Medeniyetimizin kalbinde sanat: Hikmetle yazılan sessiz manifesto

  • GİRİŞ06.07.2025 14:11
  • GÜNCELLEME07.07.2025 09:45

Sanat, insanın duygu, düşünce, inancını şekillendiren en zengin ifade biçimi ve sessizce kalpten kalbe ulaşan bir davettir. Kelimeler, renkler, sesler ve formlar aracılığıyla hayat bulan sanat, ruhun saklı güzelliklerine ayna tutar; gönüldeki muhabbeti renge, düşüncedeki hikmeti söze, ruhtaki özlemi mermere işler. Tarih boyunca medeniyetler, sanatla var olmuş, inançlar sanatla anlam kazanmıştır. Bizim medeniyetimizde sanat, Yaratan’ın kâinata serptiği ilahi güzelliğin yansıması olarak görülür. 

Peki, o aynayı bulan eller nasıl oldu da kirlenmeye başladı ve bu ayna zamanla neden puslandı?

Camilerdeki çinilerde parıldayan desen, Mushaflardaki zarif tezhipler, hat sanatındaki titiz zarafet, şiirlerde yankılanan ilahi aşk, musikide fısıldayan ney, minyatürlerde hayat bulan ince hikmet, ebrunun su üzerinde raks eden anlamı, mimaride kurulan ahenk ve mezar taşlarındaki sessiz estetik ve nasihat… Evet, bir zamanlar hakikatin, güzelliğin ve hikmetin en zarif yansıması olan bu sanatlar, bugün hala ruhumuza dokunuyor ve ilham veriyor; ancak günümüzde sanat, bu asil misyonundan uzaklaşıp sadece dikkat çekme, kışkırtma ya da tüketim aracı haline dönüşebiliyor. Hakikatten kopuk, yozlaşmış sanat anlayışları, toplumun ruhunu yaralarken zarafetle hikmet arasındaki kadim bağ git gide zayıflıyor. Tam da bu noktada, sanatın medeniyetimizin kalbinde hikmetle yazılan sessiz bir çağrı ya da adeta bir manifesto olduğunu hatırlamak gerekiyor.

SANAT ÖZÜNDEN UZAKLAŞIRSA…

Sanatın gayesi; yaratılıştaki güzellikleri, insan ruhunun inceliklerini ve evrensel hakikatleri dile getirmektir; oysa bugün, sanatın bazı örnekleri bu amacından saparak şehveti, şiddeti, nefreti ve ahlaki yozlaşmayı körüklüyor. Özellikle sinema, müzik ve görsel sanat alanlarında sunulan bazı eserler, insanın en karanlık duygularını tetikleyerek toplumu olumsuz yönde etkiliyor ve sanatın saflığını zedeliyor.
Sanatkârın kalemi, fırçası, sesi ya da kamerası ya hakikate hizmet eden ya hakikati perdeleyen ya da topyekûn ifsad eden bir araca dönüşebilir. Şüphesiz, sanatkârın niyeti ve zarafet anlayışı, sanatın yolunu tayin edecektir. Hakikate yönelen bir sanat, insana ayna tutacak; onu daha iyiye, daha güzele ve daha doğruya çağıracaktır. 

SANAT TİCARİ META HALİNE GELİRSE…

Bir zamanlar ruhu besleyen ve toplumu eğiten bir yolculuk olan sanat, bugün büyük ölçüde ticaretin ve çıkarın aracı hâline gelmiştir. Resimler, müzik eserleri ve sinema filmleri, sadece ekonomik kazanç uğruna değerlerinin çok ötesine satılmakta ve sanatın asli amacına halel getirmektedir. Müzayedeler, bienaller ve sanat fuarlarda sergilene sanat eserleri artık endüstriyel ürünler gibi pazarlanmaktadır.  Bu süreçte kültürel değerler bir kenara itilmiş, yerini ticari meta almış gibidir. 

Bu işin endüstrisini yapanlar olacağı ve bunu kötü amaçlar için istismar edecekleri, Kerim Kitabımızda belirtilmiş ve inananların çok dikkatli ve müteyakkız olmaları gerektiği hususunda uyarılar yapılmıştı: "İnsanlar arasında öyleleri vardır ki bilgisizlik yüzünden başkalarını Allah yolundan saptırmak ve o âyetleri alay konusu etmek için eğlendirici sözler satın alır kullanırlar; işte bunları alçaltıcı bir azap bekliyor." (Lokman, 6) Dünyada yalnızca maddi haz ve geçici mutluluk arayışı içinde olanlar, insanların Allah’ın yolundan sapmalarına sebep olmaya, onları her türlü hayırdan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Bunun için mantıksız ve bilgiye dayanmayan anlamsız sözlere ya da nefislerin hoşuna gidecek eğlence vasıtalarına yöneliyorlar. Hayatlarını sadece bu tür boş uğraşlarla dolduruyor, zamanlarını ve paralarını bu uğurda harcayarak yalnızca bunlarla vakitlerini heba ediyorlar. Bu anlayış, sanatın gerçek anlamını kaybetmesine ve onun yozlaşmış bir araç hâline gelmesine sebep olabiliyor. 

SANAT TAHKİR, TEZYİF VE TAHRİP İÇİN YAPILIRSA…

Sözde sanat adına ortaya konan en tehlikeli eylemlerden biri, mukaddesatımıza ve manevi değerlerimize karşı gösterilen saygısızlık ve yapılan saldırılardır. Karikatürler, diziler, filmler ve dijital dünyada üretilip pazarlanan bazı yayınlar; kutsallarımız olan dini şiar ve sembolleri, öncü şahsiyetleri ve hayat tarzlarını alay konusu haline getirmek amacıyla tasarlanabiliyor. Bu tür hezeyanlar, sadece inananları rencide etmekle kalmaz, tüm insanlığın ortak değerlerine karşı yapılmış bir sataşma anlamına gelir. Din, inançlar ve mukaddes değerler, insanın en temiz duygularını ifade ederken bunlarla dalga geçmek, tahkir ve tezyif etmeye yeltenmek, sanat kisvesi altında yapılabilecek en rezil işlerdendir. Evet, özellikle karikatür ve benzeri sözde sanat dallarıyla Peygamberimizi, din büyüklerimizi ve Anadolu’nun temiz insanlarını hedef alan sapkınca ve haince bir saldırıya cüret etmek, en aşağılık eylemlerden kabul edilmelidir. Bu tür kepazelikler, dinimizi, inancımızı ve insanlığın ortak vicdanını hedef almaktadır. Bu tür kışkırtma ve sataşmalar, müminlerin sınırlarını yoklayan kasıtlı eylemler olup Hakk’ın ve hakikatin hatırı için asla müsamaha gösterilmemesi ve tavır alınması gereken bir hareket olarak görülmelidir.

Akılda, ahlakta, sanatta ve hayatın her alanında derin bir yozlaşma ve tefessüh yaşayan içimizdeki beyinsizlere, sanatı maskaraya çevirenlere, mukaddesatımıza ve manevi değerlerimize saldıranlara karşı, tıpkı Mehmet Akif’in, Balkan Harbi, Çanakkale, İstiklal Savaşı gibi topraklarımızın işgal edildiği zor dönemlerde emperyalistlere ve Batı’nın medeniyet anlayışını yüceltenlere karşı gösterdiği sert tepkiyi bugün de aynı kararlılıkla göstermeliyiz. Akif, o dönemin işgalci güçlerine karşı şöyle haykırmıştı:

“Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!

Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!

Tükürün Ehl-i Salîb'in o hayasız yüzüne!

Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!

Medeniyet denilen maskara mahlûku görün:

Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!”

Akif’in bu çağrısı; sadece topraklarımızı işgal edenlere değil, aynı zamanda kültürümüzü yozlaştıran, değerlerimizi alaya alan ve sanatımızı maskelemeye çalışan her türlü yaklaşıma karşı bir direnişin, bir kültürel bağımsızlık mücadelesinin çağrısıdır. Bugün de sanatı gerçek ruhundan koparıp sadece gösteriş ve maskaralığa çevirenlere karşı onun asli ve temiz yüzünü yüceltmek, sanatın vicdanını yeniden uyandırmak mecburiyetindeyiz; zira gerçek sanat insanı, ahlakı ve toplumu kurtaracak en güçlü silahlardan biridir.

SANAT KİSVESİ ALTINDA AİLE KURUMU TEHDİT EDİLİRSE…

Sanat, bazen toplumu derinden sarsan ve aileyi hedef alan çarpık ilişkileri teşvik etmek amacıyla kullanılabiliyor. Filmlerde, dizilerde, tiyatrolarda sergilenen hayasızlıklar, aile yapısını sarsan bohem hayatı, toplumun ahlaki değerlerine aykırı yaklaşımlar ve yozlaşmış karakterler hem sosyal yapıyı hem de insanların ruh dünyasını tahrip edebiliyor. Aileyi yıkıcı ve yozlaştırıcı ilişkiler; toplumu bozan, ahlaki değerleri erozyona uğratan bir biçimde sunulabiliyor ve sanatın ideolojik propaganda aracı olarak kullanılması yaygınlaşıyor. Bu tür yayınlar, kişilerin kendi değerlerini kaybetmesine, nesillerin ahlaki çöküşüne yol açıyor ve toplumsal yapıyı zedeliyor. Sanatın amacı, insanları güzelliğe yönlendirmek ve eğitmek olmalı iken birileri bunu toplumu bozmak ve ifsat etmek için kullanıyor. Günümüzde bazı sözde sanat faaliyetleri, ideolojik ve ticari çıkarlar uğruna, aile kurumunu ve toplumun temellerini dinamitleyen bir araç haline geliyor.

Toplum üzerinde etkili mecraları zapt edenler; gıdadan kültüre, sanattan eğitime her alanda, özellikle aileyi ve gençleri hedef alan, örgütlü ve organize ifsat projeleriyle toplumsal çöküşü körüklemeye çalışıyorlar. Ayet-i kerime böylesi bozguncu odaklara karşı müminleri dikkatli olmaya çağırıyor: "Onlar iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için koştururlar. Allah ise bozgunculuğu sevmez." (Bakara, 205) 

Bu hatırlatma, sanatın özünden saparak zarar veren projelere karşı direncimizi artırmalı ve bu tür kirli projelere karşı uyanık olmamızı sağlamalıdır.

SANAT TOPLUMSAL AHLAKA ZARAR VERİYORSA…

Bir zamanlar toplumların değerlerini şekillendirme gücüne sahip olan sanat, günümüzde ne yazık ki toplum ahlakına zarar verecek biçimde kullanılabiliyor. Şiddet, cinsellik ve ahlaksızlık gibi unsurlar, bazı sanat eserlerinde birer gösteri ve cazibe unsuru hâline getiriliyor; bu durum özellikle genç zihinlerin zehirlenmesine yol açacak şekilde teşvik ediliyor. Bu tür eserler, yozlaşmış bir eğlence anlayışıyla sunuluyor, içeriğiyle hem estetikten hem de ahlaktan uzaklaşılıyor. Benzer şekilde, bazı tiyatro oyunları da sanat adı altında toplumsal normlarla alay ediyor; aile yapısını, değerleri ve gelenekleri küçümseyen bir dili meşrulaştırıyor. Bu yaklaşım, sanatın toplumla kurduğu sağlıklı ilişkiyi zedeliyor ve ahlaki çözülmeyi hızlandırıyor.

Bu olumsuz tabloya karşı sanatın asli işlevine dönmesi, yeniden ahlâk, hikmet ve zarafet temelinde inşa edilmesi bir zorunluluktur. Sanat; insanın iç dünyasını ihya eden, toplumu güzelleştiren ve kadim değerleri yaşatan bir mecra hâline getirilmelidir. Eğitim kurumlarında gençlere estetik duyarlılık, eleştirel düşünce ve ahlaki sorumluluk kazandıran bir sanat anlayışı benimsenmeli; görsel medya ve sahne sanatlarında toplumun temel dinamiklerini koruyucu bir bilinçle eserler üretilmelidir. Sanatkârın sorumluluğu, yalnızca üretmekle sınırlı kalmayıp neyi, nasıl ve niçin ürettiğinin farkında olmaktır; zira sanat, şekil verdiği toplumun ruhunu da biçimlendirir. Toplumu onarmak da yozlaştırmak da çoğu zaman aynı araçla mümkündür. Bu sebeple, sanatın yönü yalnızca estetikle değil, aynı zamanda ahlaki bir duruşla da şekillendirilmelidir.

SANAT MANİPÜLASYON ARACINA DÖNÜŞÜRSE…

Sanat, bazen bir manipülasyon aracı haline de gelebiliyor. Özellikle propaganda amaçlı yapılan faaliyetler, toplumları yönlendirmek, insanların düşüncelerini şekillendirmek veya onları belirli bir ideolojiye hizmet etmeye zorlamak için kullanılıyor. Sanatın amacı, insanları düşündürmek, sorular sordurmak ve doğruyu aramaya teşvik etmek olmalıdır; ancak, günümüzde bazı sanat eserleri, ideolojik amaçlar uğruna, hür iradenin önüne geçerek manipülasyon aracı haline getiriliyor ve nihayetinde muhataplardan etki altında kalanlar mankurtlaşabiliyor, robotlaşabiliyor.

HAKİKATE GİDEN BİR YOLCULUKTUR SANAT

Bugün sanat, bazen yalnızca tüketim aracı, provokasyon unsuru veya değerlerimizden sapmış bir yönelim haline gelebiliyor. Evet sanat maalesef özünden saparsa hem kendisine hem de topluma zarar verir. Ticari kaygılarla yozlaşan, kutsal olana saygısızlaşan, manipülasyonun etkisiyle şekillenen ve toplumsal ahlaktan uzaklaşan her eser, sanatın ruhunu zedeler. Bizlere düşen görev, bu yozlaşmaya karşı durmak ve sanatı tabir yerindeyse insan ruhunu yücelten bir miraca dönüştürmektir.

Sanat; ruhu besleyen, anlamı çoğaltan, insanı hakikate ve onu insan yapan değerleri yücelten ve taşıyan bir köprüdür. İnsanlık tarihinin her dönemi, kendisine özgü bir arayışla var olmuştur. Bu arayış, insanın hem iç dünyasını (enfüs) hem de dış dünyayı (afak) anlamlandırma çabasıdır. Allah Tealâ, çevremizdeki ve içimizdeki her şeyi bize kanıt olarak sunmuşken sanat da bu kanıtları bizlere açan bir kapıdır. Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Kur’an’ın gerçek olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara çevrelerinde ve kendilerinde bulunan kanıtlarımızı hep göstereceğiz. Rabbinin her şeye tanıklık etmesi (onlar için) yeterli değil midir?”  (Fussilet, 53) Bu yolculuğun her adımında insanın varlıkla kurduğu ilişkiyi şekillendiren önemli bir olgu da sanattır. Sanat, estetik bir çaba olarak görülmenin ötesinde Cenab-ı Hakk’ın yaratmasındaki kudretin ve hikmetin yansımasıdır. O, insan ruhunu güzelleştiren ve hakikate giden bir yolculuktur. Medeniyetimiz, bu yolculuğu bir anlam inşa etme süreci olarak görmekte; sanatı, hakikatin yansıması ve zarafetin en güzel ifadesi olarak kabul etmektedir. İslam medeniyetinin temel taşlarını oluşturan ilim, hikmet ve zarafet anlayışı, insan ruhunun en hassas noktalarına dokunan bir sanat anlayışıyla pekişmiştir. 

SANAT: BİR MEFKÛRE, BİR İDEAL, BİR DAVA İÇİNDİR

Sanat, yalnızca biçim ya da estetikten ibaret değildir; o aynı zamanda insanın ruhuna hitap eden, anlam ve hakikat arayışını ifade eden bir tefekkür yolculuğudur; ancak günümüzde bazı çağdaş sanat anlayışları, ruhsuzluk ve anlamsızlık üzerine inşa edilmekte; “sanat için sanat” anlayışıyla yapılan eserler ne bir mefkûreye ne de bir ideale yaslanmaktadır. Toplumsal gerçeklikten kopuk, mesajdan yoksun bu tarz üretimler; sanatı her yönüyle tecrübe etmek isteyen insanları hayal kırıklığına uğratmakta, sanatın asli işlevinden sapmasına sebep olmaktadır; oysa sanat, bir mefkure, bir ideal ve bir dava içindir. Sanat, Cenab-ı Allah’ı ve Sevgili  Peygamberimizi en güzel şekilde anlatabilmek, kâinatta tecelli eden ilahi güzelliği ve hikmeti yansıtabilmek için vardır. Bu bakış açısıyla sanat, sadece estetik bir üretim değil, aynı zamanda imanla şekillenen ve sorumluluk taşıyan bir anlam arayışıdır.

İslam sanatının her alanında görülen zarafet ve güzellik, bu anlayışın en parlak tezahürüdür. Hat sanatıyla Kur’ân’ı en güzel şekilde yazıya döken Hâfız Osman, her harfe estetikle birlikte ihlâsı da nakşetmiştir. Milletimizin gönlünde asırlardır yer bulan Süleyman Çelebi, Mevlid-i Şerif’iyle Peygamber sevgisini sanat yoluyla kalplere işlemiş; Buhurizâde Mustafa Itrî ise bestelediği Tekbir ile dini musikinin en yüksek ifadesini ortaya koymuştur. Aynı anlayışla yükselen Mimar Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camii, bir yandan mimari bir harika diğer yandan ilahi güzelliğin ve kulluk bilincinin taşa işlenmiş halidir. Modern zamanlarda ise sanatın tebliğ ve temsil gücünü sinema yoluyla en güzel şekilde yansıtan isimlerden biri de Mustafa Akkad olmuştur. Onun yönetmenliğini yaptığı Çağrı filmi, İslâm’ın doğuşunu hürmet ve zarafetle anlatmış, dünya çapında milyonlarca insanın İslam’a olan ilgisini artırmıştır. Bu film, sanatın bir dava için nasıl kullanılabileceğinin güçlü bir örneğidir.

Kur’an-ı Kerîm’de geçen “De ki: ‘Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En‘âm, 162) ayet-i kerîmesi, hayatın her alanı gibi sanatın da Allah için olması gerektiğini açıkça ortaya koyar. Bu anlayışla eser veren bir sanatkâr, hünerini bir gösteri aracı olarak değil; hakikati zarafetle anlatmanın, ruhlara dokunmanın bir yolu olarak görür. Şairin dediği gibi:

“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;

Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.”

İlahi ölçüyü ve sınırları ihlâl eden bir sanat anlayışı, hangi alanda ortaya konulursa konulsun, resimde, musikide, edebiyatta ya da sinemada, bizim medeniyet tasavvurumuz içinde karşılık bulamaz. 

ZEVK-İ SELİM VE SANAT: MANEVİ GELİŞİM VE AHLAKİ DURUŞ

Sanat, sadece güzellik kaygısıyla sınırlı kalmaz aynı zamanda insanı manevi hedeflere yönlendiren bir araçtır. Bu açıdan zevk-i selim kavramı, insanın güzel olanı, estetik değeri yüksek olanı ve ahlaken doğru olanı fark etme kabiliyetine sahip olması anlamına gelir. Zevk-i selim sahibi insan, aşırılıklardan kaçınır; sadelik, nezaket, incelik ve uyumu gözetir. Sanat, bu gelişimi destekleyerek insana zarafet kazandırır. Zarafet, estetik bir incelik ve sadelikle ortaya çıkan bir güzellik anlayışıdır. Zarif bir insan, davranışlarında yumuşak,ve ölçülüdür; çevresine olumlu bir hava yayar. Bununla birlikte sanat, insanın duygusal derinliğini artırarak ona letafet kazandırır. Letafet; duygu dünyasında bir naiflik ve nezaket duygusudur. Sanatla iç içe olan kişi, daha anlayışlı ve müsamahakâr olur; gönül inceliği davranışlarına ve sözlerine yansır.

Zevk-i selim sahibi bir insan aynı zamanda nezaket sahibidir. Nezaket, başkalarına karşı saygılı ve dikkatli olma halidir. Sanat, kişinin empati kurmasını kolaylaştırır, onu toplumsal ilişkilerde daha yumuşak ve duyarlı bir hâle getirir.

Sanatın insana kazandırdığı bir diğer nitelik ise asalettir. Asalet, kişinin iç değerlerinden kaynaklanan bir duruştur. Asil bir insan, dürüstlük, adalet ve erdem gibi değerleri davranışlarına yansıtır; bu da onun hayatına bir tutarlılık ve denge kazandırır.

Sanat insanın çevresine ve insanlara karşı daha duyarlı olmasını sağlar; yani hassasiyet duygusunu geliştirir. Hassas bir kişi, başkalarının duygularına, ihtiyaçlarına ve acılarına dikkat kesilir.

Sanatın kazandırdığı bu incelikler, zevk-i selim sahibi insanın hem iç dünyasında hem de toplumsal hayatta daha derinlikli, uyumlu ve ahlaki bir duruş sergilemesine katkıda bulunur

HER İŞİNİ İHSAN KIVAMINDA YAPMA ERDEMİNE ULAŞMAK

Sanat, insana bu değerleri kazandırarak onu gönül terbiyesinde bir olgunluğa da götürür. Bu değerler, insanı ihsan mertebesine ulaştırmak için temel oluşturur. İhsan, her işin en güzel ve en mükemmel şekilde yapılmasıdır. Sanat, insanı her açıdan güzelleştirir; her düşüncesinde ve davranışında güzellik, anlam ve derinlik arar. Bu erdemler insanın iç huzurunu ve çevresine katkısını arttırır. Gerçek anlamda ihsan, işte bu erdemlerin birleşiminden doğar ve insanın hayatındaki her eylemi en yüksek ahlaki standartlarda yapmasına katkıda bulunur. 

İhsan’ın bir diğer anlamı da Allah’ı görüyormuşçasına yaşamak ve her an O’nun huzurunda olduğunun bilincinde olmaktır. Bu anlayış, insanın hayatına köklü bir sorumluluk ve şuur katar. Sanat, işte bu anlayışı da besler; her hareketi, her sözü ve her eylemi Cenab-ı Hakk’a en güzel şekilde sunma gayesini taşır. İnsan, sanatı bu bilinçle yaparsa her hareketi bir ibadete dönüşür, her işinde rızay-ı ilâhiyi en güzel şekilde yansıtır.

"Şüphesiz Allah, muhsinleri sever." (Ali İmran, 134) ayeti, müminin her işinde Allah’ın rızasını gözeterek ihsanı gerçekleştirmesi gerektiğini hatırlatır. Gerçek ihsan, Allah Tealâ’ya olan samimi ve içten bağlılıkla ve O’nun rızasını her işin merkezine koymakla elde edilir.

SANAT, BİR TEFEKKÜR ARACI VE İRFAN KAYNAĞIDIR 

Sanat, medeniyetimizde salt bir güzellik unsuru olmanın ötesinde bir tefekkür aracı, bir irfan kaynağı ve insanın Allah’ın kudretinin yansımasını idrak etmesine vesile olan bir yol olmuştur. Sanat, bizde gözleri okşayan süs olmanın yanı sıra kalpleri aydınlatan, zihinleri hakikate açan bir lütuftur. Güzellik, yalnızca dış görünüşe hitap eden bir biçimden ibaret görülmemiş; özünde Allah’ın yarattığı düzene, kudretine ve sanatına işaret eden bir delil olarak kabul edilmiştir. Bu anlayış, sanatkârı aynı zamanda bir hakikat yolcusu hâline getirmiştir.

Mimaride Süleymaniye’nin göğe yükselen kubbeleri, insanın acziyetini ve Allah’ın yüceliğini hatırlatan bir secde hâlidir. Caminin iç mekânında hissedilen o ferahlık ve huzur, aslında insanın dünya telaşesinden sıyrılıp ilahi kudret karşısında sükûna ermesinin bir yansımasıdır. 

Hat sanatında Besmele’nin zarif çizgileri, kulun her işine Allah’ın adıyla başlayarak O’na sığınmasının görsel nişanesidir. Bu sanatta harflerin kıvrımları, adeta insana tevazuyu, sabrı ve ölçülü olmayı öğretir.

Tezhipte altın varaklarla süslenmiş nakışlar, Kur’an-ı Kerim’in satır aralarına işlenen bir hürmetin tezahürüdür. Her desen, insanın sabır ve titizlikle güzellik ortaya koyma çabasının, Allah’ın yarattığı kusursuz düzen karşısında gösterdiği hayranlığın ifadesidir. 

Ebruda suya düşen renklerin ahengi, insan iradesi ile tabiatın birlikte hareket edebileceğini gösterirken aynı zamanda hayatın akışına uyum sağlama bilincini öğretir.

Katı'da sabır ve incelik, kâğıda işlenen her desende kendini gösterir; her keskin bıçak darbesi, aslında zarafetin ve emeğin bir sabır yolculuğuna dönüştüğünün ifadesidir.

Minyatürde ise zamansız bir hikâyenin incelikle resmedilmesi, insanın dünyaya dair gözlem gücünün sanatkârane bir tevazu ile sunulmasını ifade eder. 

İslam; yetkinlik, hüner ve beceriye önem verirken nakillere ve ilahi olana imandan neşet eden bir medeniyet aklını inşa eder. Bu medeniyete gönülden bağlı olan aşk ehli insanlar eliyle hududullahı ihlal etmeme hassasiyetiyle ortaya konan tüm eserler, bir medeniyet dili oluşturmuştur.

SANAT, ALLAH’IN VARLIĞA NAKŞETTİĞİ GÜZELLİĞİ YANSITMALIDIR

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “Dağları görür, onları hareketsiz, yerlerinde donmuş sanırsın. Hâlbuki onlar, bulutların yürümesi gibi geçer giderler. Bu, her şeyi sağlam ve mükemmel yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz O, yaptığınız her şeyi en iyi bilendir.(Neml, 88) ayet-i kerîmesi, Cenâb-ı Hakk’ın kudretini ve kâinattaki olağanüstü düzeni gözler önüne serer. İlk bakışta durağan sanılan dağlar, gerçekte sürekli bir hareket ve denge içindedir. Dünya’nın dönmesi, kıtaların kayması ve gökyüzündeki devinim, ilahî sanatın dinamik ve kusursuz örneklerindendir. Gerçekte sanat, Allah Teâlâ’nın varlığa nakşettiği mükemmel ahengin ve güzelliğin izini sürmektir. Sanatkâr, bu ilahî düzeni fark eden ve kendi ifadesiyle onu yorumlayan kişidir. Varlığın içinde saklı olan o zarif uyumu sezmek ve ortaya koymak, yaratılmış olana saygının da bir ifadesidir.

“Allah güzeldir, güzeli sever.” (Müslim, Îmân, 147) hadîs-i şerîfi, İslam’ın güzelliğe verdiği önemi ortaya koyar. Bu güzellik, dış görünüşle sınırlı olmayıp ahlaki duruştan fikrî inceliğe, manevî olgunluktan estetik duyarlılığa kadar hayatın her alanına sirayet eden bir güzelliktir. 

Cenab-ı Allah, mutlak güzelliğin ve sanatın kaynağıdır. Yarattığı her varlık; gökyüzünün enginliği, dağların heybeti, denizlerin huzuru, kuşların nağmeleri ya da bir çiçeğin yapraklarındaki simetri… hepsi bu sonsuz güzelliğin izlerini taşır. Kâinattaki her detay, ilahî sanatın bir yansımasıdır. Güneşin doğarken yaydığı ışık, yıldızların sessizce dizildiği gökyüzü, yaprakların rüzgârdaki dansı, her biri farklı geometrik yapıya sahip kar tanelerinin zarafeti ya da küçücük bir su damlasının ışığı kırarak renk cümbüşüne dönüşmesi… hepsi bu yüce sanatın farklı ve benzersiz yüzleridir.

Bu bağlamda sanat, varlığın ardındaki manayı sezmeye çalışmaktır. Yani hakikatin izini süren her sanat çabası, aslında Hâlık-ı Zülcelâl’in yaratmasındaki güzelliği takdir etmenin ve onu yeryüzünde dillendirmenin bir yoludur.

YARATILMIŞLARIN EN GÜZELİ: İNSAN

Allah Tealâ’nın yarattığı en mükemmel varlık olan insan, yaratılışındaki aşama aşama ilerleyen mucizeyle ilahî kudretin ve sanatın en çarpıcı tecellilerinden biridir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Gerçek şu ki biz insanı çamurdan alınmış bir özden yaratıyoruz. Sonra onu sağlam bir korunakta nutfe haline getiriyoruz. Ardından nutfeyi alakaya çeviriyor, alakayı şekilsiz et yapıyor, bu etten kemikler yaratıyor, daha sonra da kemiklere adale giydiriyoruz; nihayet onu bambaşka bir varlık halinde inşa ediyoruz. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah çok yücedir.” (Mü’minûn, 12–14) ayet-i kerîmeleri, bu yaratılış sürecini tüm detaylarıyla tarif eder.

İnsan, bir damla sudan başlayıp rahimde korunup beslenen, şekilsiz bir et parçasından kemiklerle iskeletlenen, kaslarla biçimlenen ve sonunda ruh üflenerek ahsen-i takvim kıvamına getirilen eşsiz bir sanat eseridir. Tefekkür ettikçe insanın hayretini artıran bu mükemmel gelişim sadece biyolojik bir süreç değil, aynı zamanda Allah’ın sonsuz ilminin, kudretinin ve sanatının bir yansımasıdır. Her aşama hem maddi hem manevi olarak insanın ne kadar değerli ve üstün bir varlık olduğunu hatırlatır. Allah Teâlâ’nın “yapıp yaratanların en güzeli” oluşu, en çok da insanda görünür hâle gelir. Yaratanların en güzeli olarak kendisini tanıtan Rabbimizin, yaratılmışların en güzeli olan insan üzerinde kudretinin tecelli etmesi, yaratılışın en ulvi ve zarif ifadesidir.

ŞİİR, HİKMETİ VE HAKİKATİ DİLE GETİRME SANATIDIR

Müslüman toplumlar, tarih boyunca şiiri, estetik bir söz sanatı olmanın yanı sıra duyguların, inancın ve hikmetin manevi dili olarak görmüşlerdir. Şiir, hakikatin sırlarını söze nakşeden kadim bir aynadır. Yunus’un “İlim ilim bilmektir” deyişinden, Akif’in “Zulmü alkışlayamam” haykırışına kadar, şiirimiz irfanla yoğrulmuş bir hikmet ırmağıdır.
Evet şiir, hikmeti kuşanan bir medeniyetin aynasıdır. O, duyguların ve hakikatin dilidir. Hikmeti yeniden inşa edecek olan düşünen akıl, hisseden kalp ve söyleyen dilin birleştiği kadim bir yolculuktur.

Peygamberimizin: “Şiirde hikmet vardır” hadisi, şiirin sadece sanatla ilgili bir ifade biçimi olmadığını; aynı zamanda insanlara doğruyu, iyiyi, güzeli, faydalı ve hayırlı olanı ulaştıran bir araç olabileceğini ortaya koyar.

Hikmet, medeniyetimizin her zerresine sinmiş bir cevherdir; kimi zaman bir medresenin taş duvarlarında, kimi zaman bir tezhibin kıvrımlarında, çoğu zaman da bir şiirin mısralarında zuhur eder. 

İslam tarihi boyunca büyük mutasavvıflar, alimler, mütefekkirler ve şairler şiiri, hakikati dile getirmenin en güzel yollarından biri olarak görmüşlerdir.

Hoca Ahmed Yesevî, insan ruhuna hitap eden, tasavvufi öğütler sunan hikmet dolu sözleriyle asırlara yön vermiş; Yunus Emre, ilahileriyle gönülleri Allah aşkıyla tutuşturmuş, sadeliği ve samimiyetiyle milletimizin manevi dünyasında silinmez izler bırakmıştır. Fuzulî, aşkı ve hikmeti ustaca birleştirerek ilahi aşkı anlatan benzersiz mısralar kaleme almış; Bâkî, gazellerinde Osmanlı’nın ihtişamını, sanatın inceliğini ve kelamın zarafetini yansıtmıştır.

Yahya Kemal, medeniyet bilincini şiire taşıyan, tarihi ve kültürel mirası derin bir duyuşla işleyen büyük bir şairdir. Mehmet Akif, İstiklâl Marşı’nda milletin ruhunu, imanını ve bağımsızlık aşkını haykırarak Türk şiirinde bir dönüm noktası oluşturmuştur. Arif Nihat Asya, şiirleriyle vatan sevgisini en coşkulu biçimde dile getirmiş, milletimizin manevi duygularını mısralara aktarmıştır. Necip Fazıl Kısakürek ise fikirleri, metafizik sorgulamaları ve İslam düşüncesini mısralara işleyerek şiiri bir dava aracı hâline getirmiştir.

Bu müstesna şahsiyetler, medeniyetimizde şiiri; hakikatin, irfanın, aşkın ve tebliğin bir vasıtası olarak görmüşlerdir. Onların şiirleri; bir savaş meydanında edilen yakarış gibi coşkulu, bir secdede dökülen gözyaşı gibi samimi ve bir annenin evladına ettiği dua kadar içtendir.

Şiir, milletimizin geçmişini anlatan bir bellek, bugününü şekillendiren bir rehber ve geleceğe ışık tutan bir meşale olarak varlığını sürdürmektedir. Milletimizin hafızasına kazınan şiirler, nesilden nesile aktarılmakta, ruhları beslemekte ve insanları engin düşüncelere sevk etmektedir; zira bu iklimde beslene bizler, kelamın kıymetini bilen, sözün gücüne inanan ve şiiri bir medeniyetin ruhu olarak gören bir milletin mensubuyuz. Bu açıdan şiir sadece bir edebi tür olmanın ötesine geçer. O, bizim inancımızın, tarihimizin ve kimliğimizin ayrılmaz bir parçasıdır. 

Üstat Sezai Karakoç’un yazılarında ve şiirlerinde medeniyet tasavvuru ve inanç, ahenkle buluşur. Bu güzelliğin en güçlü şekilde hissedildiği şiirlerinden bir örnek olan "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" şiirinin son bölümü:

“Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili”

Sezai Karakoç’un bu güzel şiiri, bir naat ya da münacat olarak anlaşılmaya imkân verecek derecede zengin çağrışımlara sahiptir ve fakat şairin kalbindeki mananın izini sürdüğümüzde şiirin yalnızca İstanbul için yazıldığı düşüncesine ulaşırız; çünkü şiirin "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" başlığı, İslam dünyasının özlemini duyduğu bir merkezi ve bu merkeze kavuşmanın getireceği ruhî ve manevi canlanmayı işaret eder. Sezai Karakoç, şairane bir dil ve güçlü imgelerle, bu özlemi dile getirirken İstanbul’u bir “Sevgili” olarak tasvir etmektedir. İslâm dünyası kendi sürgününden kurtulup yeniden Başkentler Başkenti İstanbul’a kavuştuğu gün, âlem-i İslâm’ın kalbi yeniden atmaya başlayacak, izzet ve itibarla gerçek diriliş o zaman mümkün hale gelecektir. Bu şiirsel yakarış; bir özlemi, bir ideali, bir medeniyet rüyasını ve yeniden inşa iradesini içinde taşır; zira özlemle anılan sevgili, aynı zamanda kaybedilen bir merkezdir ve merkez kaybolduğunda yön duygusu da zedelenir. Bu açıdan şiirin kalbinde dile gelen o "sevgili" çağrıları, aynı zamanda bugün her alanda yitirilen "hikmet" çağrısıyla birleşmek zorundadır.

KUR’AN’DA ŞİİR VE ŞAİRLER

Şiir, İslam medeniyetinde güçlü bir ifade aracı olmuş, hakikati dile getirmenin en tesirli şekilde aktarmanın bir yolu olarak kabul edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Şuara yani şairler suresinde bazı şairler, sırf söz oyunlarıyla insanları hakikatten saptırmaları, gerçeği çarpıtmaları ve fesadı yaymaları nedeniyle kınanmış ve fakat surenin: “Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, Allah’ı çokça zikredenler ve herhangi bir zulme maruz kaldıklarında şiirleriyle haklarını savunanlar bu hükmün dışındadır.”(Şuarâ, 227) ayetinde şairlerin konumu net bir şekilde açıklanmış, şiirin iki yönü olduğu ortaya konmuştur: Bâtıl ve hak adına söylenen sözler. İman eden, salih amel işleyen, Allah’ı çok zikreden ve zulme karşı hakkı savunan şairlerin kınanmaktan istisna edildiği dahası methedildiği ve müjdelendiği belirtilmiştir. Ayetin devamındaki “Zulmedenler ise, nasıl her şeyi değiştirecek bir inkılâp ile sarsılıp devrileceklerini yakında bileceklerdir.” İfadesi, şiirin etkili bir silah olabileceğini; hak yolunda kullanıldığında bir tebliğ aracı, adaletsizliğe karşı bir direniş ve hakikatin savunucusu hâline geleceğini gösterir. Güçlülerin sözünü sona erdirecek sözün gücü şiirdeki tesirde aranmalıdır. Evet, İslam tarihinde şiir, adaleti ve hakkı savunmada etkin bir şekilde kullanılmıştır. Asr-ı Saadette Hassan bin Sâbit, İslam’ı savunan ve müşriklerin propagandalarına şiirleriyle karşılık veren önemli bir şairdi. O, kalemiyle İslam davasına hizmet etmiş, hakikati savunmuş ve Peygamberimizin övgüsüne mazhar olmuştu.

Şair ve şiir, hangi amaca hizmet ettiğine göre bir değer taşır. Eğer şiir, insanları kötülüğü, zulmü, ahlaksızlığı teşvik ediyorsa bunun olumsuz bir etkisi vardır; ancak hak ve adalet adına kullanıldığında şiir bir mücadelenin, bir davanın ve bir inkılâbın sesi olabilir. Bugün de şiir, mazlumların çığlığı, milletlerin bağımsızlık nişanesi, iman ehlinin davasını anlatan güçlü bir edebi miras olarak varlığını sürdürmektedir. Evet şiir, dün olduğu gibi bugün de doğru ellerde bir hakikat meşalesi, adaletsizliğe karşı bir isyan ve insanları iyiliğe davet eden bir yol gösterici olarak etkisini devam ettirmektedir.

SESLERİN VE RİTMİN HAKİKATE YOLCULUĞU

Medeniyetimizde musiki; sıradan bir eğlence aracı olmanın çok ötesinde, insanın nefsini terbiye eden, kalbini yumuşatan ve derin duygulara rehberlik eden kıymetli bir sanat dalı olmuştur. Tarih boyunca manevî iklimlerden devlet törenlerine, savaş meydanlarından şifa merkezlerine, halk eğlencelerinden zikir meclislerine kadar geniş bir etki alanı bulmuştur.

İslâm dünyasında ezanla semalara yükselen çağrı, Kur’ân tilavetiyle kalpleri inşa eden ses, mevlitlerle duyulan muhabbet, ilahilerle hissedilen coşku… bunların hepsi musikinin manevî derinliğine işaret eder. Tasavvuf musikisi, zikir halkalarında kalpleri Allah’a yöneltmiş; Osmanlı saray musikisi zarafetiyle, mehter ise savaş meydanlarında cesaretiyle temayüz etmiştir. Tıbbî merkezlerde ney sesi ve su sesiyle ruh hastalıklarına şifa arandığı, düğün, bayram ve halk eğlencelerinde toplumu birleştiren bir unsur hâline geldiği görülür. Çobanın kavalı, zanaatkârın çekiç ritmi, annenin ninnisi, köylünün türküsü… hepsi musikinin gündelik hayattaki köklü yerini gösterir.

Bir ney üflenişindeki etki, insanın fıtratındaki asıl yurdu hatırlatma işlevi taşır.

Mevlânâ’nın “Ney sesi ayrılıklardan şikâyet eder.” ifadesiyle işaret ettiği gibi insanın asıl özlemi, Allah’a olan yakınlıktır. Musiki, bu özlemi sesle ve ritimle dile getirir.

Şüphesiz, her sanat eseri gibi musiki de niyet ve içerikle değer kazanır ya da anlamını yitirir. Günümüzde bazı müzik türleri; haramları teşvik eden sözleri, çirkinlikleri yücelten temaları ve insanın nefsani yönünü kışkırtan yapısıyla ruhta tahribata sebep olmakta, kişiyi hakikatten uzaklaştırarak yüzeyselliğe sürüklemektedir. Bu tür müzikler; duyarlılığı körelten, iffeti zedeleyen, ahlaki değerleri örseleyen bir etki bırakarak kişilerin iç dünyasında derin yaralar açabilmektedir

SON SÖZ YERİNE SANATLA GELECEĞİ İNŞA ETMEK İÇİN… 

Medeniyetimizde her motif, her çizgi, her ses ve her söz; Allah’ın kainata nakşettiği sanatın bir yansıması olarak görülmesi anlayışıyla şekillenen geleneksel sanat mirasımızı geleceğe taşımak için eğitimden toplumsal katılıma uzanan geniş bir vizyonla hareket etmek zorundayız. Bu doğrultuda yapılması gerekenler şöyle tasnif edilebilir:

Örgün Eğitimde Sanatın Temel Bir Değer Olarak Ele Alınması

Okul Öncesinden Üniversiteye Sanat Eğitimi: Sanat sevgisi küçük yaşta başlar. Okul öncesi dönemde geleneksel renk, motif ve müziklerle tanışan çocuklar, ilkokul ve ortaokulda temel estetik eğitimi almalı, lise ve üniversite düzeyinde ise geleneksel sanatlara dair kuramsal ve uygulamalı dersler yaygınlaştırılmalıdır.

Müfredat Entegrasyonu: Edebiyat, tarih, felsefe ve din kültürü gibi derslerde geleneksel sanatlara dair örnekler verilerek disiplinler arası bir yaklaşım benimsenmeli; öğrenciler hem kültürel kimlikleriyle bağ kurmalı hem de onlara estetik bakış kazandırılmalıdır. 
Marifet Merkezli Sanat atölyeleri: Öğrencilerin yeteneklerine göre yönlendirildiği ve bilginin beceriye dönüştüğü atölye çalışmaları ile Usta-çırak geleneği modern okul ortamlarına taşınmalı; hattat, neyzen gibi sanat erbapları öğrencilerle atölye çalışmaları yapmalı, canlı sanat üretimi izletilmelidir.

Yaygın Eğitimle Sanatın Toplumla Bütünleştirilmesi

Sanat Evleri: Her mahallede veya ilçede sanat evleri kurularak her yaş grubundan insanın hat, tezhip, ebru, musiki gibi sanatlarla meşgul olması teşvik edilmelidir.
Camiler, kütüphaneler ve kültür merkezlerinde sanat atölyeleri: Cami çevreleri, sadece ibadet yeri değil, aynı zamanda irfan ve sanat meclislerinin doğduğu alanlardır. Bu mekânlarda düzenli olarak geleneksel sanatlara dair sohbetler, kurslar ve sergiler düzenlenmelidir. 

Aile Katılımını İçeren Programlar: Anne-babaların da katılabildiği hafta sonu atölyeleri ile çocukların sanata olan ilgisi aile ortamında da desteklenmeli, sanat kuşaktan kuşağa bir köprü hâline gelmelidir.

Usta-Çırak Programlarıyla Beceri Aktarımı: Kültürel miras taşıyıcılarıyla gençler sistemli bir eğitim sürecinde bir araya getirilmeli; sanatkârlar desteklenerek bu değerli miras, yaşayan bir geleneğe dönüştürülmelidir.

Dijital Kültür ve Tanıtım Faaliyetleri

Sosyal Medyada Nitelikli İçerikler: Tezhip, ebru, minyatür gibi sanatlarımız sosyal medya platformlarında kısa belgeseller, atölye tanıtımları ve röportajlarla geniş kitlelere tanıtılmalıdır.

Geleneksel Sanat Belgeselleri ve Podcastler: Sanatkârların hayatları, sanatın anlamı ve tarihî serüveni belgeselleştirilerek TRT, YouTube ve dijital platformlarda yayımlanmalıdır.
Sanal Müze ve Eser Arşivleri: Geleneksel sanatlara ait eserlerin dijital ortamlarda yüksek çözünürlükle sergilendiği platformlar oluşturulmalı, dijital eğitim içerikleriyle desteklenmelidir.

Sanat Faaliyetlerinin Geliştirilmesi ve Desteklenmesi

Bakanlıkların, belediyelerin özellikle üretim yapan girişimcilerin sanat faaliyetlerini desteklemesi, kültürel mirasımızın korunması ve çağdaş sanat üretiminin artması adına büyük bir öneme sahiptir. Sanatçılara sağlanacak teşviklerle sanatın her alanında değerli işlerin ortaya çıkması sağlanabilir. Bu destek, hem maddi hem de sanatsal üretim süreçlerine yardımcı olacak lojistik destekler şeklinde olmalıdır. Bakanlıklar, kültürel projelere sağlanan teşviklerle sanatçılara her aşamada yardımcı olabileceği gibi belediyeler de sanatsal projelerin kitlelere ulaşmasını sağlamak için sergi alanları, etkinlik organizasyonları ve kültürel projelerle katkıda bulunabilir; ayrıca, sanatın dijital mecralarda daha fazla yer alması için dijital altyapı desteklenmeli ve sanatkârların online satış ve tanıtım faaliyetleri teşvik edilmelidir.

Ahmet Türkben

Yorumlar5

  • Kemal 1 gün önce Şikayet Et
    Yazdığımızı sanırsınız fakat elimizde tuttuğumuz kalem bizim değil, kalem süreti şerifinden aldığı cesaretle bazen kendi bildiği gibi hareket eder. Belliki kalem, yazarın düşündüğünü değil, kendi bildiğini yazarıyor aslında. Bugün biz söylemiş olsak da bir söyleten var. Kalem onun eseri, biz onu yarattığıyız. İradeyi külliye, kim bilir kimlerin kan damlayan yüreklerine sesleniyor.
    Cevapla
  • Kemal 1 gün önce Şikayet Et
    Elinize sağlık. Bir konu ancak bu kadar güzel anlatılırdı vesselam.
    Cevapla
  • Gökhan Gülkan 1 gün önce Şikayet Et
    Çok güzel bir yazı olmuş kıymetli Hocam. Sanatı olması gerektiği gibi insanlığın bir kullanma kılavuzu gibi olmuş yazınız. Günümüzdeki olayları daha iyi anlamamıza ve yorumlamamıza da ışık tuttunuz.Elinize emeğinize sağlık.
    Cevapla
  • Ramazan Çivi 1 gün önce Şikayet Et
    Allah razı olsun.
    Cevapla
  • Hasan Çakmak 1 gün önce Şikayet Et
    Üstadım kalemine yüreğine sağlık Allah razı olsun!
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat