Ağlatan kafe
- GİRİŞ25.05.2025 09:07
- GÜNCELLEME26.05.2025 09:14
1700’lerin ikinci yarısı Kafkaslar için sonu gelmez acıların başlangıcı oldu.
Sıcak denizlere ulaşma ve burada kalıcı olma hayali ile güneye yönelen Ruslar, bu coğrafyaya ölüm ve gözyaşı getirdiler.
Kabardeyler, Şapsığlar, Abzehler, Natuhaylar, Hatukaylar, Ubıhlar...
Bölgenin kadim sahibi olan Çerkez boyları, bu amansız saldırılar karşısında bir tercihle karşı karşıya kaldılar. Ya, Rus gücüne boyun eğecek ya da mücadele edeceklerdi. Rus gücüne boyun eğmek, Rus ve Kazak nüfusun bölgeye yerleştirilmesine razı gelmek, İslâm’dan çıkıp Ortodoksluğa geçmek, asimile olup esaret altına girmek demekti.
Kendi boyları arasındaki ilişkilerde bile bağımsız olan Çerkezlerden bu tercihi beklemek teklifi yapanlar bile inanılmaz olurdu.
Kartal yuvasını andıran yalçın dağları, coşkun nehirleri ve hürriyet bahşeden uçsuz bucaksız ufuklarıyla masal diyarını andıran bir coğrafyanın kimlik ve kişilik verdiği özgür ruhlu bu insanların, kavgadan ve direnişten başka seçenekleri yoktu.
Öyle yaptılar.
Aradaki muazzam güç farkına ve jenosite varan acımasız yöntemlere rağmen, bir buçuk asır süreyle dünya tarihinin en onurlu direnişine durdular.
...............
Rusların Kafkasya’ya doğrudan ilk saldırısı 1711’de Çar I. Petro zamanında oldu. Astrahan Valisi Araksin idaresindeki 30 bin kişilik Rus ordusu, önüne çıkan her köyü yakarak Karadeniz’deki Kuban Limanına ilerledi. Modern silahlardan mahrum Çerkezler 7 bin atlıyla bu orduyu durdurmaya çalıştılarsa da başaramadılar. Kayıtlara göre bu saldırıda kadın-erkek 40 bin civarında sivil katledildi.
1761 yılında tahta çıkan II. Katerina, yağma saldırıları ile yetinmeyip kalıcı harekatlara girişti. Kafkasları boydan boya kat eden bir istihkâm hattının inşasına başladı. Çerkezlerin ilk örgütlü direnişi de bu esnada oldu. Dağıstanlı Şeyh Mansur, Dağıstan ve Çeçenistan’ın bütününü etkisi altına alacak olan Müridizm Hareketiyle Rus ordularına ağır darbeler indirdi.
Bu yıllarda başlayan Osmanlı-Rus Savaşı kötü bitti. 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla Kırım, Osmanlı idaresinden çıkarak bağımsız hale geldi. Bu durum, Kafkaslardaki mücadelenin de kırılma noktasıydı. Kırım, kısa zaman içinde Rusya tarafından işgal edilecek, Kafkasya’ya yönelik saldırılar için yeni bir cephe açılmış olacaktı.
İlk direniş örgütlenmesinin lideri Şeyh Mansur’un Ruslar tarafından esir alınması bu dönemde oldu. Peterburg’a götürülen Şeyh Mansur, 13 Nisan 1791’de idam edildi.
1801’e girildiğinde Rusya, önce Gürcistan’ı ardından Abhazya’yı ilhak etti. Böylece Kafkasya’daki hâkimiyetini iyice pekiştirdi.
1828’de Navarin’deki Osmanlı donanmasının yakılması yeni bir Osmanlı-Rus savaşının da başlangıcı oldu. Osmanlı ordusu en kötü dönemindeydi. Yeniçeri Ocağı yeni kaldırılmış, onun yerine kurulan orduda henüz düzen kurulamamıştı. Mağlubiyet kaçınılmazdı. Eflak ve Boğdan’ı işgal eden Ruslar, batıda Edirne’ye, doğuda Erzurum’a ilerlediler. Edirne Antlaşması mağlubiyetin tescili oldu. Balkanlardaki kayıplar bir yana Kuzey Kafkasya’nın Ruslara devri, bölgenin idam fermanı gibiydi. Buradaki işgali meşrulaştırırken ülkenin asıl sahiplerini düzene başkaldıran asiler haline getirmiş oluyordu.
Rusya’nın söylemi böyle olsa da; kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdu. Çerkezlerin teslim bayrağı çekmesini hiç kimse beklemiyordu.
Şeyh Şamil’in sahneye çıkışı ve yeni bir direnişi örgütlemesi tam da o günlerde başladı.
1829’dan itibaren otuz yıl süreyle Kafkas dağları destansı bir mücadeleye şahit oldu. Şeyh Şamil, sadece Kafkasya’da değil bütün dünyada özellikle Müslüman ülkelerde efsaneleşip bir sembole dönüştü.
Rus orduları tüm güçleri, teknolojileri ve silahlarına rağmen bir avuç inanmış Kafkas mücahidi karşısında çoğu zaman çaresiz kaldı. İşgalin uzandığı her köşede yüzlerce savaş oldu.
Direnişçiler, bir yandan ülkelerini savundular bir yandan da sivil kıyımların önlenmesi için diplomatik girişimlerde bulundular. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere birçok ülkeye temsilciler göndererek soykırıma dönüşen saldırıların durdurulması için çağrı yaptılar.
Olmadı. Ne İngilizler bu çağrıya kulak verdi, ne Fransızlar ne de diğerleri...
Kafkasya’daki bir avuç insan, dönemin en büyük, en acımasız güçleri karşısında yapayalnız kaldılar. Rusya saldırılarını artırdıkça artırdı, gücünü yığdıkça yığdı. Dağ başlarında, ormanlarda, kuytu vadilerde kalmış küçücük köylere bile acımasız saldırılar yapıldı.
Şeyh Şamil, 1858 yılında son saldırısını yapıp yüksek dağlardan birine çekildiğinde yanında yalnızca 400 kişi kalmıştı. Mücadelenin daha fazla sürdürülmesi imkânsızdı. Yanında kalan 50 kişi ile birlikte teslim oldu.
Onun teslimini haber alan Rus Çarı, harekatı yürüten generaline cesaret madalyasıyla ile birlikte şu notu da gönderdi:
“Kafkasya’nın uyuşmaz yerli halklarına boyun eğdirmeyi başardınız. Şimdi Rus yerleşimcilerini rahatça oturtup yerleştiriniz...”
Şeyh Şamil’in tesliminden sonra Kafkas direnişi küçük gruplar halinde de olsa bir müddet daha devam etti. Hatta Abzeh, Şapsığ ve Ubıh temsilcilerinin katılımıyla bir Çerkez Devletinin kurulduğu bile duyuruldu.
Ancak her şey için çok geçti.
21 Mayıs 1864 günü, Karadeniz kıyılarındaki Kbaade vadisinde son Çerkez birliğinin de yenilmesiyle direniş son buldu. Kafkasya Genel Valisi Grandük Mihail, “Kafkas Savaşlarının bittiğini” söyledi. Vadide toplanan ordu komutanları büyük bir şenlik ateşi yakıp o günü bayram ilan ettiler.
İşgalcilerin bayramı, yerli halkın sürgün tarihi olacaktı...
Savaş bitmişti ama Ruslar, yerli halkı tümüyle bertaraf edip bölgeye yerleşmek istiyordu. Mağlubiyete razı gelseler bile oturmalarına izin vermiyordu. Osmanlı Hükümeti ile çoktan temasa geçilmiş, savaştan zarar gören Müslümanların Osmanlı topraklarına göçmek istediklerini söyleyerek Sultan Abdülmecit ikna edilmişti.
Bölge temsilcilerinden oluşan alelacele bir komisyon kuruldu. Komisyon, Kafkas halklarının Osmanlı topraklarına sürülmesi için karar aldı. Karar hızla uygulandı. Buna direnen köyler topyekûn imha edildi. Etnik temizliğe dönüşen katliamlar günlerce sürdü.
O günlerde askerî danışman olarak Kafkasya’da bulunan Fransız subay Fonvill, anılarına şöyle yazmıştı:
“Birbiri ardına yakılan yerlerden köylüler kaçıyor. Açlıktan kırılan kafileler geride ölüler bırakıyor. Kurtlar ve ayılar karı eşeleyerek altından insan cesetleri çıkarıyor.”
Sürgün savaştan da beterdi.
Kafkas sıradağları boyunca yollara düşen yüzbinlerce Çerkez, gözyaşları içinde ata topraklarını terk etti. Çocukların çığlıkları, annelerin feryatları, dağların sessiz çığlığına karıştı. Karadeniz’deki limanlar ağzına kadar gemiyle, gemiler üst üste bindirilmiş insanlarla doldu.
Anadolu sahilleri günlerce onları bekledi. Kimi hırçın dalgalara mağlup olup hiç gelmedi, kimi eksik geldi. Açlıktan, hastalıktan kırılanların trajedisi yürekleri dağladı.
Savaş süresince yardımlarına koşacak kudret bulamayan Osmanlı Hükümeti, gönlüyle birlikte kapılarını da açarak teselli buldu. Anadolu, bu onurlu insanların yeni ocağı, yeni vatanı oldu.
Büyük sürgünün acıları hiçbir zaman unutulmadı.
21 Mayıs 1864, sadece takvimlerde bir tarih olarak kalmadı. Bir Çerkez’in nefes aldığı her ocakta usulca yanmaya devam etti.
O ocakların açık kalan pencerelerinden “Ağlatan Kafe”nin melodisi yükseldi.
Dinleyenler, birbirine kavuşamayan iki sevgilinin hikâyesini hatırlayıp hüzünlendiler.
Sürgünün aldığı sevgili için bundan güzel gözyaşı olur muydu?
Zekeriya Yıldız / Haber7
Yorumlar21