Savaşta bayramı yaşamak

  • GİRİŞ08.06.2025 09:30
  • GÜNCELLEME08.06.2025 09:30

1914 yazının 28 Haziran’ıydı. 

Saraybosna’yı ziyaret eden Avusturya-Macaristan Veliahtı Franz Ferdinand ve karısı bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldü.

Suikast, beklenen son damlaydı. İngiltere, Fransa ve Rusya bir tarafta, Almanya, Avusturya-Macaristan Krallığı ve İtalya diğer tarafta toplanmıştı. Saflar belirlenmiş, bloklar oluşmuştu. Silahların ateşlenmesi, orduların yürümesi için bu damlanın düşmesi gerekiyordu. 

Öyle oldu.

Avusturya-Macaristan, Sırbistan’ın başkenti Belgrat’ı bombaladı. Müttefiki olan Almanya, önce Rusya’ya ardından Fransa ve İngiltere’ye savaş ilan etti. Donanmalar denizlere açıldı, askerler cephelere yığıldı, dönemin en kudretli silahları amansızca ölüm kusmaya başladı.

Gelişmeler, Osmanlı kamuoyunda da yakından izleniyordu.

Balkan hezimetinin üzerinden iki yıl bile geçmemişti. Asker yorgun, ekonomi bitikti. Ne yapacaklardı? Savaşa girecekler miydi? Yeni bir seferberliğin üstesinden gelebilecekler miydi? Girerlerse hangi ittifakın içinde yer alacak, hangi pozisyonda bulunacaklardı? 
Meclis-i Mebusan sıralarından gazete manşetlerine, ordu saflarından kahvehane köşelerine kadar her tarafta benzer sorulara cevap aranıyordu.

Aslında bu tartışma, savaş tamtamlarının yükselmeye başladığı bahar aylarından beri devlet katlarının en hararetli konusuydu.

Yönetimi elinde tutan İttihatçı kadro çoktan kararını vermiş, Almanlarla temasa geçmişti. Onların gözü Kafkaslarda, Türkistan’da, Çin sınırına uzanacak büyük Turan ülküsündeydi. 

İttihatçıların önemli ideologlarından Munis Tekinalp, o günlerde yazdığı “Türkler Bu Muharebe Ne Kazanabilirler?” başlıklı bir risalede bu ülküyü söyle dile getiriyordu: 

“Bu savaş bizi, Moskova’daki düşmanımızı yok ederek ırkımızın tüm dallarını içine alıp birleştirecek bir imparatorluğun tabi sınırlarını bulmaya yöneltir.”

İttihatçı gelenekten gelen Şevket Süreyya Özdemir de, “Suyu Arayan Adam” isimli eserinde benzer hisler dile getirecekti: 

“Bizler muallim mekteplerinin duvarlarına asılı olan haritaların başında toplanır, yeni Türk vatanının sınırlarını çizmeye çalışırdık. Bir elimizi Balkan geçitlerinin üzerine koyar, diğer elimizi Kırım’a, Kafkasya’ya, Türkistan’a, Altaylara, Çangari’ye Altın Dağ’a uzatırdık. Oralara gidecektik.”

Osmanlı yönetiminin bu düşüncede olması Almanya’nın işine gelmişti. Alman Genelkurmayı, üç büyük savaş kaybetmesine rağmen ordusunu yeniden teşkilatlandırıp toparlayan Osmanlının büyük kapışmada kilit rol oynayacağına inanıyordu. Askeri gücünün ötesinde hilafet makamı gibi tılsımlı bir unvana sahipti. Halife Sultan, Kafkaslar ve sömürge ülkelerindeki Müslümanları harekete geçirebilir Rusya ve İngiltere’yi saf dışı bırakabilirdi.

Geriye, niyetlerin kâğıda dökülüp, ittifak anlaşmasının imzalanması kalmıştı. Onun için de fazla beklenmedi. 

Anlaşma, 2 Ağustos akşamı harp karşıtı kamuoyunun tepkisinden çekinilerek Sadrazam Sait Halim Paşanın yalısında gizlice imzalandı.  

İmza töreninde Osmanlı Devleti adına Harbiye Nazırı Enver Paşa, Sadrazam Sait Halim Paşa, Dâhiliye Nazırı Talat Paşa ve Meclis-i Mebusan Reisi Halil Bey bulundular. Bahriye Nazırı Cemal Paşaya da haber salınmış ancak aşırı yağmurdan dolayı arabası yolda kaldığından imzaya yetişememişti.

Anlaşmaya Almanya adına Alman Büyükelçisi Baron von Wangenheim imza attı. Hükümetinin anlaşmadan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Kendini devlet yerine koyduğu halde teşebbüsün azametinden ürken dar kadro, diğer nazırlara ve Şeyhülislama haber vermeye gerek duymamıştı. Dahası devletin başı olan Padişah’ın bile haberi yoktu.

Bazı tarihçiler anlaşmanın 2. Maddesine dikkat çekerek, imzalanan metnin bir savaş beyanı değil, savunma amaçlı bir ittifak olduğunu söylerler. 

2. Maddede şöyle yazmaktadır. “Eğer Rusya, askerî olarak karışır ve Avusturya ile Rusya savaşır ve Almanya da Avusturya’nın yardımına gitmek zorunda kalırsa Osmanlı İmparatorluğu da savaşa girecektir.”

Bu madde, her ne kadar doğrudan değil de bir şarta bağlı olarak savaş kararı alınacağını söylüyorsa da, anlaşmanın imzalandığı tarihten bir gün önce Almanya Rusya’ya savaş ilan etmiş, savaşın şartı zaten oluşmuştu.

İmzalar atıldıktan sonra Alman Büyükelçi yalıdan ayrıldı. Yemekler yendi, çubuklar içildi, ardından İbn-i Haldun’un tarih felsefesi üzerinde koyu bir sohbete tutuşuldu. Sait Halim Paşa dedi ki:

“İbn-i Haldun, bir milletin üç dönemi olduğunu söyler. Fütuhat (fetih) dönemi, Tevakkuf (durma) dönemi ve inhitat (çökme) dönemi... Fütuhat döneminde olmasak bile inşallah inhitat döneminde de değilizdir. Devr-i tevakkuf en uygunudur. Kurduğumuz denge sayesinde memleketi tecavüz ve taarruzlardan, harp felaketinden kurtarır, durduğumuz yerde kalabilirsek tarih bizi hayırla yâd edecektir.”

Sait Halim Paşanın bu sözleri salonda hafif bir tebessüme sebep oldu. Madem savaşa girmişlerdi; Altay Dağlarına uzanıp yeni fetihler yapmak varken neden yerlerinde duracaklardı? Yerlerinde duracaklarsa tarih neden hayırla yâd etsindi?

...............................

O günden sonraki olaylar sanki planlanmış bir senaryonun parçaları gibi ilerledi.

İtalya’nın Messina Limanına demirli Goeben ve Breslau isimli iki Alman savaş gemisi, 4 Ağustos’ta Akdeniz’e açıldı. Afrika kıyılarına yaklaşıp Fransız sömürgesi altındaki Cezayir’in bazı limanlarını bombaladı. Takibe çıkan İngiliz savaş gemilerini peşine takarak İstanbul’a doğru yol aldı. Ege Denizine girer girmez de Osmanlı Devletinden sığınma talep etti. 

Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa, hiç düşünmeden bu talebi kabul edip gemilerin Boğazlardan içeri alınmasına izin verdi. Mayınlara çarpmaması için bir kılavuz tahsis ederek 10 Ağustos’ta Marmara’ya getirdi. 

Aynı akşam, ittifak anlaşmasını imzaladıkları Sait Halim Paşa Yalısında kendisini bekleyen arkadaşlarının yanına gitti. “Bir oğlumuz dünyaya geldi” diye müjdeledi.
Dünya ayağa kalkmış, vaziyet kritik bir hal almıştı. Osmanlı Hükümeti,  tarafsızlığını sürdürebilmek için ya yirmi dört saat içinde gemileri karasularından çıkaracak ya da silahlarından arındırıp bir limana çekecekti.  İkisini de yapmadı. 80 milyon Marka satın alınmış gibi yaparak kendi donanmasına dâhil etti. Gemilerin adlarını Yavuz ve Midilli olarak değiştirip 16 Ağustos’ta İstanbul’a getirdi. Mürettebata Osmanlı askerleri katıldı. Alman askerlerine fes giydirilip göndere Osmanlı bayrağı çekildi.

Tam da bu günlerde hükümete kamuoyu desteğini artıracak ilginç bir olay yaşandı.
Balkan Harbinin donanma yetersizliğinden kaybedildiğini düşünen hükümet iki yıl önce büyük bir kampanya düzenlemiş, halktan topladığı paralarla İngiltere’ye üç büyük harp gemisi siparişi vermişti.  Reşadiye, Fatih ve Osman isimlerini taşıyan gemilerden sadece biri teslim edilmişti. Diğerlerini almaya giden heyetimiz eli boş döndü. İngiltere, Alman gemilerini donanmasına katarak safını belli eden Osmanlıya gemileri vermeyeceğini söylüyordu.

Haberin duyulması büyük bir öfkeyle karşılandı. Halk, en yoksul günlerinde verdiği bağışlara el konulmasına adeta isyan etti. İngiliz elçiliği önünde yoğunlaşan gösteriler Eylül ayı boyunca sürdü.  

Bu sürede iki ülke arasındaki görüşmeler hızlanmış, Varşova önlerinde durdurulan Almanya paniklemiş, Osmanlının bir an önce savaşa girmesi için kesenin ağzını iyiden iyiye açmıştı. 

Nihayet beklenen oldu. 

27 Ekim günü, Yavuz, Midilli, Hamidiye, Berk, Gayret ve Nümune gemilerinden oluşan Osmanlı Donanması, Alman Amiral Suchon komutasında Karadeniz’e açıldı. 
29’u 30 Ekim’e bağlayan gece Rusya’nın Sivastopol ve Odessa Limanlarını bombaladı. Rus savaş gemilerini batırdı. 

Gece karanlığında başlayan bombardıman gün ağarana kadar sürdü.

30 Ekim sabahı Kurban Bayramıydı...

Dünya tarihinin gördüğü en acımasız, en yıkıcı savaşlarından birine girdiklerinden habersiz milyonlarca Müslüman, en büyük dini bayramlarından birine daha erişmenin şükrüyle camilere akın ediyordu. 

Sonrası malum...

Dünya Harbi dört yıl daha sürecek, onu işgal yılları izleyecek, bayramlar uzun bir süre buruk ve hüzünlü geçecekti...  

......................

Bu ülke, savaşta bayram yaşamış insanların ülkesidir.

İsrail vahşeti altında bayrama erişen Filistinli mazlumların acısının en derin haliyle bu topraklarda hissedilmesi bundandır. 

İçimizin yangını, dualarımızın içtenliği de... 

İşgalcilerin döktükleri kanda boğulacakları, mazlumların felaha erecekleri günlerin yakın olduğu inancıyla...

Bayramınız mübarek olsun...

Zekeriya Yıldız / Haber7

Yorumlar6

  • Aydın 1 saat önce Şikayet Et
    Sizin de bayramınız mübarek olsun
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • Kerimoglu 1 saat önce Şikayet Et
    tebrik ederim
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • SAVAS 1 saat önce Şikayet Et
    Büyük devletlerin Savaşlarına Taraf olmamak gerekiyor, İKİSİDE tükenince Saha bize kalir
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • Gurbetçi 1 saat önce Şikayet Et
    Güzel özetlemiş, eline sağlık
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • PAKİSTAN 1 saat önce Şikayet Et
    Son Pakistan Hindistan savaşında.Kesmirdeki terör.saldirisi Pakistan'ın üstüne aynı yöntemle yıkılmak istendi,teröristler,.direk Hindistan'da gecebilecekken, Pakistan üzerinden gecirildi
    Cevapla Toplam 1 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat