Ekümenik hayaller

  • GİRİŞ17.08.2025 09:11
  • GÜNCELLEME17.08.2025 09:11

IV. Yüzyılın başlarında Hristiyanlık dünyası karmakarışık bir haldeydi. 
İncillerin sayısı dörtyüzü geçmiş, kiliselerin her biri ayrı bir kitabın peşine düşmüş, yaradılıştan İsa’nın tanrılık vasfına kadar teolojik tartışmalar başını alıp gitmişti.  
Dini birliği sarsan bu tartışma ve yapılanmalar zaman zaman çatışmalara dönüşüp devletin siyasal yapısını da tehdit eder hale gelince Roma İmparatoru harekete geçti.
325 yılında İmparatorluğun dört bir yanına yayılmış tüm kiliselerin piskoposlarına çağrıda bulunarak İznik’te bir araya getirdi.

Tarihe I. İznik Konsülü olarak geçen ve imparatora ait bir sarayın bazilikasında yapılan toplantıya 250 ila 300 arasında piskopos katıldı. 

Toplantı sonunda Hristiyan dünyasının temel inanç ilkelerini teşkil eden iman esasları belirlendi. Farklı metinleri ihtiva eden İncillerden sadece dördünün “kanonik” olarak tescillenip diğerlerinin imha edilmesine karar verildi. Ayrıca İmparatorluk toprakları içindeki üç kiliseye özel statü tanındı. Antakya, Roma ve İskenderiye... Bu statünün tanınmasında söz konusu kiliselerin havariler tarafından kurulmuş olması esas alındı.  Bunlara kökeni Yunanca bir kelime olan “Ekümenik” (evrensel) denildi. Antakya Patrikhanesine Suriye, Anadolu ve tüm doğu vilayetleri, Roma Patrikhanesine İtalya ve tüm Avrupa şehirleri, İskenderiye Patrikhanesine Mısır, Kuzey-Güney Afrika ve Arabistan bağlandı. Her birine kendi bölgelerindeki kiliselere metropolit atama-azletmeden kilise mallarının işletilmesine kadar geniş yetkiler verildi.

Ancak siyasi otoritenin merkezi olan Konstantinopolis’in geri planda tutulup dini otoritenin başkentten uzak noktalara kaydırılması İmparatoru rahatsız etmişti. Din adamlarının kitleleri yönlendirme gücü defalarca kanıtlanmışken buna göz yumamazdı. 381 yılında İstanbul’da yeni bir konsül toplandı. Başkentteki piskoposluğa ekümenik patriklik statüsü verildi. Bu statü 451 yılındaki Kadıköy Konsülünde tescillenirken Hristiyan dünyanın tepkisini azaltmak için Kudüs’e de aynı yetkiler tanındı. Böylece ekümenik patrikhanelerin sayısı beşe çıktı. 

Ne var ki, İstanbul Kilisesine siyasi bir tasarrufla statü verilmesi, Hristiyan dünyasında tepkiyle karşılandı. Apostolik kökenli olmadığı, yani Havariler tarafından kurulmuş olma vasfını taşımadığı, bu haliyle Kitab-ı Mukaddes’e aykırı hareket edildiği gerekçesiyle reddedildi. Kavgaların, isyanların ve tartışmaların sonu gelmedi. Sırf bu sebepten yüzlerce isyan çıktı, yüzbinlerce insan katledildi. 

Devlet gücüyle ekümenik olan Konstantinopolis Patrikliği ise isyan ve itirazlara İmparatorun gölgesine sığınarak karşılık verdi. Seçilen her yeni Patrik, göreve başlamadan önce İmparatorun huzuruna çıkıp ayağını öperek mutlak bağlılığını deklare etti. Bir inanç ve cemaat yapılanmasından ziyade, devletin idare aygıtı, imparatorun verdiği kararlar ve yaptığı işlerin meşruiyet kaynağı oldu. VII. Yüzyıldan itibaren de tümüyle Milli Rum Kilisesine dönüştü. İmparator da Hristiyanlarla ilişkisini bu kilise üzerinden yürüttü. Esas ekümenik kiliseleri ikinci plana attı. Onlardan gelen talep ve istekleri İstanbul Patriğinin aracılığına bıraktı.

10. Yüzyıldan sonra özellikle Roma ile İstanbul kiliseleri arasında mezhep temelli müthiş bir rekabet başladı. Rekabet kısa zamanda kopuşu getirdi. Birbirlerini karşılıklı aforoz ettiler. 1204 yılında İstanbul’un Latinler tarafından ele geçirilip yağmalanması bu kopmayı kesinleştirdi. Kendisini Ortodoks olarak tanımlayan İstanbul Kilisesi Roma Kilisesi ile bağlarını kopardı. Papa’nın başında bulunduğu Roma Kilisesi Katoliklerin, Patrik’in başında bulunduğu Bizans Kilisesi Ortodoksların başı oldu. 

Zamanla Doğu Roma İmparatorluğu çaptan düştü. Suriye, Mısır ve Anadolu İslam hâkimiyetine girdi. Bizans’ın toprak ve güç kayıpları ekümenik statü tartışmalarını da anlamsız hale getirdi. Patrikhanenin etki alanı iyice küçülüp İstanbul ve çevresine sıkışıp kaldı.

1453 yılı gelip de İstanbul fethedildiğinde patrikhane tümüyle işlevsiz bir haldeydi. Kilisenin başında bir patrik bile yoktu. Fatih Sultan Mehmet Han, Ayasofya’da kıldığı Cuma namazı sonrası Hristiyan din adamlarını toplayıp Patriğin neden ortalarda görünmediğini sordu. Onlar da, II. Athanasios’un istifasından beri patriklerinin olmadığını söylediler. 

Fatih, Hristiyanlar arasında “alim” lakabıyla tanınan din adamı Yergies Kurtesis’i buldurup İstanbul’a getirdi. II. Genedios ünvanıyla Fener-Rum Ortodoks Patriği olarak atadı. Üzerinde “mucibince amel oluna” kaydı bulunan bir fermanla üç tuğlu paşa ünvanı vererek “etnark” (milletbaşı) ilan etti. Yetki ve haklarını genişletti. 

Böylece Patrikhane için yeni bir dönem başladı. 

Hristiyanlar, Osmanlı yönetimi altında tarihlerinin en rahat dönemini yaşadılar. Ne kiliselerine dokunuldu, ne ibadetlerine karışıldı ne de Patrik seçimlerine müdahale edildi. Tek kural vardı; babadan itibaren Osmanlı toprağında doğmak, güvenilir olmak, devlete sadık kalmak... Seçilen kişi, cemaatine zulmetmediği, millet sandığından akçe çalmadığı, devlete ihanet etmediği ve kendi isteğiyle ayrılmadığı takdirde ölünceye kadar görev yapabilirdi.

Böylece, Bizans döneminde bir devlet kurumu olan Patrikhane, Osmanlı devletinde de resmi bir kurum haline gelmiş oldu. Devletin sınırları genişledikçe Patrikhanenin Ortodokslar üzerindeki ruhani hâkimiyeti de genişledi. Patrik sadece dini bir lider değil, aynı zamanda Rum-Ortodoks cemaatinin başı, devlet mekanizmasındaki temsilcisiydi. Sadece kendi eylemlerinden değil temsil ettiği cemaatin eylemlerinden de devlete karşı sorumluydu.

Fatih’le birlikte başlayan bu politikayla hem Roma’daki Papaya karşı bir denge mekanizması kurulmak istenmiş hem de Hristiyan teb’anın kontrol altında tutulması amaçlanmıştı.

Fener Rum Patrikhanesi, asırlarca bu kurallar çerçevesinde faaliyetini sürdürdü. Devlet güç ve iktidar sahibi olduğu sürece ciddi sorunlar yaşanmadı. Ancak Patrikhane demek, Bizans demekti. Her sendeleme ve düşüşte bunu sergilemekten kendini alamadı.
Osmanlı tarihinde üç kez yaşanan Patrik idamları da bu sebeple yapıldı.
Çeşitli dönemlerde üç patrik idam edildi. Bunlardan ilki Patrik I. Kiril’di. Sultan IV. Murat zamanında “Rum teb’a arasına dini nifak soktuğu” iddiasıyla 26 Haziran 1638 tarihinde Rumelihisar’ında asılıp cesedi denize atıldı.

İ kinci vak’a 1657 yılında yaşandı. Osmanlıya karşı isyan eden Eflak Voyvodası Konstantin’e destek mektupları yazan Patrik III. Parthenius yakalanarak Parmakkapı’da idam edildi. 

Üçüncü idamın sebebi Patrik V. Gregorius’un Mora’da başlayan Yunan ayaklanmasına açıktan destek olup Rusya’yı yardıma çağırmasıydı.  22 Nisan 1821 tarihinde Patrikhane’nin orta kapısında asıldı. 

Osmanlının son dönemleri, “Megalo İdea” ile dillendirilen Bizans’ı diriltme rüyasının Patrikhane’yi yeniden coşturduğu dönemler oldu. Bu hayalle kimi zaman emperyalist devletlerle iş birliği yaptı, kimi zaman da iç isyanları destekleyip organize etti. Özellikle Balkanlarda Yunan milliyetçiliğinin temsilciliğini üstlenip devleti içten içe kemirdi. 
İkinci Meşrutiyetten sonra Venizelos Patrikhane’ye birleşme teklifinde bulundu. Başbakanlığa geçmeden önce papaz kıyafeti giyerek Girit’ten İstanbul’a gelerek Patrikhane’ye yeni talimatlar verdi. Dünya Savaşının bitip Anadolu’nun işgaliyle sonuçlanan karanlık günlerde Patrikhane ve ona bağlı metropolitler Yunanistan’ın Türkiye’deki işbirlikçileri oldular. İç isyanları körüklediler, Rum çetelerini silahlandırıp Müslüman köylere saldılar.

Bu yüzdendir ki Lozan görüşmelerine giden Türk heyetinin en önemli amaçlarından biri de Rum Patrikhanesi’nin Türkiye topraklarından gönderilmesiydi. “Bu kurumun ülkemizde kalması için vesile ve nedenler ileri sürülebilir. Türkiye’nin onlara bir sığınak göstermeye zorunluluğu yoktur. Bir fesat ve ihanet ocağı, uğursuzluk ve felaket simgesi olan bu tehlikeli örgütü ülkemizde tutmak istemiyoruz” denilmişti.

Ne var ki olmadı. Siyasetle uğraşmama,  Rum ahalinin dini ihtiyaçları, nikâh, boşanma, vaftiz gibi dini vecibelerini yerine getirme garantisiyle ve tasarruf hakkı Türk devletinde saklı kalmak kaydıyla varlığına izin verildi. Türk devletinin Fatih Kaymakamlığına bağlı dini bir kuruluşu olarak kabul edildi. Gazete haberleri ve resmi yazışmalarda kilisenin başındaki kişi için Patrik yerine “Başpapaz” unvanı kullanıldı. 

O günden bu yana ne uluslararası bir antlaşmaya konu oldu ne de yeni bir yasal düzenlemeye...

Buna rağmen özellikle 1980’lerden sonra “ekümeniklik” tartışmaları yeniden kaşındı. Bunun da başını Amerikalı yetkililer çekti. Çoğunluğunu Ortodoksların oluşturduğu Demir Perde bloğunun dağılmasından sonra tartışmanın alevlendirilmesi şüphesiz yeni bir siyaset oyunuydu. 

Görünen o ki; oyun devam ediyor...

Ekümenik hayaller, içimizdeki Truva Atını yeni bir heyecana salmış gibi duruyor.
Ortadoğu ve Slav dünyasının kaynadığı bu günlerde ABD Elçisinin Fener Rum Ortodoks Kilisesini ziyaret edip Başpiskopos için “ekümenik patrik” ifadesi kullanması tesadüf almasa gerek...

Zekeriya Yıldız / Haber7

Yorumlar18

  • Sergen 1 gün önce Şikayet Et
    Yazarın eline sağlık. Çok güzel, akıcı yazmış, çok şey ögrendim
    Cevapla
  • Abdullah Öztürk 1 gün önce Şikayet Et
    Muhteşem
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • Zignec 1 gün önce Şikayet Et
    çık güzel özetlemişsiniz kaleminize sağlık
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • Cem 1 gün önce Şikayet Et
    Açıkça düşman olanın düşmanlığından yakınacağınıza ,millete bayram üstüne bayram kutlatıp kendini tanrı ilan eden batının devşirmesi hakiki düşman ve düşmanları ele alıverin!Çünkü bir kısım beyni yıkanmış/yıkanmakta kitle var ki memleketin başı derde girse o kara cübbeli papazları daha sempatik görür!
    Cevapla Toplam 3 beğeni
  • Yoksul 1 gün önce Şikayet Et
    fener rum patrikhanesi kapatılmalı. Türkiye için habire enrikalar peşinde hainler
    Cevapla Toplam 2 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat