı Hommers ile maceraları filmlere, oyunlara konu olmuştur. Shakespeare’in “Kral Lear” oyunundaki en önemli rollerden biri soytarıya aittir. Rönesans döneminin İtalya’sında şöhret sahibi soytarılara sahip olmanın itibar göstergesi olduğu söylenir. Prensler, soytarılarını hediye paketi misali komşu şatolara gönderir, bir soytarıya bile sahip olamayan zengin komşularına hava atarlarmış. 15. Yüzyıl başlarında Meksika kralı Montezuma da derin felsefi tartışmaların ortasına soytarılarını salar, onların şaklabanlıklarıyla ortamın rahatlamasını sağlarmış.
Doğudaki dalkavuğun, batıdaki soytarının Japonya’daki karşılığı “taykomoçi”dir. Çay servisi ile birlikte huzura giren “taykomoçi”ler, şiir ve müzikten anladıkları gibi çeşitli maskaralıklar yapar, kılıktan kılığa, şekilden şekle girerek çalışmaktan yorulan efendilerini eğlendirirlermiş.
Tarihin akışı gösteriyor ki; krallardan sultanlara devletin sahibi durumundaki kişiler, konumları gereği herkesle sohbet edip kafa dağıtamadıkları için sinirli veya gergin olduklarında kendilerini güldürecek, eğlendirecek, stres ve üzüntülerini alacak, her yaptıklarını takdir edip, kararlarını övecek, anlattıkları veya yaptıklarıyla yeri geldiğinde düşünmeye sevk edecek birinin varlığına ihtiyaç duymuş, bu ihtiyacı dalkavuklarla gidermişlerdir.
Sarayda dalkavuk bulundurma geleneği eski Mısır’da Beşinci Sülâle zamanına kadar uzanır. Firavunların mezarlarındaki resimlerde onları eğlendiren cüce dalkavukların olduğu görülür. Bu gelenek zamanla yayılmış, Abbasilerden itibaren İslam dünyasına da geçmiştir. Abbasi Halifesi Harun Reşit’in yanında iki dalkavuk bulundurduğu bilinmektedir. Dalkavukların sarayda kadrolu istihdamı ise Halife Mütevekkil zamanında olmuştur.
Dalkavukluğu Osmanlı sarayına taşıyan ilk padişah Yıldırım Beyazıt’tır. Kaynaklar, “Mashara Arap” isimli Habeş asıllı bir dalkavuğun Padişah tarafından çok sevildiğini, kararlarında etkili olduğunu söylerler. Bu etkiyi göstermek için de bir olaydan bahsederler.
Bazı kadıların rüşvet aldıkları yönünde şikâyetlerin arttığı, Yıldırım Beyazıt’ın kulağına kadar geldiği günlerdir. Buna çok sinirlenen Sultan Beyazıt, Veziriazam Ali Paşayı çağırır. Rüşvetçi kadıları toplamasını, Yenişehir’de bir eve hapsetmesini ve onlar içerideyken evi ateşe vermesini emreder.
Padişahın öfkesi ve kararlılığı karşısında söyleyecek söz bulamayan Ali Paşa, kadıları kurtarmak için Dalkavuk Mashara’nın yanına gider. Kararın yumuşatılmasında yardımını ister. Kadılık ücretlerinin az olduğunu, bu yüzden kadıların geçinemeyip yanlış yollara saptıklarını, eğer ücretler artırılırsa bu musibetin önüne geçileceğini söyler. Dalkavuk Mashara, yardımcı olmak için söz verir. Padişahın yanına girer, türlü latifeler ve şakalarla yumuşatır, kadıları affettirdiği gibi kadılık ücretlerinin artırılması için de ikna eder.
İlk Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazade, bu olaya değinirken Veziriâzam’ı sert bir dille eleştirir. “Osmanlı hanedanını günaha sokan Ali Paşaydı” der.
Yıldırım Beyazıt’ın aksine Fatih Sultan Mehmet bu konuda hassastır. Değil yanında dalkavuk bulundurmak, “örf ü adât”tan olan el öpme ve temennayı bile kurala bağlar. Ünlü kanunnamesinde bayram ve merasim günleri elini kimlerin öpüp kimlerin öpemeyeceğini şöyle belirlemiştir. “Hocama, şeyhülislama, vüzera ve kazaskerlere kendim kalkarım. Çavuşlar, alay beyleri, altmış akçalı kadılar, yirmi akçalı müderrisler… elimi öperler. “
Devletin kudretli dönemlerinde etkisini yitiren dalkavukluğun, 16. Yüzyıl sonlarından itibaren yeniden revaç bulduğu görülür. Öyle ki, Sultan III. Murat tarafından saraya alınan iki dalkavuk, kısa zamanda dönemin en etkili figürleri haline gelirler. Nasuh ve Cuhud ismindeki bu dalkavuklar, bir yandan Padişahı eğlendirirken bir yandan da kendilerine gösterilen yakınlığı suiistimal ederler. Tayin ve terfilere karışır, mansıp ve makamları parayla satar ve kısa zamanda çok büyük servet edinirler. Sonraları gözden düşecek olan bu dalkavukların, kurdukları rüşvet ağı görülecek, mallarına el konulup hapse atılacaklardır.
Sultan III. Murat’ın dalkavuklarına ilişkin Peşevi Tarihi’nde ilginç bir olay anlatılır:
Dalkavuk, yapacaklarını yapmış, padişahı eğlendirip rahatlatmıştır. İhsanını alıp gideceği sırada, bugün altın istemediğini ücret olarak kendisine yüz değnek vurulmasını söyler. Sebebi sorulunca, “Hünkârım, hele elli değnek vurun, ondan sonra sual buyurun” der. Padişah, “Vurulsun” diye ferman eder. Değnek inip kalkmaya başlar. Sayı elliye gelince dalkavuk, “Durun, benim bir ortağım var, geri kalan elliyi de ona vurun” diye inler. Ortağının kim olduğu sorulur. “Kapıda duran bostancıdır. Ben, ne zaman huzurunuza gelip ihsanımı alsam, çıkışta yolumu kesiyor. ‘Seni ben getirdim, aldığının yarısı benimdir’, diye elimdekinin yarısını alıyor. Bugünkü değneklerin yarısı da onun hakkıdır” cevabını verir.
Padişah, dalkavuğun bu latifesinden memnun kalarak ihsanını fazlasıyla verir. Bostancıya da temiz bir sopa çekilmesini emreder.
Başlangıçta sadece sarayda görev yapan dalkavuklara zamanla zengin tüccarların, paşaların, mirasyedi türedilerin konaklarında da rastlanmaya başlanır. Onlara olan ilgi her geçen gün daha da artınca zengin çevreler tarafından eğlence amaçlı kullanılan yeni bir zanaat doğar. III. Murat’tan, Tanzimat’ın ilan edileceği II. Mahmut dönemine kadar iki buçuk asır süreyle meslek grubu olarak faaliyet gösterirler.
Bu meslek grubunun loncaları, kethüdaları, nizamnameleri, hatta hangi hizmet karşılığı ne kadar ücret alacaklarını gösteren narh cetvelleri oluşur.
Tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun yayınladığı bir vesikaya göre dalkavukların sundukları hizmetler (!) ve karşılığında aldıkları ücretler şöyledir:
“Buruna fiske vurma 20 para, tokatlama 30 para, oturduğu sedirden aşağı yuvarlama 34 para, yüzüne mürekkep veya kömür tozu sürme 37 para, ellerini ve ayaklarını domuz topu ile bağlama 40 para, bir salkım üzümü sapıyla beraber yedirme 40 para, kafasına yumruk vurma 40 para, çıplak başını tokatlama 45 para, kuyruğu dışarıda kalmamak üzere bir fındık sıçanını ağzının içine kapama 100 para, merdivenden yuvarlama 180 para, eyerinin bir tarafında üzengi bulunmayan haşarıca bir ata bindirip temaşa etme 300 para, bostan dolabına bağlanarak içinde su bulunan kuyuya indirilme seyri 600 para.. (Dalkavuk bu esnada boğulursa cenaze masrafı latifeyi yapana aittir.)”
Saraylar, konaklar, köşkler için ne kadar eğlenceli olduğu, bunu yapanların ne kadar para kazandıkları bir yana, dalkavuklar hiçbir zaman sevilmemiştir. Toplumun en alt tabakasındaki insanlar olarak görülmüş, zelil adamlar olarak kabul edilmişlerdir.
Bu yüzdendir ki dalkavukluk esnafına onları diğer esnaf gruplarından ayırmak için içi boş, dışı sarıksız kavuk giyme mecburiyeti getirilmiştir. Zira kavukların etrafına sarılan tülbent veya çemberler bir sınıfı veya rütbeyi temsil ederdi. Dalkavukluk Samsatlı Lukianos’un dediği gibi “insansız bir hayat”tı. İnsanın içini boşaltan, insanî değerleri öldüren bir meziyetti. O nedenle bunu yapanların mesleklerine uygun bir kıyafet giymeleri, “dal-kavuk” gezmeleri istenmiştir.
Dalkavuklar gibi konaklarında dalkavuk besleyen, insan onurunu sakız gibi çiğneyip eğlenenlere de iyi gözle bakılmazdı. Bunlar genelde “sonradan görme” ve “mirasyedi” olarak nitelendirilirdi. Görgülü İstanbul hanımefendileri, dalkavuğun şişirmesiyle kendini adam yerine koyan erkekler için, “Bey atta, dalkavuğu kıçında” derlerdi.
Ahmet Vefik Paşanın, “Lehçe-i Osmani”de “şakşaki” tabirini kullandığı dalkavuklarla ilgili çok sayıda hikaye anlatılır.
Bunlardan birini Reşat Ekrem Koçu şöyle nakleder:
“19. Yüzyıl mirasyedilerinden Veli Efendi-zade Mehmet Efendi, dalkavukları konağına çağırır, kış günü yaz oyunu, yaz günü kış oyunu oynatırmış. Ortalık buz tutarken kendisi sıcak tandır başında kürküne sarılıp salep içer, pencereleri açtırır, yazlık entarili çıplak ayaklı dalkavuklara dondurma yeme yarışı yaptırırmış. Yaz günleri de patiska entari, yalın ayakla bahçede buzlu şerbet içerken kat kat kalın kürkler, yün çoraplar giydirdiği dalkavuklara kaynar salep içirirmiş.
Yine soğuk bir kış günü Boğaz’da balığa çıkmış. Kendisi sarılmış, sarmalanmış. Dalkavuğunu soydurup iç donuyla karşısına oturtmuş. Bir müddet sonra dalkavuk soğuktan mosmor olmuş. Mirasyedi, ona bakarak ‘Hatırın için biraz daha dolaşmak isterdim ama burnumun ucu üşüdü” demiş. Dalkavuk ise o durumda bile dalkavukluğunu yere düşürmeden şu cevabı vermiş: ‘Devletlü efendim, benim hâlâ arkamda sıcak bir yer var. Burnunuzu oraya sokabilirsiniz.”
Dalkavuk esnafı sadece toplum baskısından değil zaman zaman kendi içindeki yol yordam bilmeyenler yüzünden de bazı sıkıntılar yaşamış, bunların giderilmesi için saraya dilekçe yazmak durumunda bile kalmıştır. Topkapı Sarayı eski müdürlerinden Tahsin Öz tarafından yayınlanan ve Sultan I. Mahmut zamanında yazıldığı belirtilen bu dilekçelerden biri şöyledir:
“Devletli, inayetli, merhametli efendim.
Kimsesiz dalkavuk kullarınızın arzuhalidir. Her sene Ramazan-ı Şerif geldiğinde İstanbul’da, davetli, davetsiz iftarlara gideriz. Ulemanın, ricalin, devletin vesair büyüklerinin, mevki sahiplerinin sofralarında çeşitli nefis yemekler, türlü türlü reçeller, süzme aşureler; şerbetler, helvalar, kaymaklı baklavalar, ekmek kadayıfları, hoşaflar yer ve içeriz. Üstüne göbek tütünü ve kahve ile ikram görürüz. Lakin içimizde bazı terbiyesizler bulunup edebe uymayan hareket ve tavırları ile velinimetlerimiz efendilerimizi gücendirmekte, zararı da hepimize dokunmaktadır. Dalkavukluk sağlam bir nizama bağlanmazsa cümlemizin açlıktan öleceğimiz aşikârdır. Kadim nizam ve kanuna göre yeniden bir nizama bağlanmamızı, içimizden uygunsuzların tart edilmesini, tavır hareketleri hepimizin makbulü olan Şakir Ağa’nın kâhya tayin olunmasını, eline memuriyetini bildiren bir vesika buyurulmasını niyaz ederiz. Emr-ü ferman devletli, inayetli efendim sultanım hazretlerinindir. İmza: Dalkavuk kulları”
……
Tanzimatın ilanıyla birlikte kurumsal özelliğini yitiren dalkavukluğun serencamı böyle…
Hepimiz biliyoruz ki insanoğlu yaşadığı müddetçe bu serencam sürecek… Tarih denizinin muazzam derinliğinde ne yana kulaç atarsak bir dalkavuğa değdiğimiz gibi, bizden sonraki nesiller de dalkavuklarla yaşamaya devam edecek…
Not: 21 Ocak Salı günü Bolu’daki otel yangınında hayatını kaybeden canlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum. Milletimizin başı sağ olsun…
Yorumlar9