İnsanlık meydanından gönlün semalarına

  • GİRİŞ25.10.2014 11:42
  • GÜNCELLEME25.10.2014 11:42

Biraz da bu yüzden olsa gerek 6-7 Ekim vahşetinde Gezi'deki gibi ismi bilinen ve her politik söyleme alet edilip anılacak olan ölü kahramanlarımız olmadı. İmdi bu zulüm olaydaki sorumluların inkârıyla arttığı sürece de kan pıhtılaşmıyor bir türlü.

İnkâr ettiği her şey insanı bir başka bilgide gelip buluyor yine. Başka kılıklara bürünüyor, başka gerekçelere alet oluyor her inkâr. Ama adalet için bunun da böyle dönüşerek ta ki hak kalmayana dek devam etmesi gerekiyor kesintisiz. Şuraya varmak istiyorum: Çözüm sürecini her şeye rağmen kararlılıkla devam ettiren devlet ve hükümet olduğu sürece... Müzmin muhalifler her inkârın adalet getirmeyeceği gerçeğiyle yüz yüze kalıyorlar.
Devlet ve hükümet her ne yapsa muhalif olmaya şartlananların ısrarlı inkârı ise gelip kendilerini yıkmaya, çürütmeye başladı, başlıyor. Çözüm sürecini ilk açılımdan beri destekleyenlerden biri olarak: Her tür provokasyonun içinden böyle sıcak sıcak geçmeseydik... Barıştan vazgeçmeyen yöneticilerin adaletle ilişkisi ile durmaksızın barışı sabote etmek için tüm mesaisini nefret kışkırtıcılığına verenlerin adalet ile ilişkisi arasında net bir şahitliğimiz olmayacaktı.

Reşadiye ve sonraki saldırılardan faili meçhul Paris cinayetlerine, Gezi kalkışmasından 6-7 Ekim vahşetine, tır operasyonundan 17 Aralık darbe girişimine... Hükümeti Işid yanlısı gösterme hilebazlıklarının bin bir türüne dek... Tehdit, şantaj, suikast girişimi, karalama kampanyalarına rağmen... Barış ve çözüm kararlılığının gönüllerde de destek bulduğunu inkâr edemeyiz oysa.

AKP nefretinin insanların gönlünü ve zihnini nasıl dondurduğuna, taş bile değişirken onları nefretlerine kilitlediğine günbegün tanık olmasaydık... Bugün vicdanımızın üzerini 'çözüm süreci bitti' örtülerinin bin bir sedasıyla örtmüş olacaktık çoktan. Şimdi ise ısrarla şehir, insan, medeniyet, merhamet, dayanışma, barış, adalet demeye devam ediyoruz, inkârcıların daraltan gündemine bağımlı kalmaksızın.
Ve Başbakan'ın birkaç gün önce yaptığı konuşmayı esas alarak şehir ve insan üzerine düşüneyazmaya devam ediyoruz. Davutoğlu, şehir ve medeniyet üzerine bir kitap yazdığını, tamamlamak üzere olduğunu belirtmiş ve meydan denince Venedik'tekini, İsfahan'dakini bilirim diyerek Taksim meydanının çirkinliğinden dem vurmuştu, siyasi bir çağrışıma sıkıştığından da hareketle. Önceki yazımda şehir ve meydan ilişkisini insan ve kalp üzerinden kurmaya başlamıştım. Kaldığım yerden devam edeyim açmaya.

Başbakan'ın bahsettiği İsfahan'daki Nakş-ı Cihan meydanı dünyanın en büyük dört meydanından biri kabul edilir. Mekân ile zamanın, parça ile bütünün, an ile sonsuzluğun yansımalarında insan kendine, asli tabiatına orada çok yaklaşabilir. İnsanın kalbi onun en mahrem yeri olduğuna göre, şehrin her şeyinin toplandığı merkezdeki bir meydanın mahrem bir niteliği olmaması gerekir. Oysa İsfahan'da vardı.
Her şey hareket halindeydi ve varoluşu bütün yönleriyle ele alan bir süreklilik düşüncesinin daha önce hiçbir Batı şehrinde olmadığı kadar içinden geçiyordum. Bugünün kozmopolit meydanları, ki şimdi artık Venedik meydanı da buna dahil, insanı kendinden koparıyor büyük ölçüde. İsfahan'da ise şehrin kalbindeydim ama katman katmandı her şey. İç içeydi, daha da içi vardı. Görünenin olduğu kadar görünmeyenin de toplandığı bir meydandı burası.

İsfahan'da meydandaydım evet. İnsanı mekânın içinden çekip çıkaracak, ruha taşıyacak bir tevhid mahallindeydim. Noktanın sonsuzluğunda. Oradan açılıyor, genişliyordum, giderek fethediyordum şehri. Etraftaki dev kapılara, taş avlulara, fıskiyelere, mermer havuzlara uzanıyordum. Suya eğildiğimde sütunlardan kapılara, mitolojik hayvan figürlerinden geometrik desenlere, kış bahçelerine binbir mozaik, biçim, süs, ayrıntı içine düşüyordum. Bir insanda bütün insanlara rastlayacak kadar her şeye aşinaydım. Kâbe'de tavaf ederken hissettiğime benzer bir bütünlük içindeydim.

yazının devamı için tıklayınız

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat