Kubilay

  • GİRİŞ21.12.2025 09:56
  • GÜNCELLEME21.12.2025 09:56

Mustafa Fehmi Kubilay...

1906 yılında Kozan’da doğdu. Girit göçmeni bir ailenin tek çocuğuydu.

Altı yaşındayken Aydın’a taşındılar. İlkokula burada başladı. 1919’daki Yunan işgali üzerine Antalya’ya göçtüler. Aynı yıl babası Hüseyin Efendi vefat etti. Ana-oğul zor günler yaşadılar. Geçim sıkıntısı dayanılmaz hale gelince bir terzinin yanına çırak olarak girdi. Aydın’daki ilkokul öğretmeni durumlarını öğrenince yardım elini uzattı. Onun desteğiyle Antalya Öğretmen Okuluna kayıt yaptırdı. İşgalin sona ermesinden sonra kaydını önce İzmir’e ardından Bursa Öğretmen Okuluna nakletti. 1926 yılında mezun olup Aydın’daki Gazi Paşa İlkokuluna öğretmen olarak atandı. Aynı okulda görev yapan meslektaşı Vedide Hanımla evlendi. Vedat ismini verdikleri bir çocukları oldu. Ne var ki evlilikleri uzun sürmedi. On dört ay sonra boşandılar.

Ayrılığın ardından annesi ve oğlunu İzmir Karşıyaka’ya yerleştirip kendisi de tayin istedi. Tayini şehir merkezine kırk kilometre mesafede bulunan Menemen ilçesindeki Zafer İlkokuluna çıktı. 1929 yılında yedek subay olarak askere gitti. Acemilik dönemini İstanbul Harbiye’de tamamladı. Ustalık kurası İzmir Kolordusuna bağlı 43. Piyade Alayına çıktı. Alay binası İzmir-Menemen yolunun solundaki tepeye yapılmış küçük bir kışlaydı. Kapısından bakınca Menemen ayaklar altına serilmiş görülürdü.

Kuranın buraya çıkmasından çok mutlu oldu. Menemen memleketi sayılırdı. Hem öğretmenlik yaptığı bir muhit olduğu için yabancılık çekmeyecek hem de annesi ve çocuğunu rahatça görebilecekti.

Öyle de oldu.

Hafta içi kışlada askerliğini yaptı, hafta sonları hiç aksatmadan annesinin ve küçük oğlunun yanına koştu.

Ta ki... Askerliğinin bitmesine dört ay kala yaşanan o meşum hadiseye kadar...

................

Takvimler 23 Aralık 1930’u gösteriyordu.

Günlerden Salıydı. İzmir’in ılıman iklimine rağmen soğuk ve rüzgârlı bir gündü...

Pazartesi akşamını Türk Ocağındaki arkadaşlarıyla geçirmiş, gece geç saatte kışlasına dönmüş, her gün olduğu gibi erkenden kalkıp sabah talimine hazırlanmaya başlamıştı.

Kışla binasının üst katında bulunan odasından henüz çıkmıştı ki, Alay Komutanı Yarbay Nihat Beyle karşılaştı.

Komutan, “Kubilay Efendi” dedi. “Karakol Komutanı aradı. Birkaç serseri Hükümet meydanında nümayişe başlamış. Yanına bir miktar erat alıp hadiseyle ilgilen!”

Kubilay, emirle birlikte hızla aşağıya indi. Bahçede talim için sıraya dizilmiş askerlerden bir mangayı peşine takıp dışarı çıktı. Kışla bayırından yıldırım gibi geçip kasabaya doğru koşmaya başladılar. Sabahın alaca ayazında tarlaları, narenciye bahçelerini geride bıraktılar. Dar ve dolambaçlı yolları aşıp meydana ulaştılar.

Menemen meydanı, çarşı dükkânlarının yan yana sıralandığı dört köşe küçük bir alandı.

Meydanın bir köşesinde belediye binası, karşısında Gazez Camii ve Hükümet Konağı vardı. Hükümet konağının altı küçük bir karakoldu. Diğer köşede bulunan tek katlı taş bina Evkaf Kahvehanesiydi. Onun karşısı da okul tarafına uzanan dar bir yola bakıyordu.

Saat 08.30 civarıydı.

Asteğmen Kubilay, kahvenin yanından meydana girdiğinde hayal bile edemeyeceği bir manzarayla karşılaştı. Meydanın ortasındaki telgraf direğinin yanına yeşil bir bayrak dikilmiş, hırpani kılıklı altı adam homurtuya benzeyen anlaşılmaz seslerle bayrağın etrafında dönüyorlardı. Kimi yerden aldığı toprağı etrafa savuruyor, kimi yıkılacakmış gibi sallanıyor, kimi yarım yamalak tekbir getiriyordu. Kimi “mehdi hazretleri sizi kurtaracak” diye bağırıyor, kimi de tüfeğini kalabalığın üzerinde doğrultmuş kendilerine eşlik etmeye çağırıyordu. Meydanın dört bir köşesi meraklı insanlarla çevrelenmişti.

Genç subayın ilk işi hükümet konağını gözlemek oldu. Karakolun meydana bakan kapısı kapalıydı. Günün her saati nöbet tutan askerler ortalıkta görünmüyordu.

Aslında göstericilerin cüreti ve kalabalığın ilgisi biraz da bundandı. Zira Kubilay, sabah namazıyla birlikte kasabalarına gelen yabancılarla temasa geçen üçüncü üniformalı kişiydi. Önce jandarma yazıcısı Ali Bey sonrasında Karakol Komutanı Yüzbaşı Fahri Bey gelmiş, “gidin işinize” demenin ötesinde hiçbir şey yapmadan kaybolup gitmişlerdi. Hele, sertliği ve disipliniyle tanınan Fahri Beyin adeta kaçarcasına hükümet konağına girişi, askerlerini de içeri sokup kapıları kapatarak adeta saklanışı gözlerinin önünde olmuştu. Hâlbuki hırpani kılıklı ve pis kokulu bu adamlar, akıl hastanesinden kaçmış birer deliden farksızdılar. Ne söylediklerinde bir tutarlılık vardı ne de hal ve hareketlerinde... Deli değillerse bile ya esrar içmiş ya da afyon çekmişlerdi. Öyleyse bu çekingenlik nedendi? Saatlerdir sokakları dolaşıp ortalığı ayağa kaldırmalarına, sağa sola rastgele ateş açmalarına, hükümete küfürler savurmalarına rağmen neden müdahale edilmemişti?

Kubilay o kısa sürede ne düşündü bilinmez. Zaten fevri bir yapısı vardı. Mangasındaki askerlere süngülerine taktırıp tetikte durmalarını söyledikten sonra hışımla göstericilerin yanına koştu.

“Ne yapıyorsunuz?” diye bağırdı. “Hükümete isyan mı ediyorsunuz? Haydi dağılın!”

Liderleri olduğu anlaşılan irice bir adam önüne dikildi:

“Ben mehdi resulüm komutan. Menemen’i teslim almaya geldim.”

Genç subay kendini tutamadı. Ayaklarının üstünde yaylandıktan sonra adamın suratına sert bir tokat yapıştırdı. İri kıyım adam tokadın şiddetinden sendeledi. Ardından yanındaki diğer adamı ensesinden tuttuğu gibi diğer tarafa savurdu. Hızını alamayıp aralarına dalmıştı ki bütün meydanı inleten bir silah sesiyle sarsıldı. Birkaç adım sendeleyip sırt üstü yere yıkıldı.

Silahlarını doğrultmuş vaziyette bekleşen askerler, komutanlarının vurulduğunu görünce silahlarına sarılıp ateş etmeye başladılar. Meydanı saran kalabalıktan kimi korkuyla kaçıştı, kimi feryat figan kendini yere attı. Gözler sımsıkı kapandı, kulaklar tıkandı. Silahlar biteviye takırdayıp durdu. Ortalık kan gölüne dönmüş, cesetler üst üste yığılmış olmalıydı.

Silahlar susar susmaz bütün bakışlar meydana yöneldi. Fakat hayret... Adamlar sapasağlam öylece duruyorlardı. Üstelik Kubilay’ın tokatladığı adam göğsünü açmış avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

“Demedim mi size; ben mehdiyim. Bana kurşun işlemez!”

Kalabalığın şaşkınlıktan nutku tutuldu. Kimi feryat etti, kimi çığlık attı, kimi tekbir getirdi. Bu esnada askerler de dehşete düşmüş ne yapacaklarını bilemez bir halde kalakalmışlardı. Kısa bir bekleyişin ardından silahlarını atıp arkalarına bile bakmadan kaçmaya başladılar.

Bu esnada Kubilay yattığı yerden doğruldu. Üstü kan içindeydi. Etrafına bakındı. Göstericilerin, inanılması zor bir mucizenin (!) sarhoşluğu içinde birbirlerine sarılmış halde bayrağın etrafında yeniden dönmeye başladıklarını gördü. Sendeleyerek hükümet konağına doğru koştu. Zaten yirmi-otuz metrelik bir mesafeydi. Hemen ulaştı. Karakolun basamaklarını tırmanıp yığılırcasına kapıya dayandı. Bir an pencere arkasındaki Yüzbaşıyla göz göze geldiler.

Olayları uzaktan izlemekle yetinen Yüzbaşı Fahri Bey, garip bir şekilde tepkisizdi. Sonunda yanındaki askerlerden ikisi dayanamadı. Biri kapıyı açmaya diğeri silahının namlusuyla camı kırarak ateş etmeye davrandı. Komutan müdahale etti:

“Olduğunuz yerde durun” dedi. “Bu iş sizin bildiğiniz gibi değil...”

Çaresiz durdular.

Beyhude bir çabayla kapının açılmasını bekleyen Kubilay, beklediği olmayınca son bir hamleyle camiye yöneldi. İki bina arasındaki küçük duvarı aşıp caminin bahçesine geçti. Musalla taşının altına doğru sürünüp kendini saklamaya çalıştı.

Bunlar yaşanırken bayrağın etrafında çılgınca tepinen göstericiler, onun gidişini anlamamışlardı. Yokluğunu fark edince kalabalığa silahlarını doğrulttular.

“Komutan nerede?”

Korkularından ne yapacaklarını bilemeyen birileri camiyi işaret ettiler. Göstericilerin lideri oraya koştu. Musalla taşının altına eğildi. Heybesindeki bağ bıçağıyla başını gövdesinden ayırdı. Kesik başı saçlarından tutarak getirdi. Meydana dikili bayrağın sopasına sapladı.

Hayal bile edilemez bir manzaraydı...

Hayatı zorluklar içinde geçen gencecik bir öğretmen, Ege’nin ortasındaki bir kasabada, hükümet konağı ve belediye binasının ortasında, üstelik yüzlerce kişinin gözleri önünde acımasızca katledilmişti...

.......................

Bu felaketten çok değil on dakika sonra kışla binasından sel gibi akan askerler, meydanın dört bir yandan kuşattılar. Köşeler tutuldu, çatılara mitralyözler yerleştirildi. Mermiler yağmur gibi yağdı.

Adının Giritli Mehmet olduğu öğrenilen gösterici liderinin yeniden ortaya atılıp, “Bana kurşun işlemez!” diye bağırması bu defa kâr etmedi. Vücudu delik deşik oldu. Adamlarından Sütçü Mehmet, Şamdan Mehmet ve Mehmet Emin de anında yere serildiler. Küçük Hasan ve Nalıncı Hasan kaçmayı başardılarsa da kısa zamanda yakalandılar. Cesetlerin ve yakalananların üzerinde yapılan aramada bol miktarda esrar paketi bulundu. Müsademe esnasında kasaba bekçilerinden Şevki ve Hasan’ın da öldükleri anlaşıldı.

Akıl almaz vahşet sonrası Menemen’de sokağa çıkma yasağı getirildi. İzmir, Manisa ve Balıkesir’de sıkıyönetim ilan edildi. Mustafa Muğlalı Paşa sıkıyönetim komutanı olarak atandı. Yüzlerce kişi tutuklandı. Sıkıyönetim mahkemesinde bir aya yakın yargılamalar oldu. Dönemin Nakşi tarikatı şeyhlerinden Erbilli Esat Efendi hadisenin organizatörü ve müsebbibi ilan edildi. 37 kişiye idam kararı verildi.

........................

Aradan 95 yıl geçti.

Tüyler ürperten bu trajedi, yakın tarihimizin belleğinde hâlâ mıh gibi çakılı duruyor...

Geçen süre içinde bu trajediyle ilgili yüzlerce kitap ve makale yazılıp belgeseller çekildi, tezler hazırlandı, araştırmalar yapıldı. Resmi söylem, “mürtecilerin Cumhuriyeti yıkmaya yönelik en önemli isyanlarından biri” olarak damgaladı.

Kurtuluş Savaşında çetecilik yapan, savaşın ardından Yunanistan’a kaçan Giritli Mehmet, karanlık geçmişine rağmen nasıl rahatça edebildi? Etrafındaki bir avuç insanı aylarca süren esrar partileriyle kendine bağlarken neden müdahale edilmedi? Yaşının küçüklüğünden dolayı idam cezasından kurtulan Nalıncı Hasan ailesinin kayıp ihbarına rağmen neden aranmadı? Bir aya yakın dağ köylerinde dolaştıktan sonra neden Menemen’e geldiler? Onları oraya kim gönderdi? Kubilay’ın askerleri silahlarında kurusıkı mermi olduğunu bilmiyorlar mıydı? Bilmiyorlarsa neden o şekilde gönderildiler? Biliyorlarsa neden etkisiz silahlarla ateş ettiler? Neden kaçtılar? En önemlisi; karakol komutanı yanında silahlı askerler bulunmasına rağmen niye müdahale etmedi?  Neden ceza almadı? “Bu iş sizin bildiğiniz gibi değil” ne demektir?

Çoğu resmi raporlara yansıyan bunun gibi onlarca soruya tatmin edici cevaplar hiçbir zaman bulunamadı. Sorular ve dile getirilen kimi cevaplar komplo teorisi olarak değerlendirilip küçümsendi.

Fakirlik ve yetimlikle geçen kısacık ömrü bir vahşetle sonlanan ülkenin gencecik öğretmeni Mustafa Fehmi Kubilay, devrim şehidi olarak bayrak yapıldı. Hadiseden dört yıl sonra 1934’de Cumhuriyet Gazetesi kampanya düzenledi. Bekçi Şevki ve Bekçi Hasan’la birlikte üçünün adına bir anıt yapılıp Menemen sırtlarına dikildi. Her 23 Aralık’ta irticaya lanet okuyanların toplanma yeri oldu.

Not: Bu anlatı, mahkeme kayıtları, resmi yazışmalar ve dönemin gazete haberleri esas alınarak yazılmıştır.

 

Yorumlar18

  • Haberci 3 saat önce Şikayet Et
    Cezayirli Hasan Paşayı anlatan var mı ,bunlar Cebelitarıktan içeri giremeyip vergi ödediler zamanında ticaret yapabilmek için.Milyonları öldürenler kimler.Uyuşmayın gençler uymayın da uyuşmayında bunlara.
    Cevapla
  • Haberci 3 saat önce Şikayet Et
    Peki yıllardır başka neler yaptılar,
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • Haberci 3 saat önce Şikayet Et
    Unutmayalım ki, kutsal hizmetimizin, sonuna kadar daha pek çok böyle şehit kanı akıtılacaktır. Bizim görevimiz bu fırsatı kaçırmamak ve gereğine uygun hareket etmektir.” George W. White
    Cevapla
  • Haberci 4 saat önce Şikayet Et
    Ve bu yiğitlik meydanlarında Allah’ın rahmetine kavuşan şehitlerimizin şerefli ruhlarına hep beraber Fâtihalar gönderelim (ayakta fâtihalar okundu). Arkadaşlar! En son sözüm budur. Yiğitlik meydanında ölenlerin analarına ve babalarına başsağlığı dilemeler değil, fakat tebriklerimizi ulaştıralım. 4Ekim1922 Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
    Cevapla
  • Haberci 4 saat önce Şikayet Et
    Bu savaş meydanlarında, eşsiz kahramanlıklar ve yiğitlikler göstermiş olan subaylarımızın, askerlerimizin ve komutanlarımızın her birinin ayrı ayrı bir hikâye, bir destan oluşturan harekâtlarını tam bir saygı ve övgüyle anıyorum (Alkışlar). 4Ekim 1922Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
    Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat