Selanik olayı
- GİRİŞ04.05.2025 09:09
- GÜNCELLEME04.05.2025 09:39
1876 senesinin Mayıs başlarıydı.
Milliyetçilik ateşiyle kaynayan Balkan coğrafyasında gerginlik had safhadaydı. Hersek, Sırbistan ve Karadağ’ın ardından Bulgar ayaklanmasının da fitili ateşlenmişti. Rusya ve İngiltere’nin başını çektiği devletler, bölgeyi karıştırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bir yandan isyancılara silah ve mühimmat veriyor, diğer yandan Müslümanların Hristiyan ahaliye zulmettiği yolunda dünya kamuoyuna propaganda yapıyorlardı.
Kışkırtılan Hristiyanlar saldırgan, Müslüman ahali öfkeli, dengeler pamuk ipliğine bağlı bir haldeydi.
Tam da bugünlerde yaşanan “Selanik Olayı” her şeyin tuzu biberi oldu.
.................
Stefana, Selanik’in Avrathisar kazasına bağlı Boğdanca köyünde yaşayan bir Bulgar kızıydı.
Aynı köyde yaşayan Emin isminde bir Türk gencine âşık olmuştu.
Evlenmeye karar verdiler. Stefana, Müslüman olarak Ayşe adını aldı. Ne var ki Hristiyan cemaat bundan rahatsız olmuştu. Köyün papazı, kızın annesine baskı yaptı. Fakir ve dul bir kadın olan Maria Hanım, bu baskıya dayanamayarak Selanik Valisine dilekçe yazdı. Kızının zorla Müslüman yapıldığını söyleyerek şikâyetçi oldu.
5 Mayıs Cuma günüydü.
Genç kız, sevdiği adamı da yanına alarak Selanik’in yolunu tuttu. İhtida edip Müslüman olduğunu resmî makamlar önünde beyan edecek, asılsız şikâyeti boşa düşürecekti.
Onların yola çıktığı dakikalarda Köy Papazı, Amerika’nın Selanik Konsolosu Perikles Lazzaro’ya bir telgraf çekti. Müslümanlar tarafından Hristiyanlara eziyet edildiği propagandasının yapıldığı bir dönemde, Hristiyan bir kızın kendiliğinden Müslüman olmasına tahammül edilemeyeceğini söyleyip, bunun engellenmesini istedi.
Kendisi de koyu bir Hristiyan olan Lazzaro, iki konsolosluk görevlisi ile Bulgar ve Rumlardan oluşan yüz elli kişilik bir grubu Selanik Garına gönderdi. Grup, garın etrafında pusuya yattı.
Gençler, kurulan pusudan habersiz trenden inip görevli memurların yanına vardılar. Durumu anlatıp hükümet konağına gitmek için kendilerine yardımcı olunmasını istediler.
Biri onbaşı üç asker refakatçi olarak verildi. Birlikte gardan çıktılar. Onları gören Lazzaro’nun adamları aniden saldırıya geçtiler. Gözü dönmüş grup, Emin’i etkisiz hale getirdikten sonra Ayşe’nin yaşmak ve feracesini yırttı. Askerlerin müdahalesi, vatandaşların çabası ve genç kızın çığlıkları yetersiz kaldı. Zorla bir arabaya atıp konsolosluk binasına kaçırdılar.
Olay, kısa zamanda duyuldu ve şehirde bomba etkisi yaptı.
Müslüman bir idarede, Müslüman bir kıza pervasızca saldırılması sabırları taşırmıştı. Ahali galeyana geldi. Bir anda gar çevresinde binlerce kişi toplandı. Sel gibi kabarıp hükümet konağına doğru yürüyüşe geçti. Büyükçe bir grup da Amerikan Konsolosluğunu sardı. Rehinenin salınması ve saldırganların cezalandırılması istendi.
Selanik Valisi Mehmet Refet Paşa paniklemişti. Rehineyi kurtaracağına söz vererek öfkeyi yatıştırmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Kaleden ve firkateynden takviye kuvvet istedi. Yaşanan rezalet askerin de canını sıkmıştı. Yardım talebi karşılık görmedi.
Kalabalık her geçen dakika çoğaldı, gerginlik iyice tırmandı. Vali’nin Konsolos ile yaptığı görüşmeler sonuç vermedi. Lazzaro, Amerikan Konsolosluğu kisvesinin de verdiği şımarıklıkla kızı bırakmak istemiyordu.
İkindi suları olmuştu. Kalabalık, vali konağının yanındaki Saatli Camiye çekildi. Hava kararmadan sonuç alınamazsa Lazzaro’nun evine saldıracaklarını söylediler.
İşte tam bu anda beklenmedik bir şey oldu.
Fransa Konsolosu Jules Moulin ve Almanya Konsolosu Eric Abbott bugün bile anlaşılamayan bir sebeple Saatli Camiye gitmişlerdi. Göstericiler onları rehin aldılar. Kızın bırakılması için aracı olmalarını istediler. Fransız Konsolosu Moulin’in buna direnmesi kalabalığı galeyana getirdi. Cami pencerelerinden söktükleri demir çubuklarla ikisini de linç ettiler.
Ardından Lazzaro’nun evine doğru yürüyüşe geçtiler. Kalabalığın öfkesi ve kararlılığından korkan Amerika Konsolosu, Ayşe’yi sakladığı yerden çıkarıp teslim etti.
Amacına ulaşan kalabalık, suçluların da bulunup cezalandırılması için Valiliğin önünde kısa bir nümayiş yaptıktan sonra dağıldı.
.................
Olay, ertesi gün uluslararası bir krize dönüşüp, dünya siyasetinin bir numaralı gündemi olmuştu.
Almanya, İngiltere, Fransa, Avusturya-Macaristan ve Rusya savaş gemileri Selanik’e doğru yola çıkmış, Osmanlı Devleti kendi gemilerini bölgeye göndererek savaş pozisyonu almıştı.
Avrupa basınında müthiş bir kampanya yürütülüyordu. Zavallı Hristiyanların Türk saldırıları karşısında yalnız kaldıkları yazılıyor, büyük tehdit altında oldukları yönünde manşetler atılıyordu. Haçlı dünyası bir kez daha birlik olmuş, bu olayı bahane ederek baskı ve tehdide başlamışlardı. Birbirinden sert notalar çekiliyor, İstanbul’daki temsilciler Babıali’ye nefes aldırmıyorlardı.
Osmanlı tahtında Sultan Abdülaziz oturuyor, Hükümetin başında Sadrazam Mahmut Nedim Paşa bulunuyordu.
Rusya’ya yakınlığıyla bilinen ve kamuoyunda Nedimof olarak tanımlanan Mahmut Nedim Paşa, Padişah’ı da etkileyerek pasif bir politika izledi. Fransa ve Almanya’ya özür mektupları yazıldı. Hadisenin, Müslüman-Hristiyan kavgası çıkarmaya çalışan şer odaklarının bir marifeti olduğu, sorumluların kısa zamanda ortaya çıkarılarak bertaraf edileceği yönünde sözler verildi.
İlk iş olarak, Selanik Valisi görevinden azledildi. Birçok rütbeli asker ve görevli sürgüne gönderildi. Soruşturmalar, tutuklamalar birbirini izledi. Olaya karıştıkları tespit edilen 53 kişi tutuklandı. 12 kişinin idamına hükmedildi. Müebbetten başlayarak çeşitli miktarlarda hapis, sürgün ve falaka cezaları verildi.
Üstüne, öldürülen Alman ve Fransız konsolosların ailelerine yüklü miktarda tazminat ödenmesi kararlaştırıldı.
....................
İdamlar 16 Mayıs 1876 günü, günbatımının kızıla çevirdiği Selanik sahilinde yapıldı. Limana demirli gemilerin güvertelerine yığılan Haçlı askerlerine bir film gibi izletildi.
İnfazı İngiliz gemisinden izleyen subaylardan biri de Pierre Loti’ydi. Tuttuğu günlüğüne o gün şunları yazdı:
“Güneşli, güzel bir Mayıs günüydü. Hava açıktı. Cellatlar rıhtımdaki işlerini bitirmek üzereydi. Büyük bir kalabalık karşısında asılanlar son çırpınışlarını yapıyordu. Pencereler, damlar izleyicilerle doluydu. İnfazlar tamamlanınca askerler geri çekildiler. Ölüler güneş batıncaya kadar sergilendiler. Ayakları üzerinde duran cesetler, sessiz kadın grupları ve öylesine gezinenler arasında Türkiye’nin o güzel güneşi altında ölümün ürperten yüzünü oluşturuyordu.”
Dönemin şahitlerinden olan ünlü hikâyecimiz Ömer Seyfettin, yıllar sonra kaleme aldığı “Türbe” isimli hikâyesinde bu olaydan bahsedecek ve yaşananları hikâyenin kahramanı Şefika Molla’nın ağzından şöyle anlatacaktı:
“Hem o gün ne uğursuz bir gündü. Konsolosları öldürdükleri için birkaç Müslüman asılıyordu. Birçok toplu, direkli gâvur vapurları limanı doldurmuştu. Zavallı asılanların ipek kuşakları çözülüyor, biraz çırpındıktan sonra uyur gibi başlarını büküyorlardı. Ayaklarının uçları kumlara dokunuyordu. Karmakarışık bir Yahudi, bir Rum kalabalığının arasında babası onu kollarından tutmuş, yukarı kaldırarak bu soğuk manzarayı göstermişti. Günlerce boyunları iplerde takılı rüzgârla sallanan bu iriyarı başı kabak Müslümanların, göğüslerindeki beyaz kağıtların hayali zihninden çıkmamış, birçok geceler rüyasına girmiş, onu ağlatarak uyandırmıştı. Haftalar, aylar, yıllar geçti, işte hâlâ unutamamıştı. Ne vakit deniz lafı olsa o asılanlar gözünün önüne gelirdi.”
.........................
Yaşanan süreç, kahrediciydi.
Genç bir kıza saldırıp zorbalıkla kaçıranların, ceza almak bir yana mahkemeye bile çıkarılmaması, Amerikan Konsolosu Lazzaro’ya hiçbir yaptırım uygulanmaması hükümetin her tavize boyun eğmesi vicdanları kanatmıştı.
İstanbul gazeteleri ateşli yayınlar yapıyordu.
Hükümet, suçluları cezalandırmamış, devlet onurunu ayaklar altına alıp Batılı devletlerin öfkesini dindirmek için kendi vatandaşlarını katletmişti.
Bu kanaat, binlerce insanı sokağa döktü. Fatih Medresesindeki talebelerin başını çektiği isyan dalgası kısa zamanda bütün İstanbul’u sardı. Nedim Paşa vezaretten çekildiği gibi linç edilmekten korkarak şehri terk etti.
Sultan Abdülaziz’i devirmek için fırsat kollayan Hüseyin Avni Paşa liderliğindeki cuntaya da gün doğdu. Önce Sultan’ı devirdiler ardından bileklerini keserek ölümüne sebep oldular. Sonrasında Osmanlı-Rus Savaşı başladı. Rumeli’deki kayıplardan başka Kars, Ardahan gibi doğu vilayetleri de elden çıktı.
Küçücük bir köyde başlayan masum bir aşk hikâyesi, teslimiyetçi politikalar ve muktedir olmayan yöneticilerin elinde nasıl sonuçlar doğuracağının örneği olarak tarihe geçti.
Yorumlar16