Bir uyanış selâsı: Aliya

  • GİRİŞ07.05.2023 10:36
  • GÜNCELLEME07.05.2023 10:36

Bana yazı yazmayı öğreten adam Bosnalıdır. Hatta dünyanın hayran olduğu bir adamdır. Bizler onu Bilge Kral diye bildik,  Avrupa’nın kalbinde kurduğu gül bahçesiyle tanıdık. Bir o kadar ciddi, bir o kadar latif, bir o kadar seçkin olan adam; dosta düşmana inat, fırtınada, donda, tipide ayakta kalmayı bilen çınar gibi duruyordu savaşın ortasında. Oysa savaştan önce de vardı o adam. Hem de daha savaşkan, daha güleç yüzlü, daha âşık bir suretti dünyaya yansıyan… Aliya! Dünyanın en güzel isimlerindendir. Hele ki Boşnakların isimlerinin sonuna getirdikleri o -ya ve -a ekleri yok mu, insanın içini eritir; Saliha, Nihada, Aliya, Nusreta denildikçe… Ben yazmayı Aliya’dan öğrendim. Onun Doğu ve Batı Arasında İslam adlı o şahane eserini okuduktan sonra değil; Tito’nun hapishanelerinde yattığını bellediğim gün yazmaya başladım. Öykü mü roman mı yazayım, demeden Aliya’yı yazmalıyım, dedim. Ve hala Aliya’yı yazabilmiş değilim.

İHH’dan Murat Yılmaz beni arayıp Kosova hakkında bir çalışma yapıp yapamayacağımı sorduğunda, her ne pahasına olursa olsun savaşı yazacağımı söylemiş ve altı aylık bir çalışma sonrasında Kosova Sokak Savaşları adlı araştırma kitapçığını çıkarmıştım. İHH bu kitapçığı yardım amacıyla daha çok Hollanda ve Almanya’da dağıtmıştı. O güne kadar Bosna Savaşı ve Makedonya gerginlikleri üzerine sokağa inenler arasında olmaktan esef duyuyor, bir türlü oralara gidip de Kara Kuğulara yahut Aliya’nın milislerine katılamadığıma yanıyordum. Kosova çalışması savaşa gidememenin verdiği pişmanlığı bir nebze yıkmış ve yazarak onların yanında olabileceğim hissini doğurmuştu. Öyle ya, onca sene bîhaber olduğumuz kardeşlerimizi “haberler” sayesinde hatırlar olmuştuk. Haber veren olmak, savaşta olmak kadar önemliydi. Hatta Boşnakların nüfus cüzdanlarında milliyeti hanesinde Müslüman ibaresinin yazılı olduğunu öğrendiğimizde ise bir garip olmuş, garip yanlarımız iyice sancımıştı. Biz, kardeşlerimizi ölürken tanıyan bedbahtlardık! İmparatorluktan geriye kalan bir coğrafya içerisinde nedense - ki burada resmi devlet söylemiyle avutulma var aslında- uzakta olanlar, haritanın dışında kalanlar başka devletlerin “vatandaş”larıydılar. O insanlar hakkında düşünmek, konuşmak, yazı yazmak, onlarla birlikte omuz omuza savaşmak pek de düşünülecek haller değildi. Zira onlar ulus-devlet komplosuna çoktan kurban gitmişlerdi ve herkes ulus-devletine tabii oldu mu sorun çıkmazdı.

Bosna Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, bize biçilen gömleğin darlığını epey hissettik. Az kalsın Bulgar zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınan soydaşlarımız geldiklerinde de o gömleğin darlığını hissedecektik ama birileri “ileri gitmemize” izin vermedi. Az ileri gidenler; Osmanlıcılık, ırkçılık, ümmetçilik, şeriatçılık gibi çağın kabul etmek istemediği, “geri kafalılıkla” yaftalandı. Yani biz, evimizin dışına karışmayacaktık. Bosna bizden gitmiş bir kız idi ve gelin ancak kefeniyle dönerdi baba evine. Filistin, bize kafa tutmuş oğlumuzdu ve ölmeden onun yüzüne bakmazdık. Irak, miras paylaşımında iki dönüm fazla toprak almış bir kardeşimizdi ve ölüsünü Amerikalılar gömsündü… Ne güzel, öğretilmiş yalanlarla yaşıyorduk işte!

Bosna, uyanıştır! Tıpkı o dal boylu delikanlıların, zambak duruşlu fidan gibi kızlarının yüzündeki güneşin şavkı Müslümanların uyanışı olmuştur. Uzun bir uykudan, ağlayarak da olsa uyanan bir ümmet ve vicdan vardır o güneşin doğuşunda. Soren Kierkegard’ın sıkı bir sözü vardır: “Dikkat edin; insan saç diplerinden tırnak uçlarına kadar değildir! Saç diplerinde bitmez insanın sınırı!” Bu sözü biraz evriltirsek Müslümanların kendi camileri ve kendi dertleriyle sınırlı olmadıklarını hatırlatan, Bosna’dır. Kaybettiklerimizi, büyüklüğümüzü, suçumuzu, unutkanlığımızı, bağışlayıcılığımızı, taklitçiliğimizi, kendi hanemize düşmanlığımızı, pişmiş aşım ağrısız başım tarzı sözlere ne kadar teşne olduğumuzu yüzümüze vuran Bosna ve sonrası olmuştur. Tarih kitaplarında kronolojik ölümlerle bitirdiğimiz bir hesabın aslında kapanmayan bir yara olduğunu gördük 1990 sonrası Yugoslavya’nın dağılmasıyla. O yara, biz saramadığımız için kanıyordu. O yaraya sıkılan kurşunlar, biz yaralıyı ameliyat masasında kimsesiz bıraktığımız için sıkılıyordu. Ne zaman ki kurşun seslerinden rahatsızlık duyduk, o vakit ölenin kim olduğuna bakmak için çıktık evimizden. Yıllar önce öldü, bitti, gitti, tamam artık kapandı dediğimiz hesabın aslında hiç bitmediğini, yüzümüzü Balkanlara hafifçe çevirdiğimizde gördük. Bektaşi tekkelerine ziyaretler, Osmanlı “kalıntısı” medrese, çeşme, cami, han, köprü vs. fotoğrafları çekip de ajanslarda yayınlatırken sadece folklorik ve tarihi bir bağ kurulan görüntülerin ardından kardeşlerimiz yüzlerini uzatmaya başladıklarında, elimizdeki fotoğraf kararmaya başlıyordu. Ellerimizdeki fotoğraf yüzümüzü kızartacak kadar acıydı. O güne kadar bir turist gibi gidilip gelinen yerlerin de aslında Bursa, Üsküdar, Hacıbektaş kadar bizden olduğu görülüyordu. Emine Işınsu ve Cengiz Dağcı’nın yanında Iva Andriç ve Meşa (Mehemt ) Selimoviç’i de okuduğumuzda aslında kafamızdaki resmi bizim dar bakışımızla ne kadar da kısırlaştırdığımız ortaya çıkıyordu. Vatan, bizimle birlikte sınır ötesi bir hâl alıyordu. Bu aslında yüzyıllardır böyleydi. Gök bayrak altında iken de; yeşil bayrak altında iken de; kanımızı akıttığımız bayrak altındayken de böyleydi.  Ama gözümüzü miyoplaştıran, algılarımızı sade “vatandaş” algısına çeviren bir sistem vardı. O sistem, Aliya ile kırıldı! Hatta o kadar kerli ferli âlim susup Batı’ya doğru baktı: Kim bu kadar beliğ konuşan? Kim bu kadar çağa ve İslam’a hâkim olan, denilmeye başlandı. Her doğruyu biz bilir, biz öğretir, en gerçek İslâm’ı devlet  eliyle bir yazar, çizer, kafanıza sokarız, diyenler şaşkındılar. Hem Batılı hem Müslüman, hem de -müceddid demeyim, yanlış anlaşılır- otorite olan bir adam vardı. Onu, Tito susturamamıştı. Ama birileri alelacele o topraklara giderek hilal-i ahmeri de ardına alarak erzak, ilaç, biraz nakit yardımla susturmak istiyordu kısık bırakılmak istenen “dili”. Zira bazı kavramlar onlara göre yeniden hortlamıştı; İslamcılık gibi… Hele ki modern bir Müslümanın bünyesinde o İslami kimlik mündemiç olmuş ve de kimliğinden gocunmadan, ferah bir üslup ve rahat bir şekilde kendini ifade ediyordu. Birçok “İslam Devleti” ricali Aliya’dan rahatsız oldu. Hatta, Batılılardan önce onlar tartışma başlattılar: Avrupa’nın göbeğinde bir İslam Devleti olacak şey mi canım? Devam etsinler federasyona… Buyurun efendim, devam ediyorlar işte, üç devlet başkanlı tek devlet olarak. Festivallere, turistik gezilere, kabir ziyaretlerine gidenler, daha rahat giriş çıkış yapabiliyorlar “ecdâd  yâdigarı” topraklara. Sistemin bize zorla öğrettiği “daralma” anlayışı günümüzde de hâkim. 20 yıl önce fark ettiğimiz daralmanın belki bir kemer deliği gevşemiş halini yaşıyoruz, o kadar! O toprakların ve insanların bizlere “emanet” olduğunu emanet bir şekilde taşıyoruz zihnimizde!

Ben yazı yazmaya, Aliya’yı tanıdıktan sonra başladım. Yazı yazma mirasını aldığım o adama hürmeten Bosna’nın çeşmeleri, Makedonya’nın camileri, Priştine’nin tekkeleri, Arnavutluk’a yaptığımız yol, su, elektrik çalışmalarını anlatmak bana düşmez. Kosova’da Sultan Murat’ın türbesine hakaret edenlerin, Gazze’de Selahaadin’in neslini kurutmak için ant içenlerin, Bağdat’ta Abdulkâdir Geylanî haziresine bomba atanların bir “nahta-uyanış” hareketini bastırmak için ellerimize kartpostallar tutuşturduklarını düşünüyorum. Bakın bunları dedeleriniz yaptırmış!” dercesine. Deliyi susturmaktan kolay ne var: Bir parmak bal sür dudağına, sana ağam, paşam desin! Günümüz dış politikasında da böyle değil mi? “Türkiye Cumhuriyeti’ni önemsiyoruz…” cümlesi, sizler mühim adamlarsınız, ama bizler sorun çıkarıcı ve çözücüleriz. Yardımlarınız aynî ve nakdi olabilir! Siyasi, dinî, vs. önerileriniz size kalsın, mealindedir.

 20 yıl önce bir uyanış, bir farkında oluş yaşayan insanların, şimdilerde yakaza halinde bir düş görüp Balkanlar bizimdi, Balkanlar ah ne güzel topraklar, şarkıları da ne kadar bizimkilere benziyor yollu sayıklamaları sarf etmeleri bende yeis uyandırıyor. Aliya’nın büyük düşleri vardı. Tüm dünya Müslümanlarına ulaşacak açılımı (bekraundu) olan bir medya ağı için düğmeye basmıştı. Aynı duayı eden, aynı ezanla camiye giren, aynı Allah’a tapan insanların aynı dili konuşabileceklerine inanıyordu. Bu dil tercümansız da halledilsin istiyordu. Balkanlarda 400 yıl bu dil konuşuldu, zaman zaman şive farkları olsa da -vali ve kadı tayinleri örnektir- yine konuşulabileceğinin ispatı Aliya’nın insanlığa mal olmuş kimliğidir. Ne hamaset, ne de cihattan yalıtılmış bir sivilizasyon; orta yolu bulan bir âlim hükümdar geçti bu dünyadan. Balkanlardan gelen alçak hava basınçlarına inat, yüksek bir basınçla geldi ve uykusu ağır olmayanlar o ısıyı tenlerinde yaşatmaya devam ediyorlar.

Erkekleri katledilmiş bir milletin kızları sela okuyor. Sela sesi Balkanlardan geliyor. Çok tanıdık bir ses. Bizim kızımızın sesi. Duyuyor musunuz?

Diriliş Postası

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat