15 Temmuz’un saklı zihin kodları: Tehlikeli yönelimler ve fikrî sapmalar

  • GİRİŞ14.07.2025 11:59
  • GÜNCELLEME14.07.2025 11:59

Bazı geceler vardır, karanlığı sadece gökyüzüne değil, zihinlere ve vicdanlara da çöker. 15 Temmuz gecesi işte böyle bir geceydi. Sıradan bir darbe girişiminin çok ötesinde, milletimizin ruh köklerine yönelmiş sinsi bir taarruzdu bu. Tankların gölgesinde ahlakımız, inancımız, değerlerimiz ve ortak vicdanımız hedef alındı. Bu, sadece bir askerî kalkışma olmayıp zihnî bir istila, manevi bir işgal girişimiydi.

O gece, kurşunlara karşı bedenlerini siper edenlerin şahadetiyle birlikte millet olma bilinci yeniden dirildi; ancak bu yeniden diriliş, sadece bir tepkinin ötesinde yıllarca süren tahribata karşı topyekûn bir uyanışın ifadesiydi. Zira karşımızda duran, dışarıdan desteklenen ama içeride yuvalanan; kendi kültüründen kopmuş, dini değerleri bir araç olarak kullanan, kavramlarımızı tahrif eden, mukaddesatı istismar eden bir yapının acı mirasıydı. Bu yapı, kurumlarımızın yanı sıra insanımızın zihnini, kalbini, aidiyet duygusunu ve hakikatle bağını da zehirlemeye çalıştı.

15 Temmuz’u anlamak, olup biteni anlamakla sınırlı değildir, ona giden zihnî süreci de çözmekle mümkündür. Bu sürecin satır aralarında, “sadece biz” anlayışıyla mutlak hakikat iddiasında bulunan, istikameti kaybetmiş, dini değerleri araçsallaştıran ve kutsalları suistimal eden bir zihniyetin ipuçları gizlidir. Bu ipuçlarını takip etmek, tehlikeli yönelimleri ortaya koymak ve yeniden sağlam temellerle şekillendirilmiş bir şuur oluşturmak, geleceğe sağlam adımlarla yürüyebilmemiz için kaçınılmazdır. 15 Temmuz, bu açıdan bir tarihten ibaret olmayıp bir hesaplaşma ve bir ihanetin resmi olmayıp hakikatin yanında sebat edenlerin şahitliğidir.

15 Temmuz’daki darbe kalkışması, ümmetin umudu ve son kalesi olan Türkiye’nin mazlum ümmet coğrafyasına örnek oluşturacak bir direniş ve dirilişinin yaşandığı tarihi bir olay olarak kayda geçmiştir. 15 Temmuz direnişi; Emperyalistlerin gönül coğrafyamızda ve özellikle Filistin, Libya, Irak ve Suriye’de sebep olduğu yıkımın bir benzerini ve daha şiddetlisini Türkiye üzerinde tezgahladığı planların ve kurduğu tuzakların Allah’ın lütfu ve milletimizin iradesiyle boşa çıkartıldığı ve kapı dışarı edildiği bir karşı hamlenin zaferidir. Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle akılları çıldırtan Müslüman bir aklın karşı atağı ve devrimi deviren sağlam iradesi ile Türkiye Müslümanları ve tüm mazlumlar için bir bilinç aşısı, bir güven tazelenmesi ve bir direniş örnekliği olarak kazanılan bu zafer; Türkiye’yi İslam aleminin liderliğine ve küresel bir güç olmaya taşıyacak ve ümmetin birliğine gidecek yolda kilometre taşlarından biri olarak tarihe geçecektir.

15 Temmuz direnişini, sadece akıl ehli olanların değil aşk ve iman ehli olanların, sonunu düşünmeden gösterdikleri kahramanlığı şehadetle taçlandırdıkları ve bereketlendirdikleri bir iftihar tablosu olarak okumak gerekir. Diğer bir tahlilde; mazlumlara sahip çıkmanın, muhacirlere ensar olmanın ve dünyanın dört bir yanında ekilen merhamet tohumlarının meyveye durduğunun ve ülkemiz için edilen duaların kabul edildiğinin resmidir. Kendisine sığınan milyonlarca insana uzatılan merhamet eli gibi, gönül coğrafyamızın her köşesine adalet elimizin de ulaşması için gayret göstermek; en büyük arzumuz ve dualarla desteklenmesi gereken en mukaddes vazifemiz olmalıdır.

Bu millet, yeni doğumlara gebe büyük bir sancıyla bu çetin sınavı yüz akıyla verebilmiştir hamdolsun. Bu süreci kazananların kuşandığı faziletler; iman, aşk, cesaret, tevekkül, şuur, vahdet, samimiyet, dürüstlük, fedakârlık, tevazu, ümit, vefa, diğerkâmlık ve memleket sevdasıdır. Kaybedenlerin rezillikleri ise; ihanet, iki yüzlülük, hile, entrika, takiye, korkaklık, tefrika, yalan, enaniyet, kibir, bencillik, asabiyet, taassup, yabancılaşma ve yalnızlaşmadır. Toplumsal ve kitlesel hareket olma bağlamında yine kazandıran; şeffaflık, doğallık, yerellik ve meşruiyet olmuş; gizlilik, kapalılık, örgütçülük ve gayr-i meşru teşebbüslerin tümü kaybettirmiş ve amaç-araç ilişkisi bağlamında tarihin çöplüğüne atılmıştır.

NİYETİN HÂLİS OLMASI, AMELİN DE MEŞRU OLMA ŞARTINA BAĞLIDIR  

15 Temmuz’un saklı zihniyet kodlarını açmaya başladığımız bu aşamada, niyetin hâlis olması ile amelin meşruiyeti arasındaki bağa dikkat çekmek, yaşanan sapmaların anlaşılması için büyük önem taşır; çünkü sadece iyi niyetle hareket etmek, her zaman doğru ve meşru sonuçlara ulaşmak anlamına gelmez. İslam’ın prensibi, kalbin saf olmasıyla birlikte atılan her adımın vahyin, aklın, hukukun ve ahlakın sınırları içinde olmasını zorunlu kılar.

Bazı kişilerin niyetlerinin iyi olabileceğini var saysak bile 15 Temmuz’un arkasında organize olmuş, küresel güçlerin hesapları ve tuzaklarıyla iç içe geçmiş art niyetli bir yapı bulunduğu açıktır. Bu planlayıcılar ve yönlendirenler, memleketimize ve gönül coğrafyamıza karşı düşmanlık besleyen, milletimizin ve ümmetimizin birlik ve dirliğini hedef alan karanlık güçlerdir. Ülkemize zarar veren esas sorumluların kasıtlı ve kötü niyetli olduğu, bu oyunun büyüklüğünü ve vahametini gözler önüne sermektedir.

“Ameller niyetlere göredir” hadisi, niyetin önemini vurgularken niyetin tek başına yeterli olmadığını; yolların, yöntemlerin ve araçların da İslam’ın ilke ve esaslarıyla tam uyumlu olması gerektiğini bizlere hatırlatır. Bu sebeple hem niyetin hem de amelin uyumu, manevi ve toplumsal hayatımızın temelidir. Niyetin hâlis olması ancak salih, sahih ve şer’î ölçülere uygun amellerle anlam kazanır. 15 Temmuz’da yaşananlar, bu ilkenin ne denli hayati olduğunu ve hak yolunda sapmaların ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini açıkça ortaya koymuştur. Hak ve hakikate ulaşmak için niyetin samimi ve amelin meşru olması, her müminin vazgeçilmez sorumluluğudur.

“FARZLAR ÜSTÜ FARZ” İDDİASI: SINIRLARI AŞAN BİR SAPMA

Farzlar, İslam’ın değişmez temel taşlarıdır; Allah Tealâ’nın kesin emriyle belirlenmiş, her Müslümana yüklenen açık sorumluluklardır. Namaz, oruç, zekât gibi farzlar, hem ferdî ibadetler hem de dinimizin kemik yapısını oluşturan ilahi emirlerdir. Bu farzların terk edilmesi, kişiyi hem manevi bir zayıflığa hem de toplumsal bozulmaya sürükler. Ne var ki, son dönemde bazı çevrelerin ve özellikle 15 Temmuz’u yaşatanların “farzlar üstü farz” şeklindeki söylemleriyle hem dini değerler bulanıklaştırılmış hem de bu değerlerin ardına saklanarak asıl farzlar göz ardı edilmiştir.

İslam’da hiçbir amaç, bir farzın terkine gerekçe olamaz ve haramı helal kılamaz. Buna rağmen bazı yapılar, kendi örgütsel veya ideolojik hedeflerini “farzlar üstü görev” olarak yücelterek yalanı, iftirayı, kul hakkı yemeyi ve zulmü meşrulaştırma cüretini göstermiştir. Dava adına yalan söyleyen, hizmet uğruna iftira atan, sözde büyük hedefleri için beş vakit namazı terk eden, Allah’ın sınırlarını görmezden gelen bu zihniyet, hakikatte dinin ruhuna ihanet etmiştir. Bu anlayış, “fazilet” görüntüsü altında büyük bir yozlaşmanın habercisidir. Peygamber Efendimizin: “Helal bellidir, haram da bellidir.” (Buhârî) hadisi, bu konuda çizgiyi net biçimde belirlemektedir. Din, hiçbir dünyevî çıkar uğruna eğilip bükülemez.

15 Temmuz gecesi, “hizmet” adıyla yola çıkıp farzları ihmal eden, haramları araçsallaştıran, halkın iradesine ve İslam’ın ahlak ilkelerine düşmanlık eden bir yapının, nasıl büyük bir felakete yol açtığına şahit olduk. “Farzlar üstü farz” söylemiyle halkı kandırmaya çalışanlar, Allah’ın hududunu çiğnemekten çekinmediler. Cinayet, bağy, iftira, fitne gibi büyük günahları kutsal bir amaca örtü yaptılar; oysa Allah’ın çizdiği sınırlar, hiçbir bahaneyle aşılamazdı. Gerçek mümin, emrolunduğu gibi dosdoğru yürür; farzlara sarılır, haramlardan sakınır ve İslam’ın ölçülerine sadakatle bağlı kalır. Dinin asıl yüceliği, Cenab-ı Hakk’ın emirlerine ve Resulünün sünnetine ittiba ile mümkündür. Kimse kendi hevesine, aklına, ictihadına göre yeni farzlar icat edemez, dine yük taşıtırcasına ona sonradan ilaveler yapamaz. Hak, yalnızca hak yolda yürüyenlerledir.

ALLAH’IN EMRETMEDİĞİNİ DİN DİYE YAZMAK: KURGULANMIŞ DİNDARLIK VE SONUÇLARI

”… Kendilerinin icat ettikleri ruhbanlığa gelince, biz onlara bunu emretmemiştik; sırf Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yapmışlardı, ama buna hakkıyla riayet etmediler. …” (Hadîd, 27)

Bu ayet-i kerime, Allah’ın emretmediği bir din anlayışını kendi arzularıyla inşa edenlerin, sonunda bu yapay inancın altında ezileceğini haber verir. Rabbimiz emretmediği halde, “kutsallık” vehmiyle kurgulanan ritüeller, yapılar ve metotlar, sahici dindarlığın yerine geçmeye çalıştığında sonuç daima hüsran olacaktır. Kelamullahın bu uyarısı, tarihî bir olaydan bahsetmekle kalmaz; aynı zamanda günümüz için de çok güçlü bir ikaz anlamı taşır.

15 Temmuz’a giden süreçte ortaya çıkan yapı, tam da bu ayetin işaret ettiği bir sapmayı sergilemiştir. Allah emretmediği halde, birtakım zorlama dinî kılıflarla kendi teşkilatlarını “tevhidin, ihlâsın, sadakatin merkezi” gibi gösterenler, zamanla dinin asli emirlerini gölgede bırakmış, hatta kendi uydurdukları sisteme itaat etmeyi “Allah’a itaat” gibi sunmuşlardır. Böylece kendi yazdıkları bir din anlayışını, Allah’tan gelmiş gibi göstererek hem kendilerini hem de bağlılarını hakikatten uzaklaştırmışlardır.

Oysa hakikat nettir: Allah’ın indirmediğini din diye takdim etmek hem ilahi iradeye karşı bir saygısızlık hem de insanları istismara açık hale getiren büyük bir fitnedir. Bu gibi yapay din anlayışları, dışarıdan bakıldığında ne kadar sözde parlak görünse de içinde hakikatin özü yoksa eninde sonunda çöker; zira sahte kutsallıklar üzerine bina edilen her şey yıkılmaya mahkûmdur. Bu gerçeği, asırlar önce bir gönül eri şu beyitle ne güzel dile getirmiştir:

“Gam değildir gide dünyâ kala dîn,
Gam odur ki kala dünyâ gide dîn.”

Evet, dünya gitse gam değildir; yeter ki din kalsın. Asıl korkulması gereken, dünya çıkarları uğruna dinin terk edilmesi, hakikatin tahrif edilmesidir. 15 Temmuz gecesi, dünya adına değil, din adına konuştuğunu sananların aslında dine ve hakikate en büyük ihaneti nasıl gerçekleştirdiğini acı bir şekilde göstermiştir.

AMACA ULAŞMAK İÇİN HER YOL MUBAH OLAMAZ

İnsanlık tarihi, “Amaç uğruna her yol mubahtır.” anlayışının yıkıcı sonuçlarıyla doludur. Bu Makyavelist düşünce, görünüşte yüce hedefler adına meşrulaştırılmaya çalışılsa da özünde ahlakî çöküşün, vicdanî yozlaşmanın ve toplumsal dejenerasyonun kapısını aralar; oysaki hakikat şudur: Bir gayenin kutsiyeti, onun peşinde koşarken izlenen yöntemlerin meşruiyetiyle ölçülür.

“Büyük dava”, “Vazgeçilmez mücadele” gibi söylemlerle yola çıkanlar, zamanla “sonuç odaklı” bir sapmaya düşebilir. “Zafer uğruna” yalan söylemek, “hizmet adına” haksızlık yapmak, “dava için” masumları feda etmek… Bunlar, hedefin büyüklüğünden ziyade ahlaki çürümüşlüğü gösterir. Araçların meşruiyeti, amacın meşruiyetinin garantisidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bir eylem, ancak hem niyetin hâlis hem de yöntemin sahih olmasıyla değer kazanır.

Peygamber Efendimiz, Mekke’yi fethetmek gibi en büyük hedefe ulaşırken bile savaş ahlakını, adaleti ve merhameti asla çiğnememiştir. Bugün “cihat” adı altında masumları öldürenler veya “hizmet” iddiasıyla kul hakkı yiyenler, bu ilkeyi ihlal etmektedir. 15 Temmuz darbe girişimi, “Amaç uğruna her şey yapılabilir.” zihniyetinin vardığı korkunç noktayı gözler önüne sermiştir. Hedef ne kadar yüce olursa olsun, yol haramla döşenmişse, varılan yer bir zafer değil, manevî bir hezimettir. Müslümanın duruşu, “mutlaka kazanmalıyım” değil, “hakkıyla kazanmalıyım” olmalıdır. Vicdanı susturarak elde edilen başarı, şeytanın zaferidir.

Zira Allah Teâlâ kesin bir dille emrder:

“Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı ve akrabaya yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl, 90)
"Ne olursa olsun kazanayım." diyenler, eninde sonunda kendileri kaybederler. "Hak yolda hak üzere yürüyenler" ise, belki hedeflerine geç ulaşırlar; ama şerefleriyle, imanlarıyla ve insanlıklarıyla menzile varırlar. 15 Temmuz bize gösterdi ki: "Kutsal amaç" iddiası, haram yöntemleri meşrulaştırmaz. Gerçek zafer, erdemli bir mücadelenin sonucudur. "Ve insan, ancak çabasının sonucunu alır." (Necm, 9) Çabanız hak üzereyse, sonuç da Hakk’ın yardımıyla hak olacaktır.

“SADECE BİZ” YAKLAŞIMIYLA PARÇAYI BÜTÜN ZANNEDEN, BÜTÜNÜ PARÇALAR

Üstat Sezai Karakoç'un yerinde tespitiyle: "Hayata 'sadece' diyerek bakanlar, hakikati parçalarlar." Bu daraltıcı bakış açısı, İslam'ın kuşatıcı dünya görüşünü yaralayan bir virüstür. Tarih, bu indirgemeci zihniyetin doğurduğu felaketlerle doludur:

Sadece inanç diyenler ruhbanlığı,
Sadece emek diyenler komünizmi, 
Sadece para diyenler kapitalizmi, 
Sadece akıl diyenler pozitivizmi, 
Sadece cihad diyenler zehir saçan örgütleri,
Sadece Kur'an diyenler Sünnet muhalifliğini, 
Sadece "biz" diyenler ise taassup bataklığını, asabiyeti ve fanatizmi çıkarttılar..

"Şuculuk-buculuk" hastalığı, aidiyetleri tabulaştıran bir virüstür. Kavmiyetçilik, bölgecilik, mezhepçilik, cemaatçilik, particilik gibi dar kalıplar; hakikati tekeline alma küstahlığını, diğer müminleri ötekileştirme cüretini, nihayetinde İslam'ın evrensel potasını paramparça eden bir zihniyeti besler.

Kur'an-ı Kerim’de belirtildiği üzere hakiki mümin: İmanla ameli, tevekkülle tedbiri, dünyayla ahireti, emekle hukuku, parayla ahlakı, ben ile biz’i … hem hem ile aynı anda kuşanan denge insanıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret ettikten sonra sadece bir cami inşa etmekle kalmamış, aynı zamanda bu şehri sosyal, ekonomik ve manevi anlamda da inşa etmiştir. Medine’deki mescit, sadece ibadet edilen bir yer değil, aynı zamanda toplumun sosyal hayatının merkezi haline gelmiştir. Burada her türlü eğitim verilmiş, manevi derslerle birlikte pratik hayatın ihtiyaçlarına yönelik çözümler üretilmiştir.

Peygamberimizin en önemli prensiplerinden biri, dinin dünya işlerinden ayrıştırılmadan dünyevi işlerin ahlaki bir sorumluluk taşıması gerektiğidir. Bu bakış açısını en açık şekilde Medine'de kurduğu pazar yeriyle göstermiştir. Mescidin hemen yanında pazarı kurarak ticaretle ilgili temel kuralları ve ahlaki sorumlulukları da topluma öğretmiştir. Zikrullahın ve ticaretin birbirini dışlamadığını, her ikisinin de insan hayatının bir parçası olduğunu göstermiştir. Ticaret yaparken adaletin, doğruluğun ve dürüstlüğün esas olması gerektiğini vurgulamış, faiz ve haksız kazanç gibi zararlı uygulamalara karşı çıkmıştır. Hem dünyayı hem de ahireti dengeyle yaşamanın önemini, bu şekilde pratikte ortaya koymuştur. O, insanlara ibadet etmenin yanı sıra doğru bir şekilde dünyada da yer edinmeyi, adaletli ve dürüst bir şekilde yaşamayı öğretmiştir. Bu anlayış hem dünyevi başarıyı hem de ahiretteki kurtuluşu beraberinde getiren bir hayat tarzı sunmaktadır. Evet bu denge; imanla amelin, dünyayla ahiretin, emekle hukukun ve parayla ahlakın birbirini tamamladığı bir hayat anlayışını ifade eder.

15 Temmuz'un kodlarındaki virüslerden biri "Sadece biz" anlayışıdır. Darbeci zihniyetin beslendiği kaynaklardan biri bu indirgemeci bakıştı: "Sadece bizim hareketimiz en hak, en doğru" iddiası, "Sadece bizim lider kurtarıcı" sapkınlığı, "Sadece bizim yolumuz meşru" küstahlığı... Oysa İslam'da makamlar ganimet değil emanettir, güç araç değil sorumluluktur. 

İstikamet üzere yaşanacak bir hayat için: "Sadece"yi değil "hem hem"i kuşanmalı,
hakikati tekelleştiren her iddiayı reddetmeli, ümmetin farklı renklerini zenginlik bilmeli.

Parçayı bütün sananlar, bütünü parçalarlar. Gerçek kurtuluş ise İslam'ın bu bütüncül, kapsayıcı ve kuşatıcı dengesini kuşanmaktan geçer.

TAKİYECİLİK VE GİZLİLİK: İSTİKAMETİN ÖRTÜLEN YÜZÜ

Takiyecilik; yalnızca bir yöntem ya da strateji değil; hakikatin üzerini örten, şahsiyeti aşındıran ve ilke ile değerleri araçsallaştıran tehlikeli bir anlayıştır. Sözüyle özü farklı olan, gerçek niyetini gizleyip başka yüzler takınan bir insan, zamanla kendi benliğini de yitirir. Kur’an-ı Kerim, Müslümana bu çelişkiyle değil, istikametle yaşamayı emreder: “O halde, emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) Şairane bir nasihatle: 

“Korkma düşmandan ki âteş olsa yandırmaz seni
Müstakim ol Hazret-i Allah utandırmaz seni”

Doğruluk, hem bir davranış biçimi hem de Allah katında sadakat göstergesidir. Takiyye ise bu sadakati bozan, güveni dinamitleyen, dürüstlüğü zedeleyen bir sapmadır. 

Resulullah Efendimiz her şartta hakikatin yanında durmuş, asla gizlilik ve hileye dayalı yolları tercih etmemiştir. Onun rehberliğiyle şekillenen Medine toplumu, açık sözleşmelere, istişareye ve hesap verebilirliğe dayanarak kurulmuştur. Bu da gösterir ki İslam, niyette, davranışta, sözde ve yöntemde netlik ister. Ehl-i sünnet çizgisi, takiyyeyi hiçbir zaman meşru görmemiş, onu ikiyüzlülük ve içten pazarlıklı davranmak olarak nitelendirmiştir. Bu tavır, münafıklık alameti sayılmıştır. Nitekim Peygamberimiz, “Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir” (Buhârî, Îmân, 4) buyurarak güvenilirliğin bir Müslüman için ayrılmaz bir vasıf olduğunu bildirmiştir.

Takiyecilik bu güveni yok eder; kişinin şahsiyetine ve toplumsal dokunun bütünlüğüne zarar verir. Gizli ajandalarla hareket eden bir yapı, istikameti kaybeder; çünkü istikamet, doğru fikirle, doğru yolla ve doğru yöntemle kazanılır. Hakikat, karanlıkta saklanmak şöyle dursun, açıkta, sadakat ve emanet duygusuyla yaşanarak korunur. Dosdoğru olmak emir, güvenilir olmak ise imanın gereğidir. Takiyye ile hakikat korunmaz, istikamet yürütülmez. Yürünmesi gereken yol, dürüstlüğün, şeffaflığın ve ahlaki kemalin yoludur.

MUTLAK İTAAT KÜLTÜRÜ İLE MANKURTLAŞTIRMAK

İslam’ın emrettiği itaat ile modern çağın dayattığı kör itaat arasında büyük bir fark vardır. Peygamber Efendimizin öğrettiği itaat, müminin akıl ve vicdanıyla harmanlanmış, eleştirel bilinç taşıyan bir teslimiyettir. Oysa mutlak itaat kültürü, genç zihinleri “düşünmeyen, sorgulamayan” birer makineye dönüştürür. İtaat, emirleri yerine getirmekle birlikte doğru bir amaç ve ahlaka dayanan bilinçli bir yolculuktur.

Sahabe döneminde istişare kültürü ön plandaydı; ne var ki sonraki yüzyıllarda başlayan “kayıtsız şartsız itaat” sapması, İslam’ın ruhuyla bağdaşmaz. Çünkü “Hâlika isyanda mahlûka itaat yoktur.” prensibi net bir çizgi çizer. Aynı şekilde, Peygamberimiz buyurmuştur ki: “Müslümanın diğerine itaati, ancak maruf işlerdedir.” (Müslim)
Bu sınırın aşılması, zulme rıza göstermek anlamına gelir ki İslam’da bu da “zulme ortak olmak” olarak değerlendirilir (İbn Mâce).

Bugün ne yazık ki bazı yapılarda gençleri Cengiz Aytmatov’un ifadesiyle mankurtlaştıran bir mekanizma işliyor. Kimliksizleştirme, eleştirel düşünceyi susturma, korku kültürüyle disiplin sağlama ve robotik davranış kalıpları oluşturarak sormayan, soruşturmayan kitleler yetiştiriliyor. 15 Temmuz darbe girişiminde “Yukarısı öyle emretti.” denilerek körü körüne teslimiyetin nasıl tehlikeli sonuçlar doğurabileceği acı şekilde görüldü. “Büyük resim” adı altında ahlaki çöküşün meşrulaştırılması, eleştirenlerin “hain” ilan edilmesi toplumsal travmaya yol açtı. Bu, mutlak itaat kültürünün en tehlikeli tezahürüdür ve İslam’ın ilke ve prensipleriyle taban tabana zıttır.

Çözüm, gençliği bu mankurtlaşmadan kurtarmaktır. Şeffaflığı esas alan, soru sorma alışkanlığı kazandıran, gerektiğinde hayır diyebilen, eleştiriye açık bir eğitim modeli şarttır. “Sorgulayan sadakat” anlayışını yerleştirmek, lider kutsamacılığına karşı kurumsal bağlılık ve fıkhî ölçülerle sınırlanmış itaat bilincini güçlendirmek gerekiyor. Gerçek itaat, sadece Allah’ın rızasını gözeten şuurlu teslimiyettir.

15 Temmuz, kör itaatle yetişen nesillerin medeniyet değerlerine ne denli zarar verebileceğini tüm çıplaklığıyla gösterdi. Gençliği, “Hak bildiğin yolda yalnız da olsan yürüyeceksin.” cesaretine kavuşturmak, bu ümmetin en acil borcudur.

DİNİMİZİN TEMEL KAVRAMLARI TAHRİF EDİLİRSE…

Dinin özüyle bağını koparan her istismar, hakikatin üzerini örten bir perdeye dönüşür. FETÖ’nün yıllarca sürdürdüğü sinsi faaliyetlerin temelinde, İslam’ın asli kaynaklarının çarpıtılması ve dinî kavramların içinin boşaltılarak araçsallaştırılması yatıyordu. “Hizmet” gibi güzel bir kelime üzerinden örgütsel sadakat inşa edildi; “cemaat” adı altında mutlak itaate dayalı bir yapı kuruldu. “Rüya”, “ilham”, “mukaddes dava” gibi kavramlar üzerinden eleştiriye kapalı, sorgulanamaz bir lider kültü inşa edildi. “İhlas”, “takva”, “tevazu” gibi kavramlar ise şekle indirgenerek istismar edildi, adeta birer görünüm perdesi hâline getirildi. Böylece dinin sahih kaynakları değil, bu kaynakları kendi çıkarına göre eğip büken bir akıl, insanları yönlendirmeye başladı.

Bu tür yapılar, dinin ruhuna aykırı bir şekilde, kelimeleri gerçek anlamlarından uzaklaştırarak yeni bir dil ve zihin inşasına girişir; oysa biz biliyoruz ki her kelime, sadece bir ses değil, bir medeniyetin taşıyıcısıdır. Kavramlarımız tahrif edildiğinde düşüncelerimiz de tahrif olur; düşünce çarpıtıldığında ise amel çürür, niyet bulanır, yön şaşar. Bu yüzden sağlam bir fikrî temel inşa etmek, önce kelimeye ve kavrama sahip çıkmakla mümkündür.

Bugün yapılması gereken, İslam’ın asli kavramlarını yeniden asıl yerlerine oturtmak ve müstakim (doğru, istikamet üzere olan), muktedir (güçlü, kudretli), muteber (geçerli, saygın) ve mutedil (dengeyi koruyan) bir din dilini sahih kaynaklardan beslenerek gençlerin de anlayacağı bir formla sunmaktır. “Şefkat” diyerek zulmedenlere, “hikmet” diyerek sinsiliği meşrulaştıranlara, “sadakat” diyerek kör itaati kutsayanlara karşı durmak, bu kavramların hakiki anlamlarına dönmek zorundayız; çünkü bir milleti içeriden çökertmeyi planlayanlar, önce kelime ve kavramları tahrif ederler. Düşüncemizi ve inancımızı korumak, kelimelerimizi korumaktan geçer. Sahih kaynaklara bağlılık, istismara karşı en sağlam kalkandır.

Unutmamalıyız: Medeniyetimizin yeniden inşası; başkalarının diliyle değil, kendi kültür ve medeniyet havzamızın kavramlarıyla inşa etmeliyiz. Zihinlerin işgaline karşı verilecek en etkili mücadele, kelimelerimizi aslına döndürmek ve onları hakikatle yeniden buluşturmaktır. 

ENANİYET VE KİBRİN YOL AÇTIĞI GÜÇ ZEHİRLENMESİ

Kur'an-ı Kerim'in "Yeryüzünde böbürlenerek yürüme!" (İsra, 37) emri, insanın en büyük imtihanına işaret eder: güç zehirlenmesi. Bu zehir, enaniyet (benliğin tabulaştırılması), kibir (başkalarını küçümseme) ve ucb (kendini beğenmişlik) üçgeninde gelişen ölümcül bir hastalıktır. Bu hastalık, sadece ferdî anlamda değil, toplumsal düzeyde de derin tahribatlara yol açar. Güç zehirlenmesi, insanın kendi değerini, başkalarının değerlerinin önüne koyarak hakikate ve gerçek büyüklüğe ulaşma yolunu engeller.

Tarihin tekerrür eden dersi şudur ki: Kibrin sonu çöküştür. Firavun'un: "Ben sizin en yüce rabbinizim!" (Naziat, 24) sapkınlığı, Karun'un servetle şımarması (Kasas, 76-82) ve Ebu Cehil gibi kibirli cahillerin: " Hayır! Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli gördüğü için çizgiyi aşar." (Alak 6-7) müstağni hali… hepsi de kibrin insanı nasıl da hakikate kör ettiğinin ibret levhalarıdır. Bu tarihi örnekler, kibirli bir zihniyetin insanı, sadece maddi başarı ve güç peşinden sürüklemekle kalmayıp manevi çöküşe de yol açtığını gösterir. Kibrin, insanın düşünce ve eylemlerini daraltarak yalnızca kendi çıkarlarını ve hırslarını ön plana çıkarmasına sebep olur. Hacı Bayram-ı Veli’nin ifade ettiği gibi: “Kibir bele bağlanan taş gibidir, onunla ne yüzülür ne de uçulur.”

15 Temmuz darbe girişiminin arka planında yatan psikoloji, bugün hala güncel tehlikeler taşıyor. Bu zihniyetin özünde "Biz seçilmişleriz" kompleksi yatıyor. Bu anlayış, eleştiriyi ihanet sayan totaliter bir zihniyetin temellerini attı. Dini otoriteyi şahsi iktidara alet etme ve hizmeti değil, hükmetmeyi amaçlama, bu tür anlayışların başlıca özellikleridir; oysa İslam, her türlü güç iddiasının arkasında Hakk’ın hatırını, milletin ve ümmetin menfaatlerini gözetmeyi emreder.

Ucb tuzağı, ibadeti ego aynasında görmektir. Hacı Bektaş-ı Veli'nin "Hararet nardadır, sacda değildir. Keramet baştadır taçta değildir. Her ne arar isen kendinde ara! Kudüs'te, Yemen'de hacda değildir." sözleri, insanın en büyük kerametinin kendi içine bakması, kendini bilmesi gerektiğine işaret eder; ancak, bazı kişiler, "Bizimkiler en doğrusunu bilir." anlayışıyla, kendilerini diğer müminlerden üstün görerek başkalarını "eksik mümin" olarak yaftalayabiliyor. Bu zihniyet, amelleri Allah rızası yerine grup çıkarlarına endekslemektedir. Bunun en büyük tehlikesi de insanın özellikle de liderlerin kendisini beğenmesiyle başlayan ucb halidir. Ucb, kendini beğenmenin ve bu beğeniyi başkalarına karşı bir üstünlük olarak görmenin adıdır. Gerçek ibadet, yalnızca Allah'a samimiyet ve tevazu içinde kul olmakla şekillenir. Kendini beğenmek, amellerin doğru yolunu kaybettirir ve insanı gerçekte hakikatten uzaklaştırır. İnsan ne kadar yüce olursa olsun, tevazuyu elden bırakmamalıdır. 

Kibir ve ucb virüslerinden arınma, insanın nefsini terbiye ve tezkiye etmesiyle mümkündür.  Bu da dört basamaktan oluşur: Birinci basamağı, Murakabe oluşturur; yani insanın her an Allah’ın gözetiminde olduğunu bilerek hareket etmesidir. İkinci basamak Muhasebedir; yaptıklarının gerçekten Allah için olup olmadığını sorgulamaktır. Üçüncü basamağı, Muazene yani "Ben kimim ki?" diyebilme erdemidir. Son basamağı ise, Mücahededir; nefisle mücadele etme, insanın kendi egosunun ve kibir duygusunun farkında olarak başta nefsine sonra da dıştan gelen saldırılara karşı direnmektir.

Güç zehirlenmesine maruz kalmamak için tevazuyu kuşanmak gerekir. 15 Temmuz bize öğretti ki; dini terminolojiyle süslenmiş enaniyet, en tehlikeli put olabilir. Gerçek kulluk, "Lebbeyk" diyerek kendini Allah’a adayabilmek; makamı, mevkiyi, gücü değil, Hakk’ın ve halkın hizmetkârı olmayı önceleyebilmektir. "Ben" değil, "Biz" diyebilmek, ama asla “Sadece Biz” dememektir. Tevazu, insanın en büyük erdemlerinden biridir; çünkü tevazu, gerçek büyüklüğü ve değeri iç derinlikte aramaktır. Kibir kalesinde oturanlar, eninde sonunda o kaleden düşerler; çünkü "Allah kibirlenenleri asla sevmez." (Nahl, 23). Peygamber Efendimizin müjdesiyle: “Tevazu gösterenleri Allah yüceltir.” Gerçek büyüklük, başkalarını küçümsemek değil, tevazu sahibi olmaktır. Tevazu, insanı hem dünyada yücelten, izzet ve itibar kazandıran bir değerdir ve en sonunda Allah’ın rızasını da kazandıracak olan erdemdir. 

KUR'AN VE SÜNNET'İN ÖNÜNE KİMSEYİ GEÇİRMEMEK 

Hucurat Suresi'nin ilk ayeti, İslam'ın temel paradigmasını belirleyen bir uyarıdır: "Ey iman edenler! Allah ve Resulü'nün önüne geçmeyin..." (Hucurat,1). Bu ayet-i kerime, Müslüman şuurunun olmazsa olmazını ortaya koyar: Vahiy ve Sünnet, her türlü beşerî görüşün üzerinde mutlak otoritedir.

Kur’an-ı Kerim’de: "Kim resule itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse, (bilsin ki) biz seni onların üzerine muhafız olarak göndermedik." (Nisa, 80) buyrulurken "Sadece Kur'an" diyerek Sünnet'i devre dışı bırakanlar, hadisleri farklı bahanelerle reddedenler ve "çağdaş yorum" adı altında nassları tahrif edenler, aslında kendi akıllarını, heva ve heveslerini Kur’an’ın ve Sünnet’in önüne geçirme kaprisi ile büyük bir sapmanın içine düşmektedirler. 

Cemaat liderlerini "masum" ilan etme sapkınlığı, söylemlerini dini hükümlerin önüne geçirme ve modernist yorumlarla nassları içi boşaltılmış kavramlara dönüştürme gibi anlayışlar, İslam'ın asıl kaynaklarını çarpıtmaktadır. 

İslam’ın doğru anlaşılması için kaynaklar hiyerarşisine uygun hareket edilmelidir: Kur'an, Sünnet, İcma, Kıyas… Tahkik şuuruna sahip olmak, soru sormak ve bütüncül yaklaşımı benimsemek gereklidir. 

Darbe girişiminin arkasındaki zihniyet, kendi örgüt yapısını "alternatif dinî otorite" olarak sunmak, lider sözlerini hadislerle eşdeğer tutmak ve eleştiriyi "dinden çıkma" olarak yaftalamak gibi batıl yolları tercih etmiştir. Bu tür bir sapma, toplumsal anlamda derin yaralar açar ve dini değerlere olan güveni sarsar. Her dönemde; camiden kopan, kendi cumasını kendi mekânında kılan, kendi takvimiyle kendi ibadet vakitlerini tayin eden, her bir ameli kendi belirleyen, bulunduğu toplumun genel teamüllerinden kopanlar; paralel bir din anlayışına sürüklenip İslam’ın özüne aykırı şekilde toplumu bölmeye ve dağılmaya götürebilirler Allah esirgesin.

APAÇIK HÜKÜMLER DURURKEN BATINÎ YORUMLARDAN BESLENMEK

Kelamullah’ın apaçık hükümleri, toplumu bir arada tutan, doğruyu ve yanlışı açıkça belirten ilkeler olarak temel değerlerdir. Bu hükümler, ahlaki, dini ve toplumsal doğruları net bir şekilde ortaya koyar ve insanların doğru bir yolda ilerlemeleri için muhkem bir temel sağlar; ancak batınî yorumlar, bu açık hükümleri ve hakikatleri saptırarak yalnızca belirli bir kesimin çıkarlarına hizmet eden, yanıltıcı ve manipülatif bir anlayış ortaya koyar. Batınî yorumlar, dıştan bakıldığında doğruymuş gibi görünse de özünde hakikatten saptırır ve insanları yanıltır.

Zahirî anlamı öne çıkartarak dini anlayışları ayet ve hadislerin temel anlamlarına göre şekillendirmek nasıl harici zihniyetleri ortaya çıkarma tehlikesi taşıyorsa, batınî ve iş'arî anlamlara göre din anlayışı oluşturmak da aynı şekilde bidat ve hurafelere götürebilir Allah korusun. Batınî yorumların en tehlikeli yönü, onları kabul edenlerin, apaçık hükümler yerine bu yanıltıcı yorumlara dayalı hareket etmeye başlamalarıdır. Bu durum, insanları inançlarının özünden sapmalarına ve toplumsal düzenin temel ilkelerinden uzaklaşmalarına sebep olur. Apaçık hükümler, herkes için anlaşılır ve açık olan, zamanla test edilip doğruluğu ispatlanmış kurallardır; ancak batınî yorumlar, çoğu zaman karmaşık ve kapalılık içinde gizlenmiş olup sadece belirli bir kesimin ya da grubun anlayışına hitap eder. Bu hem ferdî hem de toplumsal düzeyde büyük bir yanılgıya yol açabilir. 

Batınî yorumlarla beslenenler, doğruyu ve gerçeği bulma yolunda sapmalar yaşar; zira aslında gerçeği daha karmaşık ve anlaşılması güç bir hale getirerek insanların zihnini ve manevi dünyalarını karıştırır. Bu durum, toplumsal yapıyı da tehdit eder; çünkü bu yorumlara inananlar, açıkça ortada duran doğruları göz ardı eder ve sonuçta toplumsal yapıda ciddi bir sapma oluşur.

RÜYA VE YAKAZALAR ÜZERİNE DİN BİNA EDİLEMEZ

Rüyalar ya da yakaza halinde yaşanan haller, irfan geleneğinde yalnızca kişiyi bağlayan manevi hallerdir. Peygamberlerin sadık rüyaları dışında hiçbir rüya, bilgi değeri taşımaz ve herhangi bir hareket için delil olarak kullanılamaz. Rüyasında Peygamberimizle görüştüğünü ya da ondan mesajlar aldığını iddia etmek ve bu iddialarla başkalarını yönlendirmek, şer'î hükümlere aykırıdır ve kesinlikle reddedilmesi gereken bir anlayıştır. Özellikle, bu tür manevi hallerin açık şer'î hükümlere aykırı olması ya da başkaları üzerinde bir üstünlük ve tahakküm aracı haline getirilmesi, büyük tehlike arz eder. Rüya ve yakaza gibi manevi halleri paylaşarak bunları başkalarına bir üstünlük alanı oluşturmak hem kişinin manevi yolculuğunu yozlaştırır hem de toplumda ayrımcılığa ve hakikatin sapmasına sebep olur. Bu tür yaklaşımlar, toplumu bölmek ve insanları aldatmak amacıyla kullanılmamalıdır.

MEHDİLİK VE MESİHLİK ANLAYIŞININ İSTİSMARI

Tarih boyunca neredeyse her asırda Mesihliğini ya da Mehdiliğini ilan eden kişiler zuhur etmiş, büyük felaketlere ve kaoslara sebep olmuşlardır. Birilerinin kendinde mehdilik vehmederek dünyevî çıkarları ve şahsî ihtirasları doğrultusunda manevi değerleri suistimal etmesi hem dini değerleri saptırır hem de toplumsal huzuru tehdit eder. Mehdilik ya da Mesihlik anlayışını bir halkı veya toplumu yönlendirme, kitleleri etkileme veya siyasi gücü ele geçirme amacıyla kullanmak, inancı istismar etmek demektir. Böyle bir sapma, toplumu sarmalayan bir güven kaybına, kimlik krizine ve nihayetinde toplumsal bir felakete yol açabilir.

Kendini mehdi olarak gösteren ya da liderine mehdilik atfeden kişiler, zamanla körleşir, sağırlaşır ve üstünlük iddialarıyla pek çok hezeyanı keramet olarak algılarlar. Bu tür kişiler, hakikati ve gerçeği algılama yetilerini kaybeder, sadece kendi doğrularını kabul ederler ve dışarıdan gelen eleştirileri reddederler. Gerçekleri görmek yerine, yalnızca kendi vehimlerini mutlak doğru kabul ederler ve bu da onları manevi bir körlüğe iter. Bu körleşme süreci, zamanla sağırlaşmaya dönüşür. Kendi doğrularının dışında hiçbir şeyi duymamaya, anlamamaya başlarlar. Üstünlük iddiaları, bu sürecin bir parçasıdır. Kendilerini ya da liderlerini yüksek bir pozisyonda görür, hataları ya da olumsuz durumları hikmet ya da keramet olarak nitelendirirler; oysa gerçek Allah dostlarının ifade ettiği gibi hakikatte “En büyük keramet, istikamettir.”

ŞAHISLARA DEĞİL, İLKE VE DEĞERLERE BAĞLILIK ESAS OLMALIDIR

Sağlam bir toplumsal yapının ve sağduyulu bir insanın en belirgin vasfı, şahıslardan ziyade ilkelere ve değerlere bağlılık göstermesidir; zira insanlar fanidir, değişir, hata yapar, zamanla yıpranabilir. İlkeler ve değerler ise doğru biçimde temellendirilmişse zamana ve zemine karşı daha dirençlidir. Bir toplumu ayakta tutan şey, karizmatik lider figürlerinden ziyade herkesin üzerinde uzlaştığı adalet, dürüstlük, liyakat ve merhamet gibi temel değerlerdir. Bu değerler, şahısların ötesinde bir rehberlik işlevi görür; yönümüzü tayin eder, kararlarımızı ahlaki zeminde tutar.

Şahıslara körü körüne bağlılık, zamanla hakikatin üzerini örten, eleştiriyi yok eden ve yanlışları meşrulaştıran kör bir alana dönüşür. Böyle bir bağlılıkta sorgulama değil, biat esastır. Oysa İslam geleneği bize Hz. Ömer gibi bir halifenin bile halkın karşısında hesap vermekten kaçınmadığı, doğruya “doğru”, yanlışa “yanlış” denebildiği bir örneklik sunar. Bu örnek bize gösterir ki, sadakat kişiyle değil, onun temsil ettiği hak ve adalet ilkeleriyle olmalıdır. Öyle ya şahıs gider, dönem biter; geriye ya şerefli bir bağlılık ya da pişmanlık dolu bir sessizlik kalır.

PEYGAMBERLER DIŞINDA HİÇ KİMSE MASUM DEĞİLDİR

Peygamberler Allah tarafından seçilmiş, özel bir görevle donatılmış müstesna öncülerimizdir. Onlar, insanlara doğru yolu göstermek ve Allah’ın mesajlarını iletmekle yükümlüdür. Onlar ismet sıfatına sahip olarak günahlardan korunmuşlardır.

Peygamberlerin masumiyeti, Allah’ın onlara verdiği özel bir ayrıcalıktır. Onlar, sadece Allah’ın kelamını doğru ve eksiksiz bir şekilde insanlara iletmiş, aynı zamanda insanlık için en güzel örnek olmuşlardır. 

Peygamberler dışında hiç kimse masum değildir; her insan hata yapabilir ve insanın doğasında hata yapmak vardır. İnsanlar, bu hatalarından ders alarak doğru yolu bulmaya çalışırlar. Bir insan, ne kadar erdemli olursa olsun, hatalarından arınmış değildir. Bu anlayış hem bireysel hem de toplumsal düzeyde büyüklük ve olgunluk anlamına gelir. İslam, insanları hata yapmaya yatkın varlıklar olarak kabul eder ve her insanın hatalarının olduğu kabul edilerek bu hatalardan dersler çıkarması gerektiğini öğretir.
Liderinde masumiyet ve masuniyet olduğu iddiası, o kişinin hata yapma ve ders alma gerçeğinden uzaklaştığını gösterir. Bir liderin hatalarını hikmet olarak görmek, onun insan olduğunu ve hata yapma potansiyeline sahip olduğunu göz ardı etmek demektir. Bu tür bir yaklaşım, lideri ilahi bir varlık gibi görmek ve onun hatalarını, topluma yanlış bir şekilde haklı göstermek için kullanılan tehlikeli bir zihniyetin ürünüdür.

DÜŞÜNCEDEKİ SAPMA GENİŞ AÇILARLA BÜYÜK SAPMALARA GÖTÜRÜR

Merhum Başbakan Erbakan’ın yaptığı bir benzetme, düşüncedeki en küçük sapmanın harekette ve kitlelerde büyük sapmalara yol açabileceğini anlatan önemli bir metafordur: “Dünyadan Ay’a gönderilen bir füze nasıl ki hedef açısından bir milimlik bir sapma bile gösterirse, bu açı giderek büyüyecek ve neticede o füze Ay’a değil başka bir gezegene çarpıp parçalanacaktır.”

Düşüncedeki sapmalar, başlangıçta fark edilmeyebilir; ancak zamanla bu küçük yanlışlar, şahısların veya grupların tüm hareketlerini ve hedeflerini etkileyebilir. Özellikle ideolojik ve manevi temelleri zayıf olan yapılar, bu tür sapmalara daha yatkındır. Fikrî plandaki sapmaların en tehlikeli yönü, başlangıçta masum ve zararsız görünen bu hataların, zamanla büyük toplumsal ve manevi krizlere yol açabilmesidir. Bu sebeple düşüncedeki en küçük sapmalar bile ciddiyetle ele alınmalı ve büyümeden düzeltilmelidir.

Gandhi'nin meşhur sözü, hikmet kabilinden ölçü alınarak bu durumu daha iyi anlamamıza yardımcı olur: “Düşüncelerinize dikkat edin, sözleriniz olur; Sözlerinize dikkat edin, davranışlarınız olur; Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınız olur; Alışkanlıklarınıza dikkat edin, karakteriniz olur; Karakterinize dikkat edin, kaderiniz olur.” Bu söz, düşüncenin ne kadar önemli olduğunu ve her türlü sapmanın, düşüncelerden başlayarak toplumsal yapıya ve sonrasında kişilerin kaderine nasıl etki edebileceğini gözler önüne serer.

Düşüncedeki sapmalar, zamanla davranışlara yansır, alışkanlıkları oluşturur ve bu alışkanlıklar, insanların karakterini ve nihayetinde kaderini şekillendirir. Bu bağlamda  düşüncenin sahihliği ve sıhhati, toplumların sağlam temeller üzerine kurulabilmesi için kritik bir öneme sahiptir.

PERGELİN İĞNELİ AYAĞINI DOĞRU YERE SABİTLEMEK

Mevlâna, "Pergelin iğneli ayağı sabittir benim dinimde, ama diğer ayağıyla yetmiş iki milleti dolaşırım." derken insanın manevi değerleri ve sabit inançlarının, dış dünya ile olan ilişkisini nasıl şekillendirdiğini ifade ediyordu. İman, kişinin kalbinde sabitlenmiş, değişmeyen bir merkez gibidir. Bu merkez, insanı dünya ile olan yolculuğunda sağlam tutar; ancak, diğer ayağı serbesttir, bu serbestlik, insanın çevresini, toplumları ve kültürleri keşfetmesine imkan tanır. Mevlâna’nın bu sözündeki anlam, inançların, sabit bir merkez olarak insanı doğru yere bağlı tutarken çevresindeki insanları ve dünyayı anlamak için yol almasının gerekliliğidir.

Mimar Sinan’ın da benzer şekilde söylediği gibi, "Tıpkı bir pergel gibi bir ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözlemledim, yay çizerek görgümü artırmak için diyarlar gezdim." Sinan, bir sanatçı olarak kendi tasarım sürecinde bir merkezden hareketle dış dünyayı keşfetmenin, insanı ve sanatını geliştirmede nasıl önemli bir rol oynadığını vurgulamıştı.  Pergelin sabit ayağı, kişinin özüdür, değişmeyen temel değerleridir. Diğer ayağı ise hareketlidir; dış dünyaya açılma, öğrenme, keşfetme ve insanla iletişim kurma yoludur.

Eğer pergelin iğneli ayağını kendi kültür ve medeniyet değerlerinize, ailenize, vatanınıza değil de başka bir kültüre ya da ülkeye sabitlerseniz o zaman merkez kaybolur ve çizilen yay, yönsüz bir şekilde dağılmaya başlar. Bu da kişisel ve toplumsal bozulmalara yol açar. Sabit inançlar ve değerler, insanı sağlam tutan bir köprüdür. Bu inanç, dünyaya açılan kapıları elbette genişletmeli, diğer insanlarla ve farklı kültürlerle buluşturmalı; ancak bu buluşmalar, değerlerimize, kültürümüze ve medeniyetimize zarar vermemeli, aksine zenginleştirici olmalıdır. Aksi takdirde, kimlik kaybı ve manevi çöküşle sonuçlanabilir. İnsan, değerlerinden sapmadan dünyayı keşfetmeli, kendi kimliğini kaybetmeden farklılıkları anlamalıdır. Bu dengeyi kurabilen toplumlar hem kültürel hem de toplumsal olarak sağlıklı bir şekilde ilerler. 

AİLE BAĞLARINI, MİLLET VE ÜMMET AİDİYETİNİ KOPARTAN HER TELKİNİN SONU HÜSRANDIR

İnsan; varlığına vesile olan, büyümesine katkı sağlayan, kişiliğini şekillendiren en temel birim olan ailesi ile ait olduğu ve kimlik kazandığı vatanla, milletle ve ümmetle güçlü bir bağa sahip olduğunda sağlam bir temele oturur. Aile, kişinin ilk okuludur; burada sevgi, saygı, güven ve sorumluluk gibi değerler öğrenilir. Aynı şekilde millet ve ümmet de bir insana kimlik kazandırır; vatan ise insana itibar kazandıran, değerlerini koruduğu ve kültürünü yaşadığı topraklardır. Bu aidiyetler, insan için sadece birer kavram değil, aynı zamanda onun ruhî ve toplumsal sağlığının teminatıdır.

Aile bağlarını zayıflatmak, millet ve ümmet aidiyetini sorgulamak ya da koparmak, insanı yalnızlaştırır ve kimlik bunalımına sürükler. Her telkinin, bu bağları zayıflatmaya yönelik olması, insan üzerinde yıkıcı etkilere sebep olur. Bu, yalnızca toplumsal huzurun değil, aynı zamanda manevi sağlığın da tehdit altına girmesidir. Güçlü aile yapıları, millet aidiyeti ve ümmet bilinci, bir toplumun temel taşlarıdır ve bu temelleri sarsmak, tüm yapıyı çökertir.

Aile bağlarını, millet ve ümmet aidiyetini koparmaya yönelik her türlü telkin, insanları kendi özlerinden uzaklaştırır ve toplumsal yapıyı tahrip eder. Bu sapmalar, uzun vadede insanlar ve toplumlar için büyük bir kayıp ve hüsranla sonuçlanır. Toplumun ruhunu ve direncini sağlayan, bu değerler etrafında birleşen bir bilinç ve aidiyetle geleceğe umutla bakmak, ancak bu temel bağların güçlendirilmesiyle mümkündür. Bu bağlar, sadece kişisel bir güvence değil, aynı zamanda toplumun, milletin ve ümmetin varlığını sürdürebilmesinin teminatıdır.

ÜMMETİN DERTLERİYLE DERTLENMEK VE ZALİMLERE KARŞI OLMAK

Ümmet olmak, büyük İslam ailesinin bir ferdi olmaktır. Bu, sadece bir topluluğa ait olmanın ötesinde bir inanç ve sorumluluk bütünlüğüdür. Ümmetin dertleriyle dertlenmek, bu sorumluluğun bir gereğidir. Bir Müslüman, sadece kendi çıkarını değil, tüm İslam coğrafyasındaki mazlumların, ezilenlerin ve zayıf düşenlerin acılarını hisseder ve buna duyarsız kalmaz. Filistin'de, Gazze'de, Doğu Türkistan'da, Arakan'da ve dünyanın diğer mazlum coğrafyalarında yaşanan acılara duyarsız kalmak, İslam'ın özüne ve insanlık vicdanına aykırıdır. Şehit edilen kadınlar, çocuklar ve yaşlılar için ses çıkarmamak, onların acılarına göz yummak, sadece nefsin ve çıkarın peşinden gitmektir.

Ne gariptir ki birilerine şirin görünmek isteyenler; bir tarafta siyonistlerin zulmüne maruz kalan Filistin’in masum çocukları için tek bir kelime etmezken diğer taraftan İsrail'deki ölümler üzerinden acı paylaşmak gaflet ve dalaletine düşebiliyorlar. Sadece batılı medya ve siyasilerin gözüne iyi görünme çabası, İslam’ın ve insanlığın ortak değerlerine ihanet etmektir.

Gerçek bir Müslüman, ümmetin her derdiyle dertlenir; Gazze'den Arakan'a, Doğu Türkistan'dan Bosna’ya kadar her bir masumun acısını kalbinde hisseder, dua eder, malıyla ve canıyla her türlü üstün gayreti gösterir, söylem ve eylem olarak tarafını ve tavrını net olarak ortaya koyar.  Zulmün olduğu her yerde zalime karşı durmak, mağdurun yanında yer almak ve sesini duyurmak, İslam’ın emridir. Zalimlerin zulmünü meşrulaştırmaya çalışmak ise insanlık şerefini ayaklar altına almakla eşdeğerdir.
Ümmet olmak hem bir mensubiyet hem de kolektif bir sorumluluktur. Zulme sessiz kalmak ve mazlumun yanında durmamak, sadece bir toplumun değil, tüm insanlığın vicdanını öldüren bir eylemdir. Bizler, her bir mazlumun acısını kendi acımız gibi hissederek zalimlerin karşısında durmalı ve adaletin sağlanması için ne gerekiyorsa yapmalıyız. Ümmetin derdiyle dertlenmek, tüm toplumun sorumluluğudur. Bu, İslam'ın bizlere sunduğu yüksek sorumluluğu yerine getirmek için bir çağrıdır. Bu sorumluluk, ümmetin huzuru ve adaleti için temel bir gerekliliktir.

EĞİTİM TEK TİPLEŞTİRME ARACI DEĞİLDİR

Eğitimin amacı, insanları belirli kalıplara sokmak, zihinleri ipotek altına almak ya da çocukları ailelerinden ve köklerinden kopararak belli yapıların etkisi altına almak olmamalıdır. Ne yazık ki bazı dönemlerde ve bazı yaklaşımlarda eğitim, kişiliği bastıran, düşünme yetisini körelten, tek bir görüş ve anlayışı dayatan bir vesayet aracına dönüşmüştür. Kimi zaman öğrenciler, sahip oldukları yetenekler ve eğilimler göz ardı edilerek aynı tornadan çıkmış gibi şekillendirilmiş; sorgulamayan, itaat eden ama hissizleşmiş insanlar hâline getirilmiştir. Bu tür bir eğitim anlayışı, inşa değil tahakküm üretmiştir.

Gerçek eğitim, insanın aklını rehin almak değil, onu hürleştirmekle yükümlüdür. Her insan farklı kabiliyetlere, ilgi alanlarına ve iç dünyalara sahiptir. Eğitim bu çeşitliliği bastırmak için değil, açığa çıkarmak için vardır. Kişiliği silmek ya da herkesin aynı şekilde düşünmesini sağlamak değil; karakteri olgunlaştırmak, sorumluluk duygusunu güçlendirmek ve şahsiyet sahibi insanlar yetiştirmek esastır. Eğitim, insanı bir kalıba dökmek değil, onun hakikat arayışına rehberlik etmekle anlam kazanır.

Bu bağlamda eğitim, sadece bilgi aktaran bir sistem değil; aklı, vicdanı, iradeyi ve fiilleriyle insana bütüncül bakan ve onu farklı yönlerden geliştiren bir süreçtir. Öğrencilere kendi istidadını tanıma, onu geliştirme ve iyiye yönlendirme fırsatı sunulmalıdır. Kimlik ve kişilik kazandırmayan, insanı kendi iç hakikatine yabancılaştıran bir eğitim anlayışı, ne kadar donanım sağlarsa sağlasın, hakiki anlamı ıskalar. Erdemli, adaletli ve sorumluluk sahibi nesiller yetiştirmek, eğitimin asli ve vazgeçilmez hedefi olmalıdır.

SON SÖZ YERİNE
EĞİTİMLE GELECEĞE SAĞLAM ADIMLAR ATMAK İÇİN KISA KISA

Eğitim ihmale gelmez. Çocukların aklına ve kalbine pranga vurmaya çalışan gönül kundakçıları boş durmaz. Bu nedenle sadece bilgi değil, bilinç kazandırılmalıdır. Zihinleri felce uğratan her vesayete karşı uyanık olunmalı; doğru bir eğitimle geleceğin temelleri sağlam atılmalıdır.

15 Temmuz’un ardında sadece bir darbe girişimi değil, zihnî bir işgal ve akıl tutulması vardır. Bu yapının doğru okunması, geleceğin istikametini tayin edecektir. Hedefe kilitlenmiş bir niyetin meşruiyeti; temiz kalple, doğru yöntemle, meşru araçla ve sağlam ilkelerle temellendirilmelidir.

Amaca ulaşmak için her yolu mubah gören anlayışlar, önce aklı körleştirir, sonra ahlakı bozar. Farzları görmezden gelip kendi kurguladığı kuralları fazilet gibi sunan her zihniyet, dini değil kendini yüceltir. Düşüncedeki en küçük sapma, zamanla vicdanı susturur, toplumu felç eder. Bu nedenle sapmalar erken fark edilmeli ve hakikatle yüzleştirilmelidir.
“Sadece biz” diyerek başkalarını yok sayan ve parçayı bütünün yerine koyan anlayışlar; hem fikri hem toplumu parçalamıştır. Oysa hakikat, tek bir grubun değil, adaletin ve hakkaniyetin evidir. “Sadece” yerine “hem hem” demeyi öğrenmeden ortak bir gelecek inşa edilemez. 

Dünya ile ilişkiler, köklü bir medeniyet perspektifiyle, kendi değer merkezimiz korunarak kurulmalıdır. Köklerden kopmadan, kimliği yitirmeden, başka kültürlerle anlamlı ve yapıcı ilişkiler geliştirilmelidir. Aile bağlarını ve vatan aidiyetini zedeleyen her telkine karşı durulmalı; bu değerler etrafında millet ve ümmet bilinci yeniden diriltilmelidir.

Kur’an ve Sünnet’in önüne hiçbir kimse geçirilmemelidir. Dini istismar eden her yapıya karşı hakikatin safında yer alınmalı; sadece sözle değil, davranışla da bu duruşun sadakati gösterilmelidir. Ahlaki temelleri çürüten her anlayışla mücadele edilmelidir.

Bu noktada:

Şahıslara değil, ilke ve değerlere bağlılık esas alınmalıdır. Her türlü bağımlılıktan ve şahıs merkezli yapılardan uzak durulmalıdır.

İstişare, uyarı ve eleştiri mekanizmaları sağlıklı işletilmelidir. Aykırı seslere kulak verilmeli; gerektiğinde hayır diyebilme erdemi yaşatılmalıdır.

Keramet, istikamette görülmelidir. Şer’i ölçülerle bağdaşmayan her yöntem ve davranış kesin bir duruşla reddedilmelidir.

Şartlandıran değil, şuurlandıran bir bilinçle insan yetiştirilmelidir.

Cemaatli olmakla cemaatçi olmak arasındaki fark iyi ayırt edilmeli; bu farkın bilinciyle cemaatler arası iş birliği güçlendirilmelidir. Fertler; hizipçilikten, enaniyetten ve menfaat odaklı zaaflardan arındırılmalıdır.

Fıkhî görüş farklılıkları, itikadî ayrışmalara dönüştürülmemelidir. Dini hassasiyetler takıntıya çevrilmeden dengeli yaşanmalıdır.

Müslümanlara yöneltilmiş bir duruş sergilenmelidir. Zalimlerle iş birliğinden uzak durulmalıdır.

Topluma ulaşan mesajlarda dışlayıcı değil, kapsayıcı ve barışçıl bir üslup benimsenmelidir.

Muktedir, yerli ve sahih bir söylem inşa edilmelidir. Eleştiren değil, inşa eden bir dil tercih edilmelidir.

Gazze’nin çığlığı, Arakan’ın sessizliği, Doğu Türkistan’ın suskunluğu bizim vicdanımızda yankılanmalıdır. Bu acılar sadece coğrafi değil, aynı zamanda imani bir sorumluluk olarak görülmelidir. Sessizlik, zalimin lehinedir. Taraf açıkça seçilmeli; mazlumun yanında kararlılıkla durulmalıdır.

Bu topraklar, yalnızca fiziki değil; zihinsel, kültürel ve ahlaki işgallere de maruz kalmıştır. Zihin ve gönül işgal altındaysa, gerçek fetih de oradan başlamalıdır. Yanlış eğitimle başlayan yıkım, doğru bir eğitimle onarılmalıdır. Akıl ve kalp, sahih bir eğitimle esaretten kurtulmalı, hürriyete kavuşmalıdır.

Fetih, kalpten başlamalıdır. Aklın dirilişi, vicdanın uyanışı ve hakikatin merkeze alınmasıyla yeni bir nesil inşa edilmelidir. Diriliş, eğitimle başlamalı; hürriyet, eğitimle gerçek anlamına kavuşmalıdır.

Ahmet Türkben

Yorumlar2

  • Kaan 2 saat önce Şikayet Et
    Ellerinize sağlık
    Cevapla
  • eski 1 fenerli 7 saat önce Şikayet Et
    15 Temmuz aziz Milletimizi karanlıktan kurtaran bir EL FENERİ dir... Her evde bulunmalı ve ruhu yaşatılmalıdır...
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat