Badıllı ağabeyin ardından ...

  • GİRİŞ29.12.2014 08:06
  • GÜNCELLEME30.12.2014 07:51

Büyük davalar yeryüzünden çekilmeye karar verdiğinde, umdelerini insanların kalbinde, gönlünde ve aklında müteferrik fikirler, suretler şeklinde bırakırlar ki bir sonraki evrede de varlıklarını koruyabilsinler. Bugün “kültür” dediğimiz olgu bile, çoğu unsurları çok uzak zamanlarda yaşamış ve sonra tarihin derin hafızasına havale edilmiş yaşam kırıntılarından ve dini anlayışlardan ibarettir.
Bu durum nebiler, peygamberler, topluma yön veren fikir adamları, liderler ve toplum üzerinde köklü izler bırakan Allah dostlarında da yaşanır. Adeta bir güneş gibi etrafındaki her şeyi aydınlatır ve o nesnelere kendi ışıklarından bir numune bırakırlar. Etraflarındaki her bir şey de o ışıktan nasibini alır ve kendi kabiliyetine göre onu yansıtır. 
Bunun en güzel örnekleri peygamberlerdir. Onlar kâmil varlıklardır. Dini metinlerin insanda var etmek istedikleri neticelerin en mükemmel ve en nihaî şekli onların zatında şekil ve anlam bulur. Nitekim Resulullah’ın  (s.a.v.) ‘ahlakı’ için; “Onun ahlakı Kur’an ahlakıdır.” buyurulur.  Esasında Kur’an’da tarifi yapılan insan, “ideal insandır”, reel değil. O sıfatların tamamını kendinde cem edebilecek bir insan yoktur. Yalnızca Hz. Muhammed (s.a.v.),  o sıfatların tamamını kendinde toplayabilmiştir. Sonra da o sıfatları, en iyi taşıyıcılarına pay etmiştir. 
Mesela Nebi’deki sıddikiyyetin en iyi yansıtıcısı Hz. Ebubekir (r.a.) olmuştur. Keza ondaki adalet anlayışının bizim aramızdaki en iyi numunesi Hz. Ömer (r.a.)’dir. Mahfiyet ve tevazuda Hz. Osman (r.a.), ilim, şecaat ve taatte Hz. Ali (r.a.) O’ndaki sıfatların en iyi yansıtıcısı olmuşlardır. Aynı şekilde her bir sahabe, O’ndaki bir sıfatın ve bir halin en mücessem yansıtıcısı olmuşlar ve adeta tamamı bir insanı kamili var etmişlerdir...
Aynı hal, Abdülkadir Geylani, Mevlana ve Şah-ı Nakşibend gibi Bediuzzaman gibi zatlarda da kendini gösterir. Onların da her bir talebesi, her bir bağlısı, onlardan bir sıfatla iştihar ederler…
Bunun çağımızdaki en güzel örneklerinden biri Bediuzzaman hazretleridir. Yani ben en iyi onun etrafındakileri tanıdığım için böyle söylüyorum. Belki başka örnekler de vardır amma ben en iyi onu ve talebelerini bildiğimden onları değerlendirebiliyorum.
Ona hizmet etmiş, dar dairede etrafında toplanmış, çektiği çileyi paylaşmaya, onun davasının altına yüreğini koymaya adanmış ve böylece bir tür musahibleri (sohbet arkadaşları) olmuş o insanlarda da Bediuzzaman’ın hallerini, sıfatlarını ve dikkatlerini temaşa etmek, izlemek mümkündür. 
Onun görülebilir en büyük davası; Kur’an’ı, bütün manalarıyla yeniden müminlerin kalbinde diriltmek; zamanın tahribiyle anlamını kaybetmiş veya anlam kaymasına uğramış Kur’anî umdelerin yeniden hayatlanmasını sağlamaktır. Bu zor ve zahmetli hizmeti başarmak için tabii ki etrafında insanların bir araya gelmesi gerekirdi. O, talebelerin, nerede ise bizzat seçerek etrafına toplamıştır. Ve her birinin kendinden bir eser taşıyacak kabiliyette olmasına/gelmesine de dikkat etmiştir. Her bir talebesi bütün huylarıyla beraber, bir huyu en yüksek mertebede temsil edilebilirlik kazanmıştır.
Bunlardan biri de Badıllı Ağabeydir.
Abdülkadir Badıllı ağabey, kendisini ‘Kürt’  diye tanımlamaktan geri kalmamış fakat bu kimliğin İslam manasının önüne geçirilmesine asla müsaade etmemiştir.  Bu yönüyle üstadını en iyi temsil edebilenlerden biri olmuştur. Zira Bediuzzaman, eski talebelerinden birinin Kürtçülük yaptığını, bu saikle Müslüman Türklere buğzettiğini fark edince, onu bu hastalığından kurtarıncaya kadar uğraşmış hatta bu amaçla Batum’a gitmek için aldığı biletini yakmayı göze almıştır. Çünkü o biliyorduk İslam ittihadı, ancak kavimlerin birbirini sevmesiyle mümkündür. Aksi hal ise en büyük manidir. Davam dediği şu hizmetin zarara uğramaması için her bir Müslümanın bir buz parçası hükmünde olan enaniyetini ve kavmiyetçiliğini Kur’an denizinde eritmesi gerekiyordu ki, birlik olabilsin. 
Çünkü bu çağda İslam ittihadının önünde duran en büyük engel milliyetçilik, kavmiyetçilik ve o anlayışların beraberinde getirdiği faşizmdir. Başkalarının yok edilmesiyle beslenen ırkçı milliyetçilikle İslam yurtları tar u mar edildi ve Osmanlı yıkıma götürüldü. Deccalın bulduğu en büyük icadıdır menfi milliyetçilik. Halkları birbirine düşürmek, insaniyeti mesh etmek ve kan dökmeyi caiz kılmak için… İşte görüyorsunuz İslam âlemi kavim kavim olmuş biri diğerinin acısını hissetmiyor, onunla ilgilenmiyor…
Bediuzzaman bu konudaki hassasiyetini her bir talebesine aktarmış olmakla birlikte en ciddi vazifeyi kendisini Kürt bilen talebesi Abdülkadir Badıllı ağabeye emanet etmiş. Bu dehşet maraz karşısında sarsılmadan durabilecek ve kendi kavmi içinden çıkacak marizleri durdurabilecek, tedavi edebilecek bir mahiyet kazandırmış ona. Nitekim Risale-i Nur’un, Türkler tarafından kasten tahrip edildiği, Bediuzzaman’ın eski metinlerinde geçen Kürdistan tabirlerini bile değiştirdiğini iddia edenlere karşı , “Hayır o tashihleri Üstad kendisi yaptı ve ben de bunun şahidiyim!” diyerek büyük bir fitnenin önünü kesmiştir. Üstadın, Risale-i Nur’u kendi eliyle tashih ettiğini, metinlerde geçen ve cumhuriyet öncesinde bir coğrafi bölgeyi tanımlamak için kullanılan Kürdistan ifadelerinin, -cumhuriyet dönemindeki manası tezahür ettikten sonra- bizzat kendisi tarafından ‘şark vilayetleri’ şeklinde değiştirdiğini bireysel tanıklığı ile bize aktarmıştır Abdülkadir Badıllı ağabey! Hizmeti çok büyüktür. Bırakın Asar-ı Bediiyye gibi bir eseri vücuda getirmek, sadece şu meseledeki tanıklığı ile bile değeri ölçülemeyecek büyüklükte bir hizmette bulunmuştur. Çünkü Risale-i Nur’u, Kürt milliyetçiliğine malzeme yapmak isteyenlerin önünde bir sıradağ gibi durmuştur.
Şimdi o hakka yürüdü, Bilmiyorum bu hizmeti sürdürebilecek Zülcenâheyn, âlihimmet bir Kürt, onun yerini alabilir mi? Şu süreçte (açılım dâhil); yani tam da âkil, vicdan sahibi, zülcenâheyn insanlara ihtiyaç varken, bu sahanın pirini kaybetmek ağır bir bedel olmaz inşallah Türkler ve Kürtler için… Çünkü o, bu süreçte işe dâhil olan akılların arakasındaki kamil akıllardan biriydi…
Artık bize düşen iş daha da ağırlaştı. Bugüne kadar iki halk arasında dil sürçmelerinin veya kötü maksatlı ifadelerin yaratacağı küskünlükleri her iki tarafın da makbulü olan bir zatın (Abdülkadir Badıllı ağabeyin) varlığıyla telafi ve tashih edebiliyorduk. Artık o yok. Şimdi işimiz daha da zor. Daha hassas, daha dengeli ve daha ince bir dil kullanmak zorundayız. Rabbim bu millete merhamet etsin ve Risale-i Nur’u da asıl manasıyla ilelebet muhafaza etsin!
RİSALE-İ NUR’A DAİR İNCE BİR HİS
Bendeniz fakir, şu süreci Risale-i Nur açısından en tehlikeli bir süreç  olarak görüyorum. Evet, Risale-i Nurlara çok eller uzanmış, devlet ona el atmış ve onu sahiplenmeye çalışıyor ama diğer yandan bu yaşananlar, Risale-i Nur’un hakikatine yönelmiş en ciddi muharipleri de içinde barındırıyor.
Risale-i Nur’un en birinci vazifesi imanı ihya ve takviyedir. İnsanın ahiretine bakar. Dünyaya,vatana ve siyasete bakan yönleri ikinci üçüncü derecede ehemmiyetlidir.  Elbette Risale-i Nur’un siyaset ve iktidara dair de fikirleri, duruşları vardır ve olacaktır amma bu ikinci ve üçüncü derecedeki vazifeleri, birincinin önüne geçirmek çok tehlikelidir.
Şu anda Risale-i Nur iki tasallut; iki yıkıcı anlayış altında kan kaybediyor. 
Bunlardan birisi paralelcilik! 
Hükümet ısrarla her menfiliği paralelcilikle ilintilendirdiği için toplumun siyasi hassasiyeti yüksek kesimleri tarafından Risale-i Nur, -çünkü paralel diye suçlanan kesimi de ekseriyet Nurcu sayıyor- vatana ihaneti dahi meşru görecek bir anlayış(!) zannediliyor. Meşrep ve meslek itibarıyla Risale-i Nur’u istemeyen dini cemaatler de bu anlayışı dipten dibe körüklüyor. 
İkinci bir saldırı ise, “merkez Nurculuğun” siyasallaştığı yolundaki suçlamalardan besleniyor.  Bugüne kadar siyasete bulaşmayı şeytana bulaşmak kadar sakıncalı gören şu insanların birçok meselede hükümetle kol kola görünmeleri veya öyleymiş gibi yansıtılmaları birtakım insanların kafasında “Nurculuğun siyasallaşması”  şeklinde yorumlanıyor. Bu algıyı besleyenler ise iktidara muhalif olanlardır.
Dolayısıyla Risale-i Nur, bir yandan iktidarın payandası, diğer yandan ihanetle eş değer sayılan paralelciliğin kaynağı diye yansıtılarak tahrip ediliyor. Ben bu durumu Risale-i Nur’un bekası , istidadı ve maksadı açısından tehlikeli buluyorum.  
Oysa biz inanıyoruz ki ondaki iman hakikatlerine herkesin, ondaki müspet harekete her kesimin ihtiyacı var. Onu birilerinin uhdesinde veya bir siyasi anlayışın emrinde bir hizmet gibi göstermek ciddi bir darbedir.
Acilen Risale-i Nur’un –benzetmede hata olmasın- ‘ehli sühhet ve’l-cemaat’ mecrasının oluşturulması gerektiğine inanıyorum. Aksi takdirde, şu hareket şu dönemde ciddi bir darbe alacaktır. 
Evet, inanıyorum “Risale-i Nur, İslamın büyük cadde-i kübrası içinde bir hizb-i makbul” olarak insanlığın en son dönemine kadar uzanacaktır. Fakat bu demek değildir ki zarar görmeyecektir. Risale-i Nur milyonlara, milyarlara erişmesi, ulaştırılması gereken bir hizmet iken küçük ve kadük bir topluluğun meslek ve meşrebi olarak kalması ağır bir mukadderat olur!

 

Yorumlar17

  • Çelebi 9 yıl önce Şikayet Et
    Hocam, son paragraftaki "milyarlara ulaşma" idealin nerede; bir camiayı "sadeleştirme" sopasıyla yıllardır dövmeniz nerede! İnsafın o yerde namı yok mu?
    Cevapla
  • ahmet 9 yıl önce Şikayet Et
    muhterem mehmet ali abi acaba merhum abimizin şehadetiyle üstadımız tarafından tashih edilen eski said eserlerini merhum abimiz bir kenara bırakıp orjinal halleri ilen neden tekrar yayınladı. hem meseleyi sadece kürt ve kürdistandan ibaret olduğunu söylemek siz gibi bir müdakkik abimizin nazarında bir yönlendirme değil midir?
    Cevapla
  • ORHAN CANAN 9 yıl önce Şikayet Et
    Muhterem Abdürrahim kardeşim, Diyanetin toplantısında, İhlas Nur Neşriyat dışındaki bütün yayınevlerinin iştirakiyle yapıldı. İhlas Nur’un katılmama sebebi, başlatılıp bu noktaya gelmesinde aktif rol oynadığı sürecin, arzu ettiği şekilde geliş memesi olabilir mi? Başkan Görmez’in sözlerinden çıkan sonuç: Diyanet kararname ile verilen yetkiyi ilânihaye elinde tutmak niyetinde olmadığı gibi, herhangi bir vakfa devretmeyi de düşünmüyor. Aslına uygun olmak şartıyla, isteyen herkesin eserleri basabilmesinden yana ve basılacak eserler için telif bedeli de talep etmeyecek. Ayrıca risalelere lûgatçe, ayet-hadis mealleri ve kaynak dipnotları konulmasını “tahrifat” olarak vasıflandıran itirazlara da iştirak etmiyor. Diyanetin bu yaklaşımı, kurulacak yeni düzen ve sistemle eserlerin kendi istedikleri tarzda neşir hakkının kendilerine verileceğini hesap edenleri hayal kırıklığına uğratmış olmalı.
    Cevapla
  • erdem 9 yıl önce Şikayet Et
    Sayın Bulut, Risale-i nur ve nur talebeleri şimdiye kadar nice badireler atlattılar. Elhamdülillah ,hemen hepsinden en az zararla büyüyerek çıktılar. Risale-i nur hizmeti şahıslara bağlı bir hizmet olmayıp bir şahs-ı manevi hizmetidir. Bu hizmet bir okyanustur şahsiyet, enaniyet ve maddi menfaat vede siyaset sahiplerini zamanla dışarı atar. İstikametli düründürür Allah için çalışanlara kuvvetverir.. İnsaallah endişeniz olmasın. Cenab-ı Allah bizleri bu kur'an hakikatleri ile nurlanan ve Allah için neşreden bu halis kullardan etsin amin..
    Cevapla
  • rumuz 9 yıl önce Şikayet Et
    163 ülkede 2000'e yakın Türk okulunda Türkçe öğrenen yabancı insanlara Risale okutulmaya başlandı artık. Risaleleri dünyaya okutmak için yeni bir kapı açıldı yani. şöyle düşünün, tabii ki shakespeari orjinal diliyle okumak daha manalıdır ama siz ingilizceyi sonradan öğrenen biri olarak okusanız ne kadar anlarsınız? O kardeşlerimiz için risalelerde öyle. Ayrıca şimdiki gençlerin ilgisini eski dile ne kadar çekebiliyorsunuz? önce bu sade versiyonlarla tanışanlar sonra orjinal halinide merak edip alırlar zaten. bazı gruplar istiyorki Risale kendi kontrollerinde kalsın. farkında olmadan kadükleştirmek istiyorlar. kısaca şu tespit çok iyi "Risale-i Nur milyonlara, milyarlara erişmesi, ulaştırılması gereken bir hizmet iken küçük ve kadük bir topluluğun meslek ve meşrebi olarak kalması ağır bir mukadderat olur!" çok isabetli bir tespit olmuş.
    Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat