Sohbet medeniyeti: Kalpten kalbe bir yolculuk
- GİRİŞ22.10.2025 10:19
- GÜNCELLEME22.10.2025 10:19
Bizim medeniyetimiz, binlerce yıllık birikimiyle insana, ilme ve irfana değer veren; derinlere kök salan, dalları semaya uzanan ve her mevsim meyve veren bir söz medeniyetidir. Onun mana iklimini besleyen en hayati damarlardan biri de sohbet kültürüdür; zira bu medeniyet nihayetinde kalplerin birbirine kavuştuğu bir sohbet medeniyetidir.
Sözlükte “iki veya daha çok kimse arasında dostça yapılan konuşma, hasbihâl” anlamına gelen sohbet kelimesi; irfan geleneğimizde, Allah’a gönül vermiş insanların bir araya gelerek, O’nun huzurunda olduklarını bilmenin edebiyle yaptıkları arifâne söyleşme ve hâlleşme anlamında kullanılmıştır.
İlim geleneğimizde ise sohbet, bilgi ve hikmetin nesilden nesile aktarıldığı, ilim ehlinin bir araya gelip hakikatin derinliklerine birlikte nüfuz ettiği bir meclistir.
Sohbet, kalplerin buluştuğu bir iklimdir; sözü dirilten, gönlü yoğuran, insanı olgunlaştıran bir hâl aktarımıdır.
Sohbet kelimesinin kök anlamında “dostluk kurmak, yakınlık göstermek, arkadaşlık etmek” manaları bulunur. Bu yönüyle Peygamber Efendimizin huzurunda bulunanlara “sahabe” ve “ashâb” denilmiştir; çünkü O’nun yanında bulunmak, hâline tanıklık etmek, O’nun hâlinden pay almak demektir.
Sahabe, vahyin nuruyla kalbini aydınlatan, Peygamberimizle aynı yöne bakan, O’nun hâlini kendi hâline dönüştüren insandır.
Bu yüzden “ashâb” kelimesi, Peygamberimizin sözünü, sîretini ve ahlakını birlikte taşıyan, O’nun yakınlığından beslenen o güzide topluluğun adıdır.
Aynı kökten gelen “sâhip” kelimesi ise Türkçede “yâr, dost” anlamını taşır; arkadaşının yanında duran, her durumda ona destek olandır.
Musâhabe kelimesi de “karşılıklı dostluk etme, sohbetleşme” anlamına gelir; yani sohbet, dostluk kurmak ve gönülleri birbirine bağlamaktır.
Musâhabe, sözün kalpten çıkıp kalpte yankı bulduğu, insanın insanla, insanın Rabbiyle bağ kurduğu o derin manevî hâldir.
Bu yönüyle sohbet, hem dostluğu besleyen bir ilişki biçimi hem de kalpleri birbirine yaklaştıran bir ibadet neşvesidir.
Dost, dert dinleyendir; kişinin derdiyle hemdert olan, hâliyle hemhâl olandır.
Hüznü sevince, buhranı sekinete dönüştüren; gönle huzur ve güven veren kişidir.
Sevinçte tebessümü, kederde gözyaşını paylaşır; varlığında şükür, yokluğunda dua vardır.
O, insanın hem aynası hem dayanağıdır; hatayı incitmeden gösterir, sevinci samimiyetle çoğaltır. Bu açıdan sohbetin kökünde sadakat, yakınlık ve muhabbet bulunur.
DİNLEMEK: İLİM VE İRFAN YOLCULUĞUNUN İLK BASAMAĞI
Mevlânâ’nın Mesnevî’si “Bişnev!” yani “Dinle!” kelimesiyle başlar:
“Bişnev ez ney çün hikâyet mî küned,
Ez cüdâyîhâ şikâyet mî küned.”
“Dinle neyden, zîra o, bir şeyler anlatmada, ayrılıklardan şikâyet etmededir.”
Bu çağrı, bütün irfan yolculuklarının ilk adımıdır.
Dinlemek, önce bir edep biçimidir. Sözün sahibine hürmet, söze hakkını verme iradesidir.
Karşımızdakine “Seni ve söyleyeceklerini önemsiyorum.” demenin en kadim yoludur.
Dinlemenin erdemi, her makamda hikmeti mümkün kılmaktır.
Dinlemeyi bilmeyen öğrenci, bilgiyi ezberler ama hikmete varamaz; çünkü anlam, sessiz bir dikkatin içinden doğar.
Dinlemeyi bilmeyen hâkim, iddiaları duyar ama davanın özüne inemez; çünkü adalet, her sözün ardındaki hakkı duyabilmektir.
Dinlemeyi bilmeyen yönetici, halkın sesini işitir ama gönlündeki sızıyı fark edemez; çünkü yöneticilik, hükmetmekten ziyade muhatabın her sözüne kulak verip gönüllere dokunabilmektir.
Gerçek dinleme, kulaklardan ziyade kalple gerçekleşir.
İdrak etmek, hissetmek, sözün ardındaki hikmeti yakalamaktır.
Kulakların sese değil, gönlün söze doğru yaptığı bir yolculuktur.
Ehl-i irfan, sohbet meclislerinde dinlemenin bir terbiye yöntemi olduğunu söyler; çünkü dinlemek, insanın önce kendini susturması, sonra Hakk’a kulak vermesidir.
Bu suskunluk hali, nefis terbiyesinin başlangıcıdır. Hevadan boşalan yere hikmet dolar.
Kendi sesini kısıp başka seslere kulak verebilen kişi, sözü hakikatle ve hikmetle söylemeyi öğrenir.
DUYMAKTAN DİNLEMEYE GEÇMEDİKÇE…
Duymak, biyolojik bir eylemdir; insan kulağı sese açıktır ve dış dünyanın titreşimlerini ister istemez algılar.
Dinlemek ise bilinçli bir yöneliştir; insanın hem dikkatini hem kalbini aynı anda açmasıdır.
Duymak, sesin kulağa ulaşmasıdır; dinlemek, anlamın kalbe varmasıdır.
Duymak, dışarıdan içeriye akan bir süreçtir; dinlemek, içeriden dışarıya bir yöneliştir.
Duymak rastgele olabilir; dinlemek ise iradeyle, niyetle, edeple olur.
Söz, kulağı aşar ve gönle ulaşırsa hikmet doğar; aksi hâlde ses kalır, mana kaybolur.
Dinlemenin özü, anlamaya ve yaşamaya niyet etmektir.
Ayet-i kerimede buyrulur:
“Sakın ola ki dinlemedikleri hâlde ‘dinledik’ diyenler gibi olmayın.” (Enfâl, 21)
Bu ilahî uyarı, duymanın yeterli olmadığını; asıl dinlemenin, sözü işitip onun gereğini yerine getirmek olduğunu öğretir; çünkü dinlemek, duymaktan öte duyulan hakikate boyun eğmektir.
Gerçek dinleme, itaatle taçlanır; kul, sözü işitir, kalbiyle tasdik eder ve ameliyle yaşatır.
BİZİM BİR KALBİMİZ VAR: CAHİT ZARİFOĞLU’NDAN FETHİ GEMUHLUOĞLU’NA
Gerçek dostluklar, kalpten kalbe kurulan köprülerdir.
Bu köprüden geçen söz, artık bilgi olmaktan çıkar, hikmete dönüşür.
O anda dostluk bir sohbet iklimine dönüşür; sohbet de bir kalp medeniyetine hayat verir.
Böylesine kadim bir kültürün içinde, sohbetin asıl manasını yaşayarak anlatanlardan biri de Fethi Gemuhluoğlu’dur.
Onun rahle-i tedrisinde yetişen, sohbet halkasında nefes alanlardan biri olan Cahit Zarifoğlu, böylesi bir dosta sahip olmanın ve onun ilim ile irfan yüklü sohbetlerinden feyiz almanın ne büyük bir nimet olduğunu günlüklerinde hissettirmiştir.
Cahit Zarifoğlu, Fethi Bey’in vefatından sonra kaleme aldığı satırlarda, onun şahsında kaybedilen bir medeniyetin gönül ikliminden söz ederek der ki:
“Fethi Ağabey gitti. Hepimize bir kalbimiz bulunduğunu, gözü yaşlı olmak gerektiğini anlatarak gitti...
İki üç saat süren sohbetlerinden sonra, bizi gafletimizin derinliklerinden çıkarıp, kalbimizin ve omuzlarımızın üzerine koyduğu sorumluluğumuzun tahammül edilmez ağırlığı ve hüznü içerisinde evlerimize dağılırdık.
Bir mahalleye imam olmuşsak, kısa süre sonra o mahallenin bakkalı, manavı terazi hakkını korumaya başlıyor muydu, başlamıyor muydu?
Bir yere memur olmuşsak, o memuriyetin ehli miydik, değil miydik?
Mesai arkadaşlarımız bir süre sonra, dillerinden küfürleri bırakıyor, kadın, içki, kumar kelimelerini yanımızda ağızlarına almaya korkuyorlar mıydı, korkmuyorlar mıydı? Bunlardı mesele.
Girdikleri her yerde, ahlâksızlığı, çürümeyi, yabancılaştırmayı, kalp katılığını zapt altına alabilecek insanları, bu şahsiyet noktasına getirebilecek yegâne unsur olan İslâm’ın, bizden uzak, yaşamadığımız, kabuğun altındaki o büyüleyici parıltılarını birbiri ardına önümüze boşaltıyor, içimizin bilmediğimiz o kederli açlığını ayaklandırıyor, birkaç gün çöllere düşmüş gibi yalnızlık çekiyorduk.
Fethi Ağabey’le birlikte, zamanımızda ve yaşadığımız düzen içerisinde, zaten havuzuna giremediğimiz dervişliğin, sohbete, birilerinin önünde diz çökmeye bağlı büyük medeniyetin büyük fırsatlarından biri daha gitti.”
Zarifoğlu’nun bu sözleri, sohbetin insanı dirilten nefesini anlatır.
O satırlarda, bir kaybın hüznü kadar bir hakikatin sesi de yankılanır.
Dost meclislerinde, nefis terbiyesi, ahlak, sorumluluk ve insan olma şuuru işlenir; söz, dostun dilinde tutulması gereken bir öğüt olduğu kadar bir diriliş çağrısına, iç yangınını söndüren ilahî bir esintiye dönüşür.
Zarifoğlu, dost ile sohbetin sadece muhabbet etmek değil, bir kalbin başka bir kalpte kendini bulması olduğunu sezdirir.
Bir mecliste, bir bakışta, bir susuşta; bazen tek bir kelimede bile o medeniyetin ruhu hissedilir.
Dostluk, muhabbetin en sahici biçimidir; sohbetin mayası da bu dostlukla yoğrulur.
Ve şimdi biz...
Peki, bu çağın gürültüsü içinde, bu kadim medeniyetin çocukları olarak biz ne yapacağız?
Belki de yapacağımız şey, bir Fethi Ağabey’in, bir Necip Fazıl’ın yaptığı gibi, sadece “orada” olmak, o iklimde soluklanmak…
Bir çayı birlikte içmek, bir bakışı birlikte hissetmek, bir hakikati birlikte susarak anlamak için…
Sohbet medeniyeti, sözün hâl olduğu yerde yeniden filizlenir. Biz, o filizleri her dem yeniden yeşertmekle mükellefiz.
DİLE DÖKÜLENDEN DAHA TESİRLİ OLAN…
Sohbet yalnızca sözle olmaz; bakışla, susuşla, hâlle de kurulur.
Kimi zaman bir bakış, bin kelimeden daha derin bir tesir bırakır.
Tıpkı Necip Fazıl’ın hidayet kapılarını aralayan o yakıcı bakış gibi…
Seyyid Abdülhakim Arvasi’nin sohbetinde bir bakış, bir kalbi yerinden oynatmıştır. Necip Fazıl, o anı şu mısralarla anlatır:
“Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız,
Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız.”
O bakış, bir sohbetti aslında. Sözsüz ama manalı, sessiz ama yankılı bir sohbet. O, bir nazardı; gönle, ruha, öze işleyen bir nazar; zira gerçek sohbet, sözün ötesinde bir ruha sahiptir.
Bakışlar konuşur, kalpler birbirine değerse, kelimelere gerek kalmaz.
Bazen en derin sohbetler, en derin suskunlukların içinde kurulur.
Unutmayalım, sohbet bir hâl yolculuğudur; varış noktası ise kalpten kalbe uzanan bir köprüdür. Neşet Ertaş’ın da dediği gibi:
“Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Rızasız bahçanın gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider, yol gizli gizli.”
BİR HÂLİN TESİRİ: ERMENİ BARSAM USTANIN İHTİDA HİKÂYESİ
Gerçek sohbet, yalnızca sözle değil, hâl ile yapılan bir tebliğdir.
İnsanın hâli, çoğu zaman dilinden daha gür konuşur. Bu hakikati hatırlatan en etkileyici örneklerden biri, Mehmet Zâhid Barsamoğlu’nun ihtida hikâyesidir.
Aslen Ermeni olan Barsam Usta, bir kunduracı olarak İstanbul’da ticaret yaparken, gönül ehli bir zatın, Mehmet Zâhid Kotku’nun (rh.a) sohbet halkasında İslâm’ın hakikatini tanımış ve o halkada kalben yeniden doğmuştur.
İhtidasının ardından, ismini de hocasının eliyle Mehmet Zâhid Barsamoğlu olarak değiştirmiştir.
Onun hikâyesi, bir sohbetin insanın kaderini nasıl değiştirebileceğinin canlı bir örneğidir.
Kendisi bu dönüşümü şu sözlerle anlatır:
“Papazlar her gün dükkânıma geliyorlar ve diyorlar ki:
‘Bu hacca gidip de ticaretinde şu şu şu hileleri yapan şu tüccarların dinine mi girdin?’
‘Bak, işlerini biliyorsun; hani şu senetler vesaireler, ticari muameleleri ortada.
Bu yalancı, bu sahtekâr, bu hilekârların dinine mi girdin?’
O güzel insan ise papazlara şöyle cevap verir:
‘Siz yanılıyorsunuz. Siz suyun kanalizasyondaki hâline bakıyorsunuz.
Gidin, dağdaki membaından çıktığı yerinden inceleyin.
Su hakkında hüküm vermek istiyorsanız, kanalizasyona değil pınarın kaynağına bakın!’”
Bu cevap, sadece bir zekâ parıltısı değil, derin bir irfanın ve temsil şuurunun tezahürüdür.
Barsamoğlu, aslında şunu söyler:
Bir inancı anlamak istiyorsan, onun özüne bak; menfaatine göre yaşayanlara değil, hâliyle tebliğ edenlere bak.
Sohbetin hakikati de tam da burada gizlidir.
Bir müminin sözü, hâliyle bütünleştiğinde kelime tebliğe, davranış davete dönüşür; çünkü sohbet, yaşayarak öğretmek, hâliyle anlatmaktır ve bazen bir cümle, bir bakış ya da bir örneklik, sayfalar dolusu kitaptan daha derin bir tesir bırakır.
ASR-I SAADET’TEN GÜNÜMÜZE SOHBET KÜLTÜRÜ
Sohbetin temelleri, doğrudan Peygamber Efendimizin terbiye ve tezkiye metoduna dayanır. Yani O (s.a.s.), önce bir sohbet halkası kurdu.
Ashabını sohbet halkalarında yetiştirmesi, manevî eğitimin kalbe nüfuz eden en güçlü yolunun sohbet olduğunu gösterir.
Resulullahın meclisleri birer ilim mektebiydi; fakat o mekteplerde öğretilen şey bilgiden çok hâl ve ahlak idi. O’nun “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyruğu, sohbet meclislerinde hayat buldu.
İşte o ilk meclislerden biriydi Dârü’l-Erkam. Orada inen ayetler ve Peygamberimizin hadisleri, bir sohbet ikliminde ashabın kalbine işliyor, imanları bir ağaç gibi kök salıyordu. Medine’ye hicretle birlikte, sohbetin odağına Ashâb-ı Suffa yerleşti. Mescid-i Nebevî’nin gölgesinde, yoksulluğu bir zenginlik, ilmi bir ibadet bilen bu gençler… Onlar için sohbet, bir eğitimden öte bir hayat mektebiydi.
Onlar, Peygamber sofrasında yetişen ilk irfan talebeleri idiler. Öğrendiklerini hem hafızalarında hem de hayatlarında taşıdılar ve tüm yeryüzüne birer yürüyen hikmet olarak yayıldılar.
HER MÜMİNİN BİR DÂRÜ’L-ERKAM’I OLMALI
Bi‘setin ilk yıllarında Peygamberimizin İslâm’ı tebliğ ettiği, Müslümanlar için ilk eğitim yuvası olan evdi Dârü’l-Erkam. Peygamberimiz, Mescid-i Harâm yakınlarında Safâ Tepesi’nin eteklerinde bulunan bu evi kendine bir mektep olarak seçti. Orada, bir yandan Ashâb-ı Kirâm’a ilâhî hakikatleri öğretirken bir yandan da yeni nazil olan ayetleri okuyor, namaz kılıyor, imanı öğretiyor ve gönülleri ilahî çağrıyla buluşturuyordu.
Bu mütevazı ev, İslâm’ın ilk yıllarının sığınağı, mektebi ve mescidi oldu. Talim ve terbiyenin; ilim, tebliğ ve davetin ilk örneği burada verildi. İlk öncü kadrolar, Peygamberimizin rahle-i tedrisinde burada yetişti; bu evde ilâhî kelâmın nuruna kavuştu, burada imanla dirildi.
Dârü’l-Erkam, bir binadan öte, bir ruhun ve bir medeniyetin mayalandığı mekândı. O ruh, asırlar boyunca ilim halkalarına, dergâhlara, medreselere, meclislere sirayet etti.
Evet, bugün her müminin de bir Dârü’l-Erkam’ı olmalı:
Sözün hikmetle söylendiği, kalplerin rahmetle buluştuğu, insanın yeniden dirildiği bir meclis...
Evlerimizde, okullarımızda, kurumlarımızda; kalbi ve zihni arındıran böyle bir “iman ve sohbet ocağı” yeniden kurulmalı; zira Allah Teâlâ, ilim, irfan, tebliğ ve davet yolunda bir araya gelen gönül erlerini şöyle müjdeler:
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar felah bulanlardır.” (Âl-i İmrân, 3/104)
Dârü’l-Erkam’ın hikmeti, işte bu ayetin ruhunda gizlidir: Bir araya gelmek, iyiliği çoğaltmak ve kötülüğü etkisizleştirmek için konuşmak, hakikati paylaşmak, kalpleri diriltmek.
Her müminin bir Dârü’l-Erkam’ı olmalı; çünkü her çağ, imanla mayalanan evlerde yanacak kandillere muhtaç. O meclislerde söz, ağızdan çıkarken bile bir dua yüklüdür; dinleyen, o duayla iç âlemine nurdan bir kandil taşır.
Ayetlerin ifadesiyle:
“(Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O'nu (öyle kimseler) tesbih eder ki; Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur, 37-38)
HER MÜMİNİN BİR SEVR’İ OLMALI: ÜÇÜNCÜLERİ ALLAH OLAN BİRLİKTELİK
Peygamberimiz (s.a.s.) Medine’ye hicret ederken yanına sadece en yakın dostu olan Hazreti Ebûbekir’i refik (yol arkadaşı) olarak almıştı.
İki güzel dostun bu yolculuk sırasında ve Sevr mağarasında yaşadıkları, samimiyetin, vefanın, fedakârlığın ve sadakatin en güzel örneklerinden biri olarak kayda geçti.
Düşmandan gelecek saldırılar karşısında tedirgin olan Hazreti Ebûbekir’i Peygamberimiz şöyle teskin etti:
“Üçüncüsü Allah olan iki kişiyi sen ne sanıyorsun? Onlar hiç ele geçer mi?”
Bu telkin, güvenin, tevekkülün ve dostluğun zirvesidir.
Allah’ın korumasına olan bu teslimiyet, Sevr mağarasını iman, tevekkül ve sekinet ikliminin sembolü hâline getirmiştir.
Kur’an-ı Kerim bu sahneyi şöyle ölümsüzleştirir:
“Hani o ikisi mağaradaydılar da O, dostuna: ‘Üzülme, endişe etme. Allah bizimle beraberdir!’ demişti.” (Tevbe, 40)
Bu ayet-i kerime, dostluğun yalnızca insanla değil; Hazreti İbrahim’in örnekliğinde görülen hâliyle kulun Rabbiyle kurulan bir bağ olduğunu da öğretir.
Üçüncüleri Allah olan birliktelik, Allah’ın rızasını gözeterek kurulmuş tüm belalardan koruyan en güvenli beraberliktir.
Bu beraberlik, her ilişkiye anlam ve bereket kazandırır.
Üçüncüleri Allah olan birliktelik:
Evlilikte sadakati, rahmeti ve merhameti daim kılar; sevgiyi bir ömürlük ahde dönüştürür.
Ortaklıkta güveni, hakkaniyeti ve bereketi tesis eder; menfaati değil vefayı büyütür.
Hayatın her alanında samimiyeti, adaleti ve hikmeti var eder; ilişkileri geçici menfaatlerden kurtarıp kalıcı bir rızaya dönüştürür.
Hayırlı bir dost, hayatın fırtınalarından korunmak için sığınılan bir limandır.
Zorluklara, imtihanlara ve sıkıntılara ancak sadık bir dostun desteğiyle katlanılır.
Huzur ve mutluluğun kaynağı; bizi bizden çok düşünen, dert edinen, iyiliğimiz için çaba gösteren, koruyup kollayan bir dostun varlığıdır.
Böylesi bir dost, gönül darlığına sebep olan tüm zehirlerin panzehiridir.
İnsan, insanın ağını (zehrini) alır; sıkıntılar paylaşıldıkça azalır, acılar paylaşıldıkça hafifler.
Dostun varlığı ve sözleriyle kalp teskin olur, akıl sağduyuyla karar verir, davranışlar dengeye kavuşur.
Hasbî birliktelikler, dertleri ve zaafları paylaşarak insanı hamlıktan olgunluğa taşır.
Samimiyetin, sabrın, sevginin, saygının ve sadakatin bir güzel insanda tecelli eden hâlidir dostluk.
Doğrularla beraber olmanın, kendi sadakatini koruyarak yaşamanın yoludur.
İnsan olmak kadar, insan kalabilmenin yolu, ahlakına, vefasına ve dostluğuna güvenilen güzel insanlarla birlikte yürümekten geçer.
Gerçek dostluk sohbetle olgunlaşır; sohbet ise dostlukla bereketlenir.
Evet, her müminin bir Sevr’i olmalı.
Bir mağara sessizliği kadar derin, bir dua kadar samimi, bir dost omzu kadar güvenli bir dayanaktır Sevr; zira o, bir mekan olmanın çok ötesinde Allah’a tevekkülün, dostluğun sadakatle birleştiği iman dolu kalplerin sığınağıdır.
Orada insan, dostuna yaslanırken aslında Rabbine dayanır.
Zorluk günlerinde, daralan vakitlerde ayetler dile gelir, kalplere yeniden sekinet iner: “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.”
SOHBET HALKALARI, BİRER İNSAN MEKTEBİ
Tarih boyunca gönül coğrafyamızın dört bir yanında, camilerde, dergâhlarda, medreselerde, kıraathanelerde, hanlarda ve evlerde sohbet halkaları kurulmuştur. Bu halkalar, yalnızca bilgi aktarmakla kalmamış; insanı ilimle yoğuran, edep ile olgunlaştıran, ahlak ile kemale erdiren birer mektep hâline gelmiştir.
O meclislerde kelimelerin ardında bir ruh, bir diriliş nefesi dolaşırdı. Düşünün, bir kandilin etrafında toplanmış gönüller... Her biri yalnız kulağıyla değil, kalbiyle de dinlerdi.
Bazen Hazreti Ali cenklerinden bahsedilir; cesaretin, adaletin ve hakkın yanında durmanın ne demek olduğu anlatılırdı.
Bazen, Peygamber kıssalarıyla meclis nurlanır; sabrın, merhametin, tevazunun incelikleri kalplere işlerdi.
Bir başka vakit, Dede Korkut’tan bir hikâye anlatılır; yiğitliğin vakarı, sözün kudreti, sözünde durmanın erdemi hatırlatılırdı.
Ve her menkıbe, bir hakikati gönle dokundurarak taşır; kuru bilgiye can, kuru kelâma ruh katardı.
Bu halkalarda, çocuklar dinleyerek büyür, gençler örnek alarak olgunlaşır, büyükler anlatarak hatırlardı. Söz, bir nesilden diğerine yürürken ahlakı, hikmeti ve ümidi taşırdı.
Her sohbet meclisi, bir kimlik ve şahsiyet inşasının parçasıydı. O meclislerden çıkan insan, sadece bir şeyler öğrenmez; adeta yeniden doğardı.
Bu gelenek, medeniyetimizin en canlı damarlarından biri olarak asırlar boyunca gönülleri ihya etmiş ve davranışları şekillendirmiştir.
MAHFİLLER VE HASBİHÂL GELENEĞİ
Tarihimizde mahfiller, ilmin, sanatın ve edebiyatın mayalandığı merkezler olmuştur. Bunlar, bugünkü seminer salonları gibi soğuk ve resmî yerler değildi. Daha çok, bir babanın evindeki samimi bir aile toplantısı gibiydiler.
Camilerde, tekkelerde, medreselerde kurulan bu mahfiller, yalnızca akademik veya tasavvufî toplantılar olduğu kadar kalpleri ıslah eden manevî buluşmalardı.
Her mahfil, bir üslup, bir incelik, bir zarafet mektebini temsil ederdi.
Hasbihâl ise, samimi bir dertleşmeyi, dostça bir hâl paylaşımını ifade ederdi. Hasbihâl, sohbetin daha samimi, daha içten, daha dost hâliydi.
Kıraathanelerde, dergâhlarda, medreselerde yapılan bu sohbetler, günlük meselelerin ötesine geçer; edep, ahlak, irfan ve hikmet ekseninde derinleşirdi. Resmiyetin ötesinde kalbe dokunan bir samimiyet taşırdı. Bu yönüyle hasbihâl, insanı olgunlaştıran, ruhu incelten bir gelenekti.
HUZUR DERSLERİNDEN HELVA SOHBETLERİNE…
Osmanlı döneminde sohbet, bir iletişim biçimi olmaktan ziyade bir ilim disiplini ve bir zarafet mektebi hâline gelmiştir. Padişahından esnafına, herkesin bir sohbet meclisi vardı.
Bu geleneğin en nadide örneklerinden biri, hiç şüphesiz Huzur Dersleridir. Ramazan ayında, sarayın mütevazı ve bir o kadar da vakur atmosferinde... Padişah, bir öğrenci edasıyla oturur; âlimler ise Allah’ın kelamını en ince detaylarına kadar açıklardı. Bu, devletin zirvesinin ilmin karşısındaki tevazuuydu. Söz konusu olan Kur’an ilmi olunca, padişah da bir talebe makamındaydı.
Bir diğer köklü gelenek ise Helva Sohbetleridir. İlim ve sanat erbabının bir araya geldiği bu meclisler, adeta birer “fikir atölyesi” gibiydi.
Bir yanda çıtır çıtır helvalar, bir yanda zihinleri tatlı tatlı çatlatan fikir tartışmaları... Edebiyattan felsefeye, musikiden kelama her şey konuşulurdu. Bu sohbetlerde, kültürümüzün en nadide eserlerini doğuracak fikirlerin de hamuru yoğrulurdu.
BAYKARA MECLİSİ
Timurlu soyunun son büyük hükümdarı Hüseyin Baykara, dönemin en seçkin ilim ve sanat erbabını sık sık meclisinde toplardı. Her biri bir yıldız olan isimler, onun meclisinde bir kuyruklu yıldız gibi kaynaşır, birbirini aydınlatırdı.
“Baykara Meclisi” adıyla anılan bu toplantılarda, ilim ve sanat sohbetleri yapılır, şiirler okunur, hikâyeler anlatılır, destanlar seslendirilirdi.
Ali Şîr Nevâî, Molla Câmî gibi büyük isimler, bu meclislerde fikirlerini paylaşmış; edebiyat ve sanat sahasında medeniyet çapında eserler ortaya koymuşlardır.
Nevâî’nin “Mecâlisü’n-Nefâis”i, işte bu sohbetlerin kitaba dönüşmüş hâlidir.
Bu sohbet halkaları, bilgi alışverişinden öte kültürel derinliği ve estetik inceliği besleyen birer medeniyet laboratuvarıydı.
Çağlar ötesinden bize şunu fısıldarlar: Medeniyeti kuran resmî fermanlardan ziyade gönül meclislerinde kurulan sohbet halkalarıdır.
SOHBETİN MANEVÎ DİSİPLİNİ
Sohbet, rastgele yapılan bir konuşma sayılmaz; kalbi, dili ve hâli bir arada tutan bir manevi disiplindir.
Bir sohbet meclisine girmek, yalnız bir topluluğa katılmak anlamına gelmez; bu, bir hâl dairesine adım atmaktır. Oraya ayakkabıları kapı eşiğinde bırakmaktan öte egolar bırakılarak girilir.
Bu dairede sözün bir ağırlığı, dinlemenin bir sorumluluğu, susmanın bir hikmeti vardır.
Orada insan, konuşmayı öğrenmeden önce susmanın edebini öğrenir; çünkü sükût, sözün mayasıdır.
Ehl-i irfan der ki: “Söz, kalpten çıkarsa kalbe ulaşır; dilden çıkarsa kulağı aşmaz..”
Bu yüzden sohbetin ilk şartı, kalp temizliğidir.
Söz, temiz bir kaynaktan doğmalı; niyet berrak, maksat halis olmalıdır.
Bir sohbet, hesaptan doğduğunda bereket kaybolur. O mecliste laf çoktur ama mana yoktur.
Hakiki sohbet ise, niyetin samimiyetle buluştuğu anda başlar. İşte o an, kelimeler kanatlanır, kalplerden kalplere uçar.
Sohbetin ikinci disiplini edeptir.
Edep, sadece davranış biçimi sayılmaz; ruhun dışa yansıyan inceliğidir. Edep, bir bakışta, bir tebessümde, sözü yerinde kesişte kendini gösterir.
Sohbet halkasında edep, hem konuşmada hem dinlemede görünür.
Konuşan, kelamın hakkını verir; dinleyen, sükûtun hakkını. Söz, kimseyi incitmez, eleştiri kırmadan söylenir, öğüt, yargı yerine rahmet taşır.
Sohbet, kılıçları bileyip sallamanın yeri değildir, gönül bahçelerini sulamanın yoludur.
Bu meclislerde kavga yerine kavrayış, öfke yerine anlayış büyütülür.
Üçüncü disiplin sükûttur.
Sükût, dışarıdaki sesi kısıp içerideki sesi duymaktır.
Gerçek sükût, insanın içindeki sesi duymasıdır.
Bazen bir mecliste en tesirli söz, söylenmeyen sözdür; o sessizlik, herkesin kendi içinde bir cevap aradığı bereketli bir aradır.
Çünkü o sessizlik, tefekkürü ve ilhamı davet eder.
Sohbet, işte bu sessizlikle derinleşir.
Sükût, kelamın gölgesi sayılmaz; onun kaynağıdır. Sessizliği dinlemeyi bilmeyen, sözün özünü de anlayamaz.
Dördüncü disiplin muhabbettir.
Muhabbet, sohbetin hem sebebi hem meyvesidir. Muhabbet olmayınca sohbet bir gıcırtı gibi kalır; muhabbet varsa bir senfoniye dönüşür.
Sohbetin içinde muhabbet bulunmazsa kelimeler anlamını yitirir; kurak toprağa düşen tohum gibi cılız kalır.
Muhabbet, kalplerin arasındaki perdeyi kaldırır; o perde kalkınca bilgi hikmete dönüşür. Artık söz, zihinden zihne olmaktan daha çok gönülden gönüle akar.
Bir muhabbet meclisinde bilgi yarışmaz; herkes aynı yöne, hakikate yönelir. Yarış biter, paylaşım başlar.
Sohbet, dostluğun ötesinde bir gönül terbiyesidir.
Beşinci disiplin ölçüdür.
Sohbetin bereketi, ölçüsünde saklıdır. Tıpkı bir çayın deminde olduğu gibi…
Ne aşırı konuşmak fayda verir, ne tamamen susmak.
Ne gösterişe kapılmak gerekir ne de çekingenliğe sığınmak.
Sohbet, dengeyi öğretir.
Söz yerindeyse hikmet olur, yersizse israf. Lafız israfı, mana kıtlığının belirtisidir.
Bu dengeyi korumak hem kalbin terazisini hem dilin dizginini elde tutmaktır.
Sohbet, adabın dilidir; hürriyet, edeple taçlandığında anlam bulur.
Sohbetin bu beş disiplini -kalp temizliği, edep, sükût, muhabbet ve ölçü-
aslında bir insan ve medeniyet inşasının basamaklarıdır.
Bu ilkeleri koruyan her meclis, birer insan mektebine dönüşür.
Orada insanlar dinleyerek olgunlaşır; her biri, bir diğerinin aynasında kendini görerek terbiye olur.
ALIŞMAK VE UNUTMAK ARASINDA İNSAN
Dil âlimlerine göre insan kelimesi, Arapçada “alıştı, yakınlık gösterdi, uyum sağladı, yumuşadı” manalarına gelen enise kökünden türeyen üns masdarından gelir. Bu bakışa göre insanın temel özelliği, varlık âlemiyle yakınlık ve ünsiyet kurabilmesi, kolayca alışması, bağlanması ve uyum sağlamasıdır. Başka bir tahlile göre ise kelime, “unuttu” anlamındaki nesiye kökünden türemiş; insiyândan insana dönüşmüştür. Buradan hareketle insan unutkan bir varlıktır.
Bu iki kök arasındaki anlam irtibatı bize bir ölçü verir: İnsan, ne bâkî olan ahireti tamamen unutup fâni dünyaya bağlanmalı; ne de dünyayı tümden terk edip yalnız ahirete yönelmelidir. Üns (bağlanma–uyum) ile nisyan (unutma) arasındaki dengeyi itidal ile gözetmeli; “Sizin en hayırlınız, dünyası için ahiretini; ahireti için dünyasını terk etmeyendir.” hadisindeki ölçüyle hem dünya hem ahiret için çalışmalıdır.
İnsanın her vasfında olduğu gibi unutkanlığında da çift yönlülük vardır. Bir yönüyle unutmak nimettir: Acıların ve kederlerin hafızadan çekilmesi, yaşama sevincini diri tutar. Diğer yönüyle ise insan, çoğu kez kendisine faydalı olanı, özellikle fıtrî olanı unutmaya meyyaldir. Yaratıldığı andan beri sahip olduğu iman potansiyelini unutan yahut kasten örten, yaratılış amacından uzaklaşır. Kezâ, sonradan öğrendiği hakikatleri de unutarak Hakk’tan ve hakikatten uzak düşebilir.
Bu yüzden zikir bir hatırlama/hatırlatmadır. Kur’ân’ın isimlerinden birinin Zikir (Hatırlatıcı) oluşu ve peygamberlerin gönderiliş hikmetinin insana unuttuğu hakikati hatırlatmak olduğunu idrak ettiğimizde, zaafımıza karşı ilâhî bir takviyeye muhatap olduğumuzu kavrarız. Nitekim, “Kim ki Rahmân’ın zikrinden/hatırlatıcı olan Kur’ân’dan yüz çevirirse, biz ona bir şeytanı musallat ederiz ki o şeytan ona yakın bir dost olur” (Zuhruf, 36) uyarısı, hatıranın boşaldığı yere vesvesenin dolacağını haber verir. Allah’ı anmayı unutanların zihin ve gönüllerinde doğan boşluğu şeytânî dürtüler doldurur; bu da kulun Allah’tan uzaklaşmasına yol açar. Allah’ı unutanlar, O’nun hatırladıkları ve lütufla andıkları arasında yer alamazlar.
Buna mukabil, kul Allah’ı andığında Allah da kulunu anar; kul şükrettiğinde nimet ziyadeleşir; kul O’nun yolunda çaba gösterdiğinde yollar açılır. Kul Rabbini ve Rabbinin sevdiklerini sevince, o ölçüde sevilir, sevdirilir, sevindirilir. O’na doğru atılan her adım, kulun karşısına yaklaştıran güzellikler çıkarır. “Allah’ı unutan/O’ndan habersiz yaşayanlar gibi olmayın; Allah da onlara kendilerini unutturdu” (Haşr, 19) manasındaki ilâhî ikaz gereğince, Allah’ı unutmak, kendini yitirmektir. Buna karşılık, nefsini ve Rabbini bilen, bildiği ve tanıdığı ölçüde O’na yakın olur.
Yine Kur’ân’da, “Kim zikrimden yüz çevirirse ona (dünyada) geçim darlığı veririz ve onu kıyamet gününde kör olarak diriltiriz. ‘Rabbim! Ben dünyada gören biriydim; niçin kör olarak diriltildim?’ der. ‘Sana ayetlerimiz gelmişti; sen onları unuttun. Bugün de sen unutulanlardansın.” (Taha, 124-126) buyrularak zikirden uzaklaşmanın dünyevî–uhrevî sonuçları beyan edilir.
Buradan tekrar sohbete dönelim. Sohbet, zikir ikliminin gündelik hayattaki tezahürü, hatırlamanın müşterek mecrasıdır. Üns (yakınlık/kaynaşma) vasfımızı fıtrî mecrasına taşır; kalpler arasında rahmet bağı kurar. Nisyan (unutma) zaafımıza karşı kolektif bir hafıza ve kalbî teyakkuz üretir. Dârü’l-Erkam’dan Huzur Dersleri’ne, Baykara meclislerinden aile içi sohbetlere kadar bütün halkalar, aslında hatırlama mektepleridir. Hakikat hatırlanır, kalp hatırlar, insan kendini hatırlar. Kur’ân’ın zikir, sohbetin ise zikri hayata taşıyan hâl dili oluşu; medeniyetimizin niçin sohbet medeniyeti olduğunun da cevabıdır.
SOHBET KÜLTÜRÜNÜ NASIL DİRİLTEBİLİRİZ?
Sohbet, dün olduğu gibi bugün de insan ilişkilerini güçlendiren, hayatı anlam ve değerle besleyen en önemli kaynaklardan biridir.
Modern çağın yoğun temposu, dijitalleşme ve fertlerin içine kapanması; yüz yüze iletişimi zayıflatmış, samimi sohbetleri gölgede bırakmıştır. Sanal bağlantılar arttıkça gerçek temas azalmıştır; oysa sohbet, insana ruhî dinginlik ve aidiyet hissi kazandırır. O, modern dünyanın yalnız bıraktığı insana “sen yalnız değilsin” diyen en kadim ilaçtır.
Bu diriliş, en yakınımızdan, aile ortamından başlamalıdır. Medeniyet, evin eşiğinden içeri adım atıldığı anda başlar çünkü.
AİLE İÇİ SOHBETLER
Aile üyelerinin birbirini daha iyi anlaması, kuşaklar arası bağların güçlenmesi ve sağlıklı iletişimin gelişmesi için aile içi sohbetler büyük önem taşır.
Haftada bir düzenli sohbet saatleri belirlemek ya da her fırsatı bir sohbet imkânına dönüştürmek, fertlerin birbirini daha iyi anlamasına vesile olur; telefonların kenara konduğu, ekranların karartıldığı, sadece birbirimizin yüzüne baktığımız o kıymetli anlar…
Çocukların dil becerilerini geliştirir, büyüklerin hayat tecrübelerini genç nesillere aktarmasına imkân tanır. Nine ve dedelerin anlattıkları, en değerli aile servetidir.
Böylece aile bağları kuvvetlenir, nesiller arasında köprü kurulur.
Ortak paylaşılan sohbet ortamları, aile üyelerinin birbirine daha fazla vakit ayırmasını ve değer vermesini teşvik eder.
Bu sayede aile içinde; muhabbet, güven ve bağlılık duygusu güçlenir.
Ailede başlayan bu samimi iletişim, dış dünyada da toplumsal huzuru ve empati kültürünü besler; zira medeniyet, evin içinde başlar, her ev bir mektep, her sofra bir meclistir ve ruhumuzu doyurduğumuz bir sohbet halkası.
AKL-I SELÎM, KALB-İ SELÎM, ZEVK-İ SELÎM SOHBETLERİ
Sohbetler, insanın zihnine, kalbine ve ruhuna hitap etmelidir.
Bu yüzden sohbetin, insanın manevi ve zarafet yönünü beslemeye hizmet etmesi gerekir.
Üç boyutlu bu sohbet anlayışı, insanın bütün varlığını dengede tutan bir inşa modelidir.
Akl-ı Selîm Sohbetleri; ilim, hikmet ve düşünce merkezlidir.
İnsan aklını berraklaştırır, doğruyu arama ve olaylara geniş bir bakış açısıyla yaklaşma bilincini kazandırır.
Bu sohbetlerde felsefe, edebiyat, bilim, ahlak ve toplumsal meseleler hikmet penceresinden değerlendirilir.
Bu meclisler, hakikati arayan zihinlerin buluşma noktasıdır.
Kalb-i Selîm Sohbetleri; irfan ve manevî terbiyeye yöneliktir.
Riyâzü’s-Sâlihîn, İhyâu Ulûmi’d-Dîn gibi eserler etrafında yapılan bu sohbetler, kalbi arındırmayı,
güzel ahlakı, iç huzuru ve teslimiyeti hedefler.
Bu sohbetlerde bilgi hâle dönüşür; ilim, ahlaka sirayet eder.
Burada maksat, “bilen” değil, “olan” insan yetiştirmektir.
Zevk-i Selîm Sohbetleri; zarafet, sanat ve kültürel birikim üzerine kuruludur.
Güzel olanı takdir etmeyi, sanata duyarlılığı artırmayı, insanın estetik yönünü güçlendirmeyi amaçlar.
Bu meclislerde şiir, musiki, mimari, hat ve edebiyat konuşulur; söz, ruhu güzelleştirir.
Bir beyit üzerine derinleşmek, bir nağmeyi birlikte dinlemek, ruhu inşa eden bir ritüeldir.
BESLENME KAYNAKLARI OLMALI İNSANIN
Beslenmek yalnız bedene mahsus değildir; kalp de zihin de ruh da gıdaya muhtaçtır. İnsanın aklı ilimle, kalbi muhabbetle, ruhu ise zikir ile dirilir. Bu üç kaynak kesildiğinde insan, yaşasa da içten içe tükenir.
Her fert, bedenini doyurduğu kadar ruhunu da doyuracak temiz kaynaklar bulmalıdır:
Bir kitap, bir sohbet, bir dua halkası, bir hikmetli söz…
Bunlar, insanın iç dünyasını diri tutan manevî gıdalardır.
Sohbet meclisleri de böyledir; orada kelimeler kalbe akar, kalpler birbirinden feyiz alır.
Bir mürşidin, bir muallimin, bir ârifin sözleriyle beslenen insanın gönlü berraklaşır, düşüncesi sahihleşir, istikameti sağlamlaşır; zira sohbet, insanın iç âlemini besleyen görünmez bir rahmet sofrasıdır.
MODERN ZAMANLARDA SOHBETİN YENİDEN İNŞASI
Geleneksel sohbet meclisleri, modern dünyanın araç ve ortamlarıyla buluşturularak yeniden canlandırılabilir.
Bilimsel konuların tartışıldığı toplantılar, kültür söyleşileri, müfredat temalı irfan buluşmaları, gençlerle yapılan fikir halkaları — bunların hepsi çağın diliyle yaşatılmış sohbet örnekleridir.
Önemli olan, formattan ziyade ruhtur.
Kıraathaneler, dergâhlar, medreseler, vakıflar gibi geleneksel sohbet mekânları ise yeniden işlevlendirilerek kullanılabilir. Oralarda geçmişin sıcaklığı ile bugünün dinamizmini birleştiren canlı kültür merkezleri kurulabilir.
Bir kıraathaneyi; kitap okunan, şiir dinlenen, hakikat konuşulan bir “fikir ve irfan kahvesi”ne dönüştürmek mümkün değil mi?
Bu sayede insanlar arasındaki bilgi, duygu ve tecrübe paylaşımı artar, kelam yeniden ruh kazanır.
SOHBETİN GÜNÜMÜZDEKİ ANLAMI VE BİR MİRASI YAŞATMAK
Bugün insanlık, kelimelerin çoğaldığı fakat anlamın azaldığı bir çağın içinde yaşıyor.
Ses var, fakat söz yok. Gürültü var, ama hitap yok.
Bilgi her yerde, fakat hikmet yitik halde, bulunamıyor. Enformasyon çağında, en çok ihtiyacımız olan şey, mananın kendisi.
Ekranlar konuşuyor, kalpler susuyor. Parmak uçlarımızla mesaj atıyoruz ama gönüllerimizle dokunamıyoruz birbirimize; oysa bizim medeniyetimiz, sözün kalpten doğduğu, dinlemenin ibadet sayıldığı bir geleneğin mirasçısı.
Söz, insanın iç dünyasını aydınlatan bir kandil; sohbet ise o kandilin ışığını çoğaltan bir rahmet halkası.
Modern insan, konuşmayı biliyor; fakat konuşmanın adabını, susmanın hikmetini, dinlemenin inceliğini kaybediyor.
Kulaklar dolu ama kalpler boş; zira sohbetin kaybı, aslında kalbin kaybıdır.
Sohbet, insanın kalbiyle kurduğu bağı diri tutar, gönülleri birbirine yaklaştırır.
Dijital platformlar ve sosyal medya, doğru niyetle kullanıldığında hikmetli sözün yayılabileceği yeni mecralar hâline gelebilir; ancak ekran, hiçbir zaman gerçek bir sohbet meclisinin sıcaklığını veremez. Bugün çoğu insan camdan cama konuşuyor, kelimeler geçiyor ama gönüller buluşmuyor; oysa sohbet, candan cana kurulmuş bir köprüdür. Cam sesi iletir ve fakat can manayı taşır.
Bu yüzden her zamankinden çok, yeniden sohbet meclislerine ihtiyacımız var, kalpleri yakınlaştıran, gönülleri yumuşatan, anlamı yeniden kuran o iklime...
Bir araya gelmeye, yüz yüze konuşmaya, göz göze susmaya ihtiyacımız var; zira bir bakışın sıcaklığı, bin emojiden daha fazla şey anlatır.
Bir toplumun dirilişi, ortak bir kelamda buluşma kudretine bağlıdır.
Evlerimizde, okullarımızda, camilerimizde, kurumlarımızda yeniden sohbet halkaları kurulmadıkça kalpler arasındaki mesafe kapanmaz. Bu halkalar, en güzel kardeşlik yemini, en sıcak medeniyet köprüsü olacaktır.
Evet, bizim medeniyetimiz, bir sohbet medeniyetidir.
Bu mirası yaşatmak, yalnızca geçmişe vefa değil, aynı zamanda geleceğe bir sorumluluktur.
Gelecek nesillere bırakacağımız en değerli miras, ekranlara hapsolmuş bir dünyadan kurtulup gönüllerin birbirine açıldığı huzurlu bir iklime kavuşmak olacaktır.
Sözün diriltici gücüne yeniden inanmalı, her ortamı fırsat bilip sohbet halkaları kurmalıyız. Bir arkadaşımızla yapılan samimi bir hasbihal, bir komşu çayı, bu dirilişin ilk kıvılcımı olabilir. Hikmetli bir üslup ile sohbet kültürünü genç nesillerin dünyasına taşımalıyız.
Sohbetin aslı bir diriliş çağrısıdır.
İnsanın insana, kalbin kalbe, hakikatin söze yeniden kavuşmasıdır.
Bu çağrıyı duymak, kelimelerin gürültüsünden sıyrılıp sözün özüne yönelmekle mümkündür;
zira medeniyet, sohbet halkalarıyla yaşatılır.
Ersin Nazif Gürdoğan bir sohbetinde şöyle demişti:
“Yeni Dünyayı, sadece Batı için değil, bütün insanlık için yaşanır kılacak olanlar, ellerinde Kapital ve Milletlerin Zenginliği kitaplarını taşıyanlar değil; bir elinde Mesnevî, diğer elinde Mukaddime taşıyanlar olacaktır.”
Bu söz, iki dünyanın dengesini kuran bir medeniyet anlayışını hatırlatır.
Mevlâna’nın Mesnevî’si, insanın iç âlemini inşa eder; kalbi, ahlâkı ve duyguları terbiye eder; İbn Haldun’un Mukaddime’si ise dış dünyayı yaşanılır kılmanın, toplumu adalet ve düzen üzerine kurmanın yolunu gösterir.
İç ve dış âlem, ilim ve irfan, akıl ve kalp, dünya ve ahiret… işte bu bütünlük, bizim medeniyetimizin özüdür. Sohbet de aynı bütünlüğü temsil eder; ilmin akılla kavranan yönünü, irfanın kalple hissedilen derinliğiyle buluşturur.
Söz hem dış dünyanın düzenini kurar hem de iç dünyanın sükûnetini inşa eder.
Unutmayalım!
Her sohbet bir dua, her kelime bir iz, her gönül bir meclistir.
Belki de aradığımız huzur, yeniden kurmaya çalıştığımız o büyük medeniyet, gönülleri buluşturan bir davet ve irşad halkasında ya da bir fincan çayın etrafında kurulacak o samimi sohbette saklıdır.
Yorumlar1