İnsan insanın yurdudur
- GİRİŞ24.11.2025 12:01
- GÜNCELLEME24.11.2025 12:01
Modern dünyanın temel çıkmazı, insana biçtiği rolde saklıdır. Batı medeniyetinin insana bakışını özetleyen "İnsan insanın kurdudur." sözü, toplumsal ilişkileri bir varoluş mücadelesi, dünyayı ise sınırsız bir sömürü alanı olarak çerçeveledi. Bu zihniyet, insanı özgürleştirdiği iddiasıyla çıktığı yolda, onu yalnız, aidiyetsiz ve sürekli bir tehdit algısı içinde yaşayan "atomize birey"e dönüştürdü. Oysa bizim medeniyetimiz, insanı diğerinin kurdu değil, yurdu olarak konumlandırır. Bu, naif bir iyi niyet beyanı olmayıp ontolojik bir gerçeklik ve ahlaki bir sorumluluktur. Medeniyetimizde insan, diğeri için sığınılacak bir liman, güvenilecek bir dost, koruyacak bir kardeş, tükenmeyen bir umut ve genişleyen bir ufuktur. Yurt olma bilincimizi yeniden inşa edebilmek için insanı insana yabancılaştıran ve her türlü manevi bağı kemiren kurt zihniyetini iyi tanımak zorundayız.
Bizim medeniyetimizde yaratılmış her şey, zıddıyla bilinir, zıddıyla anlam kazanır. "Eşya zıddıyla kaimdir." ilkesi, hayatın ve hakikatin temel bir yasasıdır. Işığı anlamak için karanlığı, iyiyi tanımak için kötüyü bilmek gerekir. Doğru yanlış, güzel çirkin, dost düşman, adalet zulüm, varlık yokluk, birlik tefrika ile anlam kazanır. İşte bu yazı, maddeyi, niceliği ve görünür olanı mutlaklaştıran Batı medeniyetine karşı, mana, nitelik ve görünmeyenin hikmeti üzerine kurulu kendi medeniyet değerlerimizi, bu zıtlık üzerinden anlama ve anlatma çabasıdır. Bu karşılaştırmalı bakış, bize sadece bir eleştiri sunmakla kalmayacak, aynı zamanda "insanın insana yurt olduğu" daha adil ve daha erdemli bir dünyanın imkanlarını keşfetmemiz için bir yol haritası çizecektir.

NİCELİK MEDENİYETİ: RAKAMLARIN GÖLGESİNDE KALAN İNSAN
Batı medeniyeti, varlığının maddi temelini ve ilerleme kriterini nihai olarak sayılar, istatistikler ve ekonomik göstergeler üzerine inşa etmiş bir medeniyettir. Burada her şey ölçülebilir, tartılabilir ve rakamlara dökülebilir olmalıdır. Bir ülkenin kalkınmışlığı gayri safi milli hasılasının büyüklüğüne, bir şirketin başarısı yıllık kâr raporlarına göre belirlenir. Eğitim sınav puanına, sanat gişe hasılatına, değer fiyat etiketine indirilir; insan ise tüketim verisine dönüştürülür.
Bu zihniyette en değerli olan, rakamların yüksekliği üzerinden belirlenir; en çok satan kitap, en çok seyredilen film, en çok takipçi toplayan hesap, en çok beğeni alan fotoğraf, en çok yatırım çeken şirket, en çok tıklanan haber… Böyle bir dünyada nitelik yani bir şeyin hayırlı olup olmadığı, faydalı sonuçlar üretip üretmediği, doğruyu yansıtıp yansıtmadığı, güzeli ve hakikati taşıyıp taşımadığı, külli iyiliği mi yoksa kötülüğü mü çoğalttığı gibi kriterler, niceliğin parlak tabelaları karşısında görünmez hale gelir. Anlam, hikmet ve sahihlik geri plana itilir; yerlerini popülerliğin ve tüketim hızının geçici ışıltısı alır. Böylece “Kaç?” ve “Ne kadar?” soruları, “Niçin?” ve “Nasıl?”ın önüne geçer; insanı anlamaktan çok saymayı önceleyen hakikatten kopuk bir zihniyet ortaya çıkar.
Bu niceliksel çokluk, maddi refah getirmiş gibi görülür ve fakat bu refah, insanın manevi dokusunu, ahlaki hassasiyetlerini ve iç huzurunu adeta bir girdap gibi içine çeker. Sürekli büyüme hırsı, insanı "daha fazlası"nın kölesi yaparken insan; şirket bilançolarında bir iş gücü, pazarlama verilerinde bir tüketici, nüfus istatistiklerinde ise sadece bir numara haline gelir. Nihayetinde, kâinatı sayılara boğan bu anlayış, insanı da sayılardan bir sayıya indirgemiştir.
Bu sistemin en trajik sonucu, “değer” ile “fiyat”ın birbirine karıştırılması olur. Pahası biçilemeyen şeyler; anne duasının bereketi, kırık bir kalbi onarma çabası, helal lokmanın huzuru, bir yetimin başını okşamak, bir dostun vefası, içten bir selam ve bir tebessüm, mahcup bir teşekkür, sükûnet dolu bir akşam, gönle ferahlık veren bir sabah değersizleşirken pahalı arabalar, lüks markalar, gösterişli tatiller ve tüketimle şişirilmiş statüler hayatın nihai amacı haline gelir. Oysa dinimiz, insanın gerçek değer ölçüsünü; servet, güç, görünür başarı veya dünyevî etiketlere değil, Allah katındaki takvaya ve güzel ahlaka bağlar. Nitekim bir ayette, “Şüphesiz Allah katında en değerliniz, takvaca en ileri olanınızdır” (Hucurât, 13) buyurulurken Peygamber Efendimiz de bu takvayı ölçülebilir kılan en belirgin vasfı şu hadisiyle beyan etmiştir: “En hayırlınız, ahlâkı en güzel olanınızdır.” (Buhârî, Menâkıb 23)
Evet ilahi huzurda kıymetli olan; riyadan uzak bir iyilik, gizlice verilen bir sadaka, bir mazluma sahip çıkmak, helal kazancı tercih etmek, kul hakkından sakınmak, merhameti çoğaltmak ve kalbi selime yatırım yapmaktır. Allah’ın rızasına ve ebedî huzura ulaştıran o kapı, ederi yüksek şeylerin değil, kıymeti yüksek amellerin peşinden koşanlara açılır. Gerçek iz bırakanlar da işte bu “görünmeyen hazineleri” çoğaltanlardır.
Bizim medeniyetimiz; insanın maddi refahıyla birlikte ama ondan çok daha önce insan-ı kâmil olma yolculuğunu merkeze alır. İnsanın şerefini, komşusuna olan merhametini, mahlukata karşı sorumluluk bilincini ve Âlemlerin Rabbine karşı kulluk vazifesini de kapsayan çok daha bütüncül bir değerler manzumesi üzerine kuruludur.
Neticede, sadece rakamlardan müteşekkil bir medeniyet, ruhu besleyemez. "Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise tamamen gafildirler." (Rûm,7) uyarısına muhatap olur. Sayıların soğuk dili, kalbin sıcaklığına tercüman olamaz. İnsanı sürekli dışarıdaki göstergelerle meşgul eden bu sistem, onu kendi içindeki boşlukla yüzleşmekten alıkoyar; ancak bu kaçış geçicidir. Nihayetinde, bu medeniyet, sayılar yükseldikçe mutluluğun azaldığı, lüks arttıkça manevi yoksulluğun derinleştiği bir paradoks içinde insanı mutsuz, toplumu ise huzursuz kılmaya mahkûmdur.

VAHİYDEN KOPUŞ: SINIRLI AKLIN İKTİDARI
Batı'nın bilgi anlayışı, Aydınlanma ile birlikte epistemolojik bir darbeye maruz kaldı. "Kendin düşün!" çağrısı, özgürleştirici bir adım gibi gösterilse de zamanla mukaddes olandan radikal bir kopuşa evrildi. Vahiy, öznellik ve dogma zannıyla meşru bir bilgi kaynağı olmaktan çıkarıldı; onun yerini sadece deney ve gözleme dayanan pozitivist bir akıl aldı. Bu durum; "Yoksa siz, gerçekten gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları sadece boş yere, anlamsızca mı yarattık sanıyorsunuz?" (Mü'minûn, 115) uyarısının işaret ettiği anlam arayışından uzaklaşmak, kâinatı anlama çabamızdan Yaratıcı fikrini çıkararak yalnızca yaratılan ile sınırlı bir laboratuvara hapsolmak anlamına geliyordu.
Bu yaklaşım, teknolojik atılımların ve maddi ilerlemenin önünü açtı belki ve fakat bu sonuç, pahalı bir bedelle geldi: Bilginin kalbî, ahlakî ve metafizik boyutu sistematik olarak yok sayıldı. "Nasıl?" sorusuna cevap arayan bilim, "Niçin?" ve "Neden?" sorularını cevapsız bıraktı. Akıl, vahyin sınır çizdiği uçurumların kenarından geçerek kendi başına mutlak bir yargıç haline geldi. Sonuç, modern insanın içine düştüğü derin anlam krizi ve manevi boşluktur.
Bizim medeniyetimizde bilgi, tek katmanlı değil, çok katmanlı ve bütüncüldür. Bu sistemde duyular, akıl, kalp ve vahiy birbirini tamamlayan, dengeleyen ve zenginleştiren kaynaklardır. Akıl, bir hâkim değil, bir araştırmacı; vahiy ise onu sapkın yollara düşmekten koruyan bir kılavuz ve bir nurdur. "Müminlere hidayet kaynağı ve müjde olan (Kur’ân’ı) Allah’ın izniyle senin kalbine indiren O’dur.” (Bakara,97) Bu ayet, aklın vahiy karşısındaki asil konumunu gösterir: Anlamaya çalışmak, ama nihai hükmü Allah'a bırakmak. Kur’an ve Sünnet, hakikatin mutlak ve değişmez mihengi olarak kabul edilir; akıl ise bu ebedi ışık altında düşünmek, tefekkür etmek, anlamak ve yorumlamakla yükümlüdür. Bu, aklı reddetmek değil, tam aksine onu asli görevine kavuşturmaktır. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9) ayeti ilmi teşvik ederken, "Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun." (Hac, 46) ayeti, bilginin kalp ve takva ile olan bağını ortaya koyar. Sınırsız bir güç olmaya kalkışan akıl, en nihayetinde kendi karanlığına düşer; oysa vahyin rehberliğindeki akıl hem dünyayı inşa eden hem de ebedi kurtuluşu bulan bir araç olur. Nitekim İslam medeniyetinin altın çağında, İbn Sînâ hem tıbbı hem metafiziği, Bîrûnî hem astronomiyi hem de Kur’ân’ı anlamaya yönelik ilmî yorumlarını aynı derinlikle ele alabilmiştir. Diğer büyük isimlerden olan Fahreddin Râzî, hem kelamı hem tefsiri; İbn Rüşd, hem felsefeyi hem hukuku; Nasîrüddîn Tûsî ise hem matematiği hem ahlak ilmini büyük bir bütünlük içinde işleyebilmiştir; çünkü onlar için bilgi, Allah’ın ayetlerinin, kâinatın ve vahyin, birlikte okunmasıydı. Bu sentez, insana maddenin ve mananın anahtarını sunar ve onu anlam krizinin uçurumundan kurtararak hem bu dünyada hem de ebedi âlemde insan olmanın şerefli yoluna iletir.
HİKMETTEN UZAKLAŞAN BİLİM: ARAÇ MI, AMAÇ MI?
Bizim geleneğimizde ilim, sadece zihni dolduran soyut bir enformasyon yığını değil, kalbi arındıran, nefsi terbiye eden ve kişiyi Rabbine yaklaştıran mukaddes bir hikmet yolculuğudur. “Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir.” (Bakara, 269) ayeti, bu yolculuğun hedefini gösterir. Bu yolculukta bilginin nihai hedefi, tabiata hükmetmek değil, kendini bilmek ve bu bilgiyle ahlakı kemale erdirmektir. Tasavvuf geleneğinde sıkça dile getirilen “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hikmetli sözü de bu irfan çizgisini işaret eder. Bu bağlamda geleneğimizde bir âlim, okuyan ve okuduklarıyla güzel ahlakı besleyen, edebi ilminin önüne geçiren, ilmiyle amel eden ve çevresine fayda üreten kimsedir. Nitekim Peygamberimiz: “Allah’ım! Faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım.” (Müslim, Zikir, 73) diye dua ederek ilmin ancak amele dönüştüğü ve nefsi terbiye ettiği zaman anlamlı olduğunu öğretmiştir. “İlim, maluma tabidir.” sözü de insanın ilimle hangi hedefe yöneldiğinin belirleyici olduğunu gösterir. Allah’ı bilmekse maksat, ilim kişiyi tevazu ve huşu sahibi yapar; dünyanın imkânlarını çoğaltmaksa maksat, ilim kimi zaman kişiyi kibre ve gurura sürükleyebilir.
Batı düşüncesinde ise bilgi, çoğu zaman kuvvet olarak okunmuştur. Bu yaklaşım bilginin hükmetmenin, kontrol etmenin ve kâr etmenin bir aracına dönüşmesine yol açmış; “yapabilir miyim?” sorusunu merkeze alırken “yapmalı mıyım?” sorusunu geri plana itmiştir. Vicdandan bağımsız teknoloji, insanlığı ahlaki açıdan tehlikeli sulara sürükler. Atomu parçalayarak enerji üretmek de mümkündür; aynı ilmi kullanarak Hiroşima’ya bomba atmak da. Yapay zekâ ile hastalıklara çare bulmak da mümkündür; insana ve insanlığa kast eden projeler tasarlamak da. Bu yaklaşım, “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” (A'râf, 56) ilahi uyarısını göz ardı eder.
İlim ahlaktan, teknoloji vicdandan ayrıldığında ortaya çıkan şey medeniyet değil; mekanik bir canavarlıktır. İslam medeniyetinin özlediği ilim anlayışı, hikmeti merkeze alır. Hikmet, eşyaya ve olaylara Allah’ın koyduğu nizam çerçevesinde bakabilmek; bilgiyi yerli yerince kullanmak ve onu hayra, güzelliğe ve adalete vesile kılmaktır. Bu anlayış, ilmi dünyevi bir vesile olarak görürken onu nihai amacı olan marifetullah’tan (Allah'ı tanıma) ve takva şuurundan koparmamayı esas alır. “Allah’tan hakkıyla ancak âlimler korkar.” (Fâtır, 28) sırrı burada tecelli eder; çünkü hikmetsiz ilim, sadece boş bir gürültüden ibarettir; amacından kopmuş araç ise insanı varacağı yere değil, uçuruma götürür.

GÖRSELLİK ÇAĞI: HAKİKATİN YİTİRİLİŞİ VE TEŞHİR KÜLTÜRÜ
Batı medeniyeti, gözün mutlak hâkimiyetinde şekillenen bir dünyadır. “Var olmak, görünmekle eşdeğer” hale gelmiş ve modern çağın temel dogması böylece kurulmuştur: Görünmeyen, yok sayılır. Sanattan siyasete, tüketim kalıplarından gündelik ilişkilere kadar her alan büyük bir gösteriye, hiç bitmeyen bir sahne performansına dönüşmüş; kişinin imajı hakikatinin önüne geçmiştir.
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilirsin ne de boyca dağlara erişebilirsin.” (İsrâ, 37) ayetinin uyardığı tevazu çizgisi unutulmuş, yerine kendini sürekli sergileyen kibirli bir benlik kurulmuştur.
Bu değişim, derin hakikatlerin ve erdemlerin yerine parlak görüntülerin, süslü kabukların ve sürekli bir öz pazarlamanın geçtiği bir kültür doğurmuştur. Sosyal medya, bu teşhir kültürünün mabedi haline gelmiş; beğeniler ise sahte birer lütuf gibi sunulmuştur. İnsan artık yaşadığı ânın hakiki lezzetini düşünmek yerine, o ânı hangi açıyla daha iyi paylaşacağını hesaplar hale gelmiştir. Mahremiyet zafiyet gibi görülürken teşhir bir erdemmiş gibi takdim edilmiştir.
“Onlar ki yaptıklarını gösteriş için yaparlar.” (Maun, 6) ayeti, bu yönelişin İslami değerler sistemindeki karşılığının riya olduğunu ve çabanın boşluğunu haber verir.
Dış onaya bağımlı bu hayat tarzı, insanı kendi özünden koparan sürekli bir iç gürültüye dönüşmüş; bu gürültüde kalbin ve vicdanın sesi duyulmaz olmuştur. Kişisel değerini beğeni, yorum veya takipçi sayısıyla ölçen modern insan, giderek daha kırılgan, daha kaygılı ve kendinden daha uzak bir görünüm kazanmıştır.
“Gerçek şu ki, insan kendini yeterli görerek azar.” (Alak, 6–7) ayetindeki uyarı, bugün dijital kibir olarak kişinin kendi ürettiği sanal imajının büyüsüne kapılması şeklinde tezahür etmektedir.
Bizim medeniyetimizin insan tasavvurunda ise, insan sadece gözle idrak eden bir varlık değildir. O, kalbiyle hisseden, ruhuyla kavrayan, baktığını görme yetisiyle donatılmış bir varlıktır. “Doğrusu, gözler kör olmaz; fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur.” (Hac, 46) ayeti, hakikati gören şeyin basiret olduğunu ve o basiretten mahrum kalındığında hakikatin görülemeyeceğini bildirir.
“Ameller niyetlere göredir.” (Müslim, İmare, 155) hadisi, eylemin değerinin görünen kısmında değil, görünmeyen niyet âleminde saklı olduğuna işaret eder. Bu geleneğe göre en büyük erdemler çoğu zaman en sessiz, en gizli ve en görünmez olanlardır: Bir yetimin başını okşamak, bir garibe gizlice sadaka vermek, bir borçlunun zimem defterini kapatmak…
“Nitekim sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Ama onları gizleyerek fakirlere verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara, 271) buyruğu bu inceliği açıkça ortaya koyar.
Bu medeniyetin mimarisinde bile mahremiyet vardır; içe dönük avlular, gösterişten çok sükûnete; dış gözün ısrarından çok iç dünyanın derinliğine verilen değerin işaretleridir. Bugün yeniden inşa etmek zorunda olduğumuz şey, tam da budur: Görünmeyenin haysiyetini, sessizliğin kudretini ve hakikatin hiçbir vitrine sığmayacak kadar derin olduğunu hatırlamak.
DİJİTAL VİTRİNLER VE İNSAN KALABİLME SINAVI
Dijital çağ, teşhir kültürünü küresel ve her an ulaşılabilir bir arenaya taşımıştır. Sosyal medya platformları, her birimizi sürekli performans sergileyen bir oyuncuya; özel hayatlarımızı ise seyirciye sunulan, reytinge endeksli bir şova dönüştürmüştür. Burada değer, bir düşüncenin derinliğiyle değil bir paylaşımın aldığı beğeni sayısıyla; bir insanın karakteriyle değil takipçi sayısıyla ölçülür hale gelmiştir. İnsan, kendisi olmak yerine giderek kurguladığı dijital benliğinin başkalarının gözünde nasıl göründüğüyle meşgul olmaya başlamıştır.
Böylece görünürlük ile değerlilik arasındaki bağ, zihnimizde hastalıklı bir biçimde sıkılaşmış; yaşadığımız ânın hakiki lezzeti, onu hangi filtre ve açıyla belgeleyeceğimiz kaygısına kurban gitmiştir. Gerçek anıların yerini dijital arşivler almıştır.
Bu kuşatma altında insan kalabilmek, çağımızın en büyük sınavlarından biridir. Cengiz Aytmatov’un veciz ifadesiyle, “Bir insan için en zor şey, her gün insan kalabilmektir.” Bu söz bugün hiç olmadığı kadar derin bir anlam taşımaktadır; çünkü dijital dünya, insanı insan yapan temel vasıflardan; iç gözlemden, deruni hüzünden, samimi ilişkilerin kırılganlığından uzaklaştırarak onu yüzeysel ve duyarsız bir tüketiciye dönüştürme tehdidi taşımaktadır.
Kur’an-ı Kerim insanın gerçek değerini şöyle bildirir:
“Andolsun, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 4)
Ahsen-i takvîm, süslü bir profil resminde değil, Cenab-ı Hakk’ın insana bahşettiği görünmez ruh ve fıtrattadır. Bu mücadelede atılacak adımlardan bazıları şunlardır:
Kişisel Düzeyde; sadece bir dijital diyet değil, daha köklü bir dijital temizlik anlayışı geliştirmek zorunludur. Bu neyin, ne zaman ve nasıl paylaşılacağına dair bir niyet muhasebesi, sosyal medyada geçirilen süreye dair bilinçli sınırlar ve dikkati toplama kudretini yeniden kazanmayı gerektirir; zira üretkenlik ve iç huzur, ancak sürekli uyaranlardan uzaklaştığımız sessiz anlarda filizlenir.
“İnsanın kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, Müslümanlığının güzelliğindendir.” (Tirmizî, Zühd, 11) hadisi, bu anlamda yol gösterir.
Ailevi Düzeyde; evler, dijital kuşatmanın değil; sohbetin, kitabın ve bir arada olmanın hüküm sürdüğü sığınaklar haline getirilmelidir. Akşam yemeklerinde telefonları masadan uzaklaştırmak gibi küçük ama anlamlı ritüeller, aile bağlarını güçlendirecek ve çocuklara şu ilahi uyarının ruhunu hissettirecektir:
“…Birbirinizle olan bağınızı koparmayın…” (Âl-i İmrân, 103).
Toplumsal Düzeyde; eğitim sisteminin merkezine test puanlarını değil; ahlakı, merhameti, empatiyi ve eleştirel düşünmeyi yerleştirmek hayati önem taşır. Çocuklara algoritmaların nasıl işlediğini, dikkatimizin nasıl bir ticari metaya dönüştürüldüğünü öğretmek, onları pasif kullanıcı olmaktan çıkarıp bilinçli ve dirençli fertler haline getirecektir.
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9) ayeti, bilginin teknik bir beceriden ibaret olmadığını; dijital dünyanın tuzaklarını fark edecek bir basiret ve feraset gerektirdiğini hatırlatır.
“Ey iman edenler! Eğer Allah’tan sakınırsanız O size bir furkan (hak ile batılı ayırt eden bir anlayış) verir.” (Enfâl, 29) ayeti ise, bilginin ancak takva ve ahlakla birleştiğinde hakikati gösteren bir nura dönüştüğünü bildirir.
Nihayetinde mahremiyet bilincimizi güçlendirerek hayatlarımızın en kıymetli anlarını bir sergi malzemesi haline getiren bu kültüre karşı kolektif bir direnç geliştirmeliyiz. Unutmamalıyız ki paylaşmadığımız, sadece yaşadığımız anlar; belki de en sahici, en kalıcı ve en insani olanlardır; çünkü en büyük hazineler: “Sağ elinin verdiğini sol elin bilmeyecek kadar gizli kalanlardır.”
HUKUK: İLAHİ ADALET Mİ, BEŞERÎ ÇIKAR MI?
Batı hukuk sistemleri, kaynağını büyük ölçüde beşer aklının zaman içindeki değişken yargılarından, sosyal sözleşmelere dayalı toplumsal mutabakatlardan alır. Bu, gücü ve bilgiyi elinde bulunduranların, sermayenin ve geçici popüler eğilimlerin çıkarları doğrultusunda yasaların şekillenebileceği, hatta çarpıtılabileceği anlamına gelir. Bu sistemde hukuk, çoğu zaman çoğunluğun tiranlığının ya da seçkinlerin konsensüsünün meşruiyet aracına dönüşebilir. Nitekim İsmet Özel’in ifade ettiği gibi, "Bir yahudinin dünyanın her yerinde rahat yaşayabilmesi için gerekli şartlara insan hakları derler." Bu tespit, Batı'da "evrensel" addedilen hukuk ve insan hakları söyleminin, aslında tarihî ve kültürel olarak belirli bir amaca ve gruba hizmet edecek şekilde kurgulanmış olduğuna dair çarpıcı bir eleştiridir. Bu çerçevede faizin tüm dünyada meşru ve hatta sistemin temel taşı bir finansman aracı olarak kabul görmesi, bu durumun en somut örneklerindendir. Benzer şekilde, tarih boyunca köleliğin, sömürgeciliğin ve ırk ayrımcılığının belli dönemlerde "yasal" olması, beşeri hukukun nasıl derin ahlaki çıkmazlara sürüklenebileceğinin kanıtıdır.
İslam medeniyetinde ise hukuk yani fıkıh, ilahi iradenin bir nevi yeryüzündeki tecelligâhıdır. Kaynağı vahiydir ve onun yaşayan tefsiri ve pratik uygulaması olan Sünnet'tir. Bu köken, onu keyfi değişikliklerden, güç sahiplerinin geçici heveslerinden ve popülizmin dalgalarından koruyan sabit, mutlak ve evrensel bir mizan kılar. Bu, hukukun göreceli değil, hakikate dayalı olduğu anlamına gelir.
Bu sistemin en somut tezahürlerinden biri, Batı'daki "insan hakları" kavramından çok daha derin ve hassas olan "kul hakkı" mefhumudur. Bu mefhum, hakları ihlal edilen bir insanın, hakkını affetmediği sürece, en nihayetinde o hakkın sahibini Allah Teâlâ’nın affetmeyeceğini belirtir. Bu, insan haklarını, sadece dünyevi bir yargılamanın değil, ahireti de kapsayan metafizik bir sorumluluğun konusu yapar ve onu dokunulmaz kılar. İslam Hukuku, belirli bir grubun değil, her bir kulun, hatta her bir varlığın hakkını, onun Yaradan'ına karşı olan sorumluluğunun bir parçası olarak güvence altına alır. Dolayısıyla adalet, sadece mahkeme salonlarında aranması gereken sınırlı bir kavram değildir. O, çarşıda alışveriş yaparken, pazarda tartarken, aile içinde hakları paylaşırken, yönetimde karar verirken, kısacası hayatın her anında ve her zerresinde gözetilmesi gereken en yüce ahlaki erdem ve en temel toplumsal sorumluluktur. Hukuk, adalet temelinde erdemli bir toplum inşa etmek için vardır.
TABİAT: SÖMÜRÜLECEK META MI, İLAHİ BİR EMANET Mİ?
Batı'nın nicelik, çıkar ve sınırsız büyüme odaklı zihniyeti, kâinatla olan ilişkimizi kökten bir sömürü düzenine dönüştürdü. Tabiatı, zorla hizaya getirilmesi gereken bir varlık olarak gören anlayış; bilim ve teknolojinin tabiata yaklaşımına da damgasını vurdu. Bu bakışta ormanlar sadece kereste, nehirler hidroelektrik güç, toprak altı kaynaklar ise sınırsız bir kâr deposu olarak anlam kazandı. Tabiat, sessiz ve dilsiz bir meta haline getirildiği için ona karşı her türlü şiddet meşru görüldü.
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; Allah da yaptıklarının bir kısmını onlara tattırır ki belki dönerler.” (Rûm, 41) ayeti, bugün yaşadığımız ekolojik krizin yalnızca çevresel değil, insanın kendisiyle, Rabbiyle ve kâinatla kurduğu yanlış ilişkinin bir sonucu olduğunu hatırlatmaktadır.
Bu yanlış ilişki biçiminin neticesi ise hepimizin şahit olduğu biyolojik çeşitlilik kaybı, hızlanan iklim değişikliği ve nihayetinde ekolojik bir kıyamet tablosudur.
Bizim medeniyet perspektifimizde her bir insan, yeryüzünde bir halifedir.
“Hatırla ki Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti.” (Bakara, 30)
Bu makam, tabiata hükmetme arzusundan uzak; onu koruma, geliştirme, ıslah etme ve emanet bilinciyle yönetme sorumluluğunu yükler. Buradaki ilişki, üstünlük iddiasıyla kurulan bir bağ olmaktan öte koruyucu bir emanet şuuru üzerine inşa edilen bir yakınlıktır. Bu perspektifi besleyen birkaç temel sacayağı vardır:
Tabiat, ayetlerden oluşan bir kitaptır. Ağaç, su, hayvan, dağ ve toprak; göklerde ve yerde olan her şey, sıradan maddi unsurların ötesinde Allah’ın kudretini, sanatını ve güzel isimlerini yansıtan birer ayettir.
Tasarruf ve israf haramdır; İslam, israfı kesin bir dille haram kılarak, kaynakların sınırsızca tüketilmesinin önüne ahlaki bir set çeker. Buna karşılık, kanaat ve şükür, en yüce erdemlerden sayılarak, insanı sürekli "daha fazlasını" isteme hırsından kurtarır.
Tüm varlıklar Allah'ı tespih eder; Kâinata dair bu ontolojik bakış, insanı, etrafındaki tüm varlıklarla manevi bir kardeşlik ve ortak bir amaç bağıyla ilişki kurmaya davet eder.
Koruma kültürü ve canlılara merhamet esastır; ecdadımız, bu anlayışın somut tezahürü olarak vakıflar tesis etmiş, neticede İslam medeniyetinin tabiat tasavvuru, onu bir sömürü nesnesi değil, üzerinde haklar bulunan, korunması gereken ve içinde ibretle dolaşılacak bir emanet olarak görür. Modern ekolojik krize çözüm, belki de bu kadim ve deruni bakış açısını yeniden keşfetmekten geçmektedir.
TOPLUM: BİREYLER TOPLAMI MI, MİLLET VE ÜMMET BİLİNCİ Mİ?
Batı’nın Aydınlanma sonrası benimsediği aşırı bireycilik, toplumu ortak kaderi paylaşan bir bütün olmaktan çıkarıp sözleşmeyle bir araya gelmiş yalnızlar yığınına dönüştürdü. Bu anlayış, zamanla aileyi zayıflattı, komşuluğu inceltti, toplumsal dayanışmayı eritti; özgürleştirdiğini iddia ettiği insanı aidiyetsiz ve korunaksız bir yalnızlığa sürükleyerek İbrahim Kalın’ın ifadesiyle atomize birey paradoksunu doğurdu: “Atomize edilmiş modern birey, parçalara ayrıldıktan sonra bir araya gelemeyen ve bu yüzden de sürekli arıza veren bir makine mesabesine indirgendi… Aklı, kalbi, vicdanı, sezgisi, irfanı ve merhameti parçalara ayrılmış bir organizmanın çevresiyle, insanlarla, evrenle ve Tanrı’yla sağlıklı bir ilişki kurması mümkün mü?”(Açık Ufuk, Sh13)
Bizim medeniyetimiz bu parçalanmışlığa karşı insanı bütüncül bir varlık olarak kavrayan bir toplumsal model sunar. Toplum, seküler bir sözleşmenin değil, emanet, kardeşlik ve aidiyet bilincinin kurduğu canlı, organik bir yapıdır. Millet ve ümmet bilinci, kişiyi dar bireycilikten çıkarıp “biz” şuuruna yükseltir. “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurât, 10) ayeti, insanı parçalayan bireycilik yerine, insanı insan yapan toplumsal bağları merkeze alır. Aile, Kur’ân’ın “mîsâk-ı galîz” (Nisâ, 21) diye tarif ettiği, ağır ve karşılıklı sorumluluklarla örülü ilahî bir ahitleşmedir. Komşuluk, bir sosyal güvence ağıdır; “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” hadisi, bu toplumsal dokunun en yalın ölçüsüdür.
Sonuçta Batı, birey diyerek ferdi toplumdan soyutlayıp özgürleştirdiğini zannederken onu yalnızlığa terk etmiştir; İslam medeniyeti ise insanı toplum içinde eritmeden, onu aidiyetler ve sorumluluklar ağı içinde konumlandırarak ona şahsiyet, güven ve merhametle kuşatılmış bir varoluş zemini kazandırmıştır. Bu bağlamda bizim toplum anlayışımız, ferdi yok saymadan, tam aksine onu toplum içinde yücelten bir bütünlük fikrine dayanır.
İNSAN İNSANIN YURDU, HUZURU, UMUDU VE UFKUDUR
Batı felsefesinin temel kabullerinden biri olan “İnsan insanın kurdudur.” anlayışı, insan tabiatını çatışma, güvensizlik ve rekabet üzerinden tanımlar; bu da sömürgeciliği, kültürel yok oluşları ve başka coğrafyaların talanını medenileştirme adı altında meşrulaştırmıştır. Bu zihniyet, insanı insana tehdit olarak konumlandırarak modern çağın parçalanmış, yalnız ve yönsüz yığınlarını üretmiştir. Oysa Kur’an-ı Kerim’de sunulan perspektif çok daha farklıdır: “Ey insanlar! … Birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurât, 13) Bu bakışta insanlık ailesinin birer ferdi olarak insanlar birbirlerinin düşmanı olarak yaratılmamışlardır.
Medeniyetimizin özü, bu parçacı ve çatışmacı insan tasavvuruna karşı “İnsan insanın yurdudur” ilkesini merkeze alır. Bu ilke; zekât ve infakla serveti adaletle dolaşıma sokar (Zâriyât, 19), kardeşlik ahdiyle toplumsal bağları akrabalık düzeyine yükseltir (Hucurât, 10), misafiri ilahî bir emanet görür ve komşuluk hakkını müminliğin en hassas ölçülerinden biri sayar. Böylece toplum; merhamet, vefa ve sorumlulukla örülü bir güven ağı haline gelir.
Bu yurtluk perspektifi, bizi yalnızca kendimiz, ailemiz veya milletimiz için değil; gönül coğrafyamızın tamamı ve bütün insanlık için sorumluluk üstlenmeye çağırır.
Gayemiz, birbirimizin imtihanını zorlaştırmadan; birbirimize yurt, huzur, umut ve ufuk olabilmektir. Darda kaldığında sığınılacak bir huzur kapısı, karanlıkta yön gösterecek bir umut ışığı ve yolculuğunu anlamlandıracak bir ufuk hâline gelebilmektir.
İnsan; insana yük olmaktan çıkıp omuz veren bir kardeş, gönül açan bir dost, düşüşte el uzatan bir refik hâline geldiğinde medeniyet filizlenir. Bizim çağrımız da tam budur: Birbirimizin yolunu tıkayan davranışları bırakıp yolu açan bir anlayışı; tüketen tavırları geride bırakıp birbirimizi büyüten bir bilinci yerleştirmek.
İnsanları birbirine emanet kılan bu ilke, sömürgeciliğin “kurt” zihniyetine karşı medeniyetimizin insanlığa yönelttiği en kadim, en kuşatıcı ve en vicdanlı itirazdır.

SÖMÜRGECİLİK: TAHRİP VE TÜKETİM FELAKETİ
Sömürgecilik, “İnsan insanın kurdudur” anlayışının siyaset sahnesine yansıyan acımasız biçimidir. Açgözlülük, ırkçı üstünlük iddiası ve kaynakları tek taraflı ele geçirme arzusu üzerine kurulan bu zihniyet; yerli halkları haşa insan altı varlıklar gibi görerek dillerini ve kültürlerini yok etmiş, doğal kaynakları tüketmiş, yapay sınırlarla toplumları bölerek çatışmalar üretmiştir. Bu, “tahrip ve tüketim” medeniyetidir ve ardında çorak topraklar, yoksullaştırılmış halklar ve derin acılar bırakmıştır.
Bizim medeniyetimizde fetihler; ıslah, ihya, imar ve inşanın tarihidir. Fetih; zulümler son vermek, adaleti tesis etmek, gönüller kazanmak ve medeniyet inşa etmektir. “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik.” (Fetih, 1) ilahi beyanı, fethin sadece bir şehrin, bir ülkenin değil, kalplerin İslam’a açılması ve insanlık ufkunun genişlemesi olduğunu hatırlatır. Tevhid kökleri üzerinde yükselen bu fetih anlayışı; adaleti gövdesi, merhameti dalları, huzuru meyvesi olan bir ağaç gibidir. Onun gölgesinde herkes güvenle yaşar.
Bu ruh, tarih boyunca çeşitli kurum ve uygulamalarla somutlaşmıştır. Osmanlı’nın farklı inanç ve kültürleri asırlarca barış içinde yaşatan Millet Sistemi, “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256) ayetinin siyasette ete kemiğe bürünmüş halidir. Fethedilen topraklarda inşa edilen camiler, medreseler, kervansaraylar ve şifahaneler; fethin niyetinin hâkimiyetten uzak kalıcı hizmetler götürmek ve o toprakları şenlendirmek olduğunu gösterir. Hz. Ömer’in Kudüs’te gayrimüslimlere verdiği güvence fermanı ise “Şüphesiz ki Allah adaleti, ihsanı emreder.” (Nahl, 90) ayetinin en berrak tefsiridir.
Bu büyük miras bize şunu öğretir: Gerçek fetih, gönüllerin fethidir; gerçek hâkimiyet, adalette ve merhamette tecelli eder. “Bir insanı kurtarmak, bütün insanlığı kurtarmak gibidir.” (Mâide, 32) ilkesinin, “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.” (Buhârî, Edeb, 69) ölçüsünün mirasçıları olarak bizim görevimiz; ıslah, ihya, inşa eden ve insanlığa nefes olan bir medeniyet anlayışını sürdürmektir. Bugünün dünyasında bu görev; savaşların, zorunlu göçlerin ve küresel eşitsizliklerin ortasında mazluma el uzatmayı, dijital çağın soğuk rekabeti içinde insanın haysiyetini korumayı, çevresel tahribatın arttığı bir dönemde emaneti gözeten bir bilinci yeniden diriltmeyi zorunlu kılar. Bugün fetih dünyayı eğitimle iyileştirmek için bir çocuğun yüreğine özgüven ve cesaret taşımak, bir insanı cehaletten ve umutsuzluktan kurtarmak, bir öğretmeni adaletin ve merhametin temsilcisi haline getirmek ve bir toplumu ilimle ve erdemle ihya etmektir.
NİHAİ ÇAĞRI: DAHA ADİL VE DAHA ERDEMLİ BİR DÜNYA İÇİN
Bugün, insanın insana yurt olabildiği, sömürünün değil adaletin hâkim olduğu bir dünya hayalini yeniden kuracaksak eğer bu, ancak bir medeniyet tasavvurunun yeniden inşası ile mümkün olabilir. Batı medeniyetinin açmazlarına bir tepki olmaktan öte kadim ve köklü değerlerimizden neşet eden özgün ve diri bir alternatifi hayata geçirme çabasıdır. Bunun yolu, mirasımızın temel taşları olan merhamet, adalet ve dayanışmayı, modern dünyanın imkân ve meydan okumaları içinde yeniden tecelli ettirmekten geçer. Bu diriliş, şu temeller üzerinde yükselecektir:
Şahsiyette: Parçalanmış Bireyden Erdemli İnsana
Medeniyet inşası, önce insanın kendi iç dünyasında başlar. Modern sistemlerin ürettiği tüketici ve parçalanmış birey tipinin aksine, hedefimiz; iradesine sahip, nefs muhasebesi yapabilen, edep ve merhametle donanmış, “ben” yerine “biz” diyebilen erdemli bir insan profili ve bir şahsiyet modelidir. Erdemli toplumun temeli erdemli fertlerdir; bu sebeple şahsiyet inşası, tüm diğer alanların temelini oluşturan asıl zemin, medeniyetin başlangıç noktasıdır.
Düşünce ve Dilde: Taklitten Tahkike Kendimiz Olmak
Bir medeniyetin zihnî bağımsızlığı ve sürekliliği, kendi kavram dağarcığını üretebilmesi ve kendi düşünce dilini kurabilmesiyle doğrudan ilişkilidir. Bugün düşünce dünyamız, Batı'nın ürettiği kavramların pasif alıcısı konumuna düşmüş ve bu durum zihinsel bir sömürgeye yol açmıştır. Bu bağımlılıktan kurtulmanın yolu, kendi kültür ve medeniyet dünyamızdan neşet eden özgün kavramlarımızı modern meseleleri açıklamak için yeniden işler hale getirmek ve taklit yerine tahkiki, tüketen bir nesne olmak yerine üreten bir özne olmayı esas almaktır.
Maariften Marifete: Bilgi Çölünden Hikmet Vahasına
Modern eğitim, "insan-ı kâmil" idealinden uzaklaşarak eğitimi sadece meslek edindiren teknik bir sürece indirgemiştir; oysa hakiki maarif, bilgiyi beceriye dönüştüren ve erdemle buluşturan, teknolojiyi vicdanla dengeleyen ve nihayetinde insanı kendisine, Rabbine ve kâinattaki yerine dair anlam arayışına yönlendiren bir yolculuktur. Bu yolculuğun mihenk taşı, öğretmenliği salt bir meslek memurluğu olmaktan çıkartıp gönüllere dokunan mürşit öğretmenlik kıvamına yükseltmektir. En mükemmel müfredat, ancak onu hayat veren bir nefesle öğrenciye ulaştıran adanmış bir mürşit öğretmenin şahsiyetinde anlam kazanır. Bu eğitim süreci, kara tahtayı ve sınıfın duvarlarını aşan, hayatın tüm alanlarına nüfuz eden ve beşikten mezara uzanan bir hayat boyu öğrenme modelini benimsemektir. Bu modelde toplum, sürekli olgunlaşan fertlerden müteşekkil canlı bir organizmaya dönüşür.
Sanatta: Zarafet Dilini Yeniden Kuşanmak
Bir medeniyet, mimarisi, musikisi ve edebiyatıyla konuşur. Batı estetiğinin çoğu zaman kaosa ve tüketim zevkine hitap eden yönlerine karşı bizim sanat anlayışımız; güzelliği (hüsn), hakikatin bir tezahürü olarak görür. Sanat, sadece bir süs veya tüketim nesnesi değil, insan ruhunu tekâmüle sevk eden, ona Allah'ın güzel isimleri esmaül hüsna’yı hatırlatan bir vasıtadır. Mimarimizdeki tevazu ve uyum, hat sanatımızdaki disiplin ve hürmet, musikimizdeki hüzün ve aşk, bu ruhani zarafetin tezahürleridir. Hedefimiz, modern dünyada bu zarafet dilini yeniden kuşanmak ve insanlığa, huzur veren, ruhu inşa eden bir güzellik anlayışı sunmaktır.
İktisatta: Paylaşım Ekonomisinden Rızık Bilincine
Modern iktisat anlayışı, daha fazla tüketim dayatmasıyla insanı maddi bir açgözlülüğe sürüklerken manevi bir yoksunluğa mahkûm etmiştir. Buna karşılık, İslam medeniyetinin öngördüğü model, iktisatı yani israf etmemeyi ve kanaati merkeze alan bir rızık bilincidir. Bu bilinç, zekât ve infak gibi araçlarla servetin belirli ellerde tekelleşmesini engeller; benim olan mülkiyet anlayışını, emanet olan şuuruyla dengeler. Nihai hedef, paylaşımın, helal kazancın ve sosyal adaletin hüküm sürdüğü bir düzendir. Bu düzen, çalışanın hakkını gözeten, israftan kaçınan, helal ve tayyib ölçüsüne riayet eden yerli üretimi zorunlu kılar. Bu anlayış, ulusal sınırlar içinde kapanmaz; küresel sorumluluk üstlenir ve evrensel bir adalet bilinciyle iktisadımıza ahlaki bir şahsiyet kazandıran bütüncül bir vizyon oluşturur.
Teknolojide: Nesne Olmaktan Özne Olmaya
Batı medeniyetinde teknoloji, kontrol etme ve hükmetmeye odaklanarak gücün nihai ifadesi haline gelmiş; bu da onu ahlaktan yoksun, insanı araçsallaştıran ve kâinatı tahrip eden bir tehdide dönüştürme riski taşımaktadır; oysa bizim medeniyetimizde teknoloji asla bir amaç olamaz, insanın yeryüzündeki sorumluluğunu yerine getirmesine yardımcı olacak bir vasıtadır. Bu bakış açısı, teknolojiyi üç temel soruya tabi tutar: İnsanı daha merhametli ve şuurlu kılıyor mu? Toplumsal bağları güçlendiriyor mu? Kâinata ve insanlığa karşı sorumluluğumuza hizmet ediyor mu?
Bu soruların rehberliğinde teknolojiyi insanlığın hayrına yönlendirecek ana ölçütler öne çıkar:
Mahremiyet, adalet ve iktisat gibi değerleri algoritmaların temel kodlarına işleyerek ahlaki tasarımı merkeze almak;
Verilerin sömürgeci tekellerin elinde bir metaya dönüşmesini engelleyen bağımsız ve güvenli bir dijital altyapı kurmak;
Teknolojiyi insanı makineleştiren bir araç olmaktan çıkarıp, tefekkür ve merhamet gibi insani vasıfları güçlendirecek şekilde insanileştirmek;
Toplumu teknolojinin pasif tüketicisi değil, eleştirel ve şuurlu bir kullanıcısı haline getirecek bir dijital seferberlik başlatmak.
Hukukta: Haklının Yanında, Helalin Peşinde
Hukuk, kuralar bütünü olmanın ötesinde toplumsal ilişkileri adalet ve hakkaniyet üzere inşa eden canlı bir organizmadır. Diğer alanlarda üretilen erdemleri, toplumsal hayatta bağlayıcı bir güvenceye dönüştüren temel omurgadır. Beşerî iradenin ve geçici çıkarların ürünü olan seküler hukuk sistemlerinin aksine helal olanla yasal olanın buluştuğu bir hukuk anlayışı, hukuku sadece bir düzen sağlama aracı olmaktan çıkarır ve onu erdemli bir toplum inşasının en kritik vasıtası haline getirir. Bu anlayışın en somut tezahürü, Batı'daki insan hakları kavramından çok daha derin ve hassas olan kul hakkı mefhumudur. Bu mefhum, hakları ihlal edilen bir insanın, hakkını affetmediği sürece en nihayetinde Allah'ın affetmeyeceği bilinci üzerine kuruludur. Bu, hukuku dünyevi bir yargılamanın konusu olmanın ötesine taşıyıp ahireti de kapsayan metafizik bir sorumluluğun konusu yapar. Nitekim medeniyetimizde adalet; mahkeme salonlarının dışına çıkıp çarşıda, pazarda, ailede ve yönetimin her kademesinde gözetilmesi gereken en yüce ahlaki erdemdir. Güçlünün hukukunu değil, haklının hukukunu savunmak, toplumsal barışın en güçlü teminatıdır.
Medeniyet Bilincinde: Parçalanmışlıktan Ümmetin Diriliş Şuuruna
İslam dünyasının en büyük zafiyeti, derin bir tefrika halidir. Mezhep, ırk ve coğrafi sınırlar, birer zenginlik unsuru olmaktan çıkıp ne yazık ki çatışma alanlarına dönüşmüştür. Bu parçalanmışlıktan kurtuluş, ancak millet ve ümmet bilincini yeniden kuşanmakla mümkündür. Bu, farklılıkları yok saymadan, onları bir mozaiğin renkleri olarak görüp ortak hedefler ve değerler etrafında kenetlenmektir. Bu dirilişin temel taşı, yüksek idealleri temsil ve icraatta görünür kılmaktan geçer. Eğitimden kültüre, hayatın her alanında medeniyet kodlarımıza uygun çözüm ve modelleri pratiğe geçirmek esastır. Bu süreç, güçlü bir iç dayanışmayı gerektirdiği kadar gönül coğrafyamızın diğer paydaşlarıyla ilişkiyi, bir ümmet hassasiyeti ve insanlığa karşı ortak sorumluluk bilinciyle kurmayı da zorunlu kılar. Tüm insanlıkla ilişki ise kendi değerlerimizden taviz vermeden, adalet, merhamet ve barış gibi insani değerler etrafında ortak bir dil ve ahlak inşa etmekten geçer.
Kuvvetli şahsiyet inşası, özgün düşünce dili, hikmetli maarif, zarif sanat, adaletli iktisat, ahlaklı teknoloji, helal hukuk ve erdemli siyaseti birbirini tamamlayan bir bütün olarak inşa ettiğimizde maddenin esaretinden kurtulabilir, mananın hâkim olduğu bir dünyanın temellerini atabiliriz. Bu, insanlık ailesine sunulmuş yeni ve erdemli bir medeniyet sözleşmesidir.
Nihai hedefimiz, “İnsan insanın kurdu değil, yurdudur.” ilkesini hayatın her hücresine nüfuz etmiş bir gerçekliğe dönüştürmektir. Bu; kötülük ve zulüm kastıyla hareket edenler dışında, her bir insanın diğeri için tehdit değil sığınak, hasım değil insanlıkta kardeş olduğu daha adil ve daha erdemli bir dünya düzeni kurmak demektir. Bu yolda atılan her adım, Batı’nın kurt olup kemiren ve sömüren zihniyetine karşı bizim yurt olan, iyileştiren ve büyüten medeniyetimizin en anlamlı cevabı, en sessiz fakat en derin zaferi olacaktır.
Ahmet Türkben
Yorumlar1