Değişim içeriden başlar: Hoşça bak zâtına…
- GİRİŞ01.12.2025 11:58
- GÜNCELLEME01.12.2025 11:58
“Hayat
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgâr.
Ona kendimi sonradan ben ekledim
pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu
ham yüreğin pütürlerini geçtim
gövdemi alemlere zerk ederek
var oldum kayrasıyla Var edenin
eşref-i mahlûkat
nedir bildim.”
Şair İsmet Özel, kendi ihtida öyküsünün ipuçlarına işaret ettiği otobiyografik şiiri Amentü’de hayatın kaim olduğu o dört unsurun içine bir cevher gibi, "insan"ı da yerleştirmiş; pişirilmiş çamurun karanlık korkusundan, ham yüreğin pütürlü yollarından geçerek kendini "aleme zerk edişini" anlatmıştı. Bu, sadece kişisel bir hikâye değildi elbette, hepimizin ortak yolculuğunun şiirle damıtılmış haliydi. Nihayetinde, "Var edenin kayrasıyla" var olup eşref-i mahlûkat olduğumuz, yani yaratılmışların en şereflisi payesini taşıdığımız idrak edilmeden hayatın hiçbir anlamı olmayacağını şairane bir hikmetle beyan etmişti.

Amentü’ye inananların itikadında kâinatta var olan her şey insan için, insan da sadece âlemlerin rabbine kul olmak amacıyla imtihan için yaratılmıştır. Bu, kâinat çapında bir gayelilik ve bizim için çizilmiş muazzam bir istikamettir.
Eşref-i mahlûkat olma unvanı, insana basit bir iltifat değil, kâinatın en büyük emanetinin yüklenişidir. Kur’an-ı Kerim, bu emaneti yüklenişimizi şöyle tasvir eder: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb, 72). İnsan bu kulluk emanetini yani akıl, irade, hürriyet ve vicdan nimetleriyle hakikati bulma ve yaşama sorumluluğunu üzerine almıştır. Bu emaneti taşıyanın ya eşref-i mahlûkat mertebesine yükselmesi ya da nefsinin karanlığıyla zalim ve cahil bir hale düşmesi, işte bu kutlu yükü taşıyamamanın tabii sonucudur. Emanete sahip çıkmak; topraktan gelen beşeriyetimizi ruhun nuruyla terbiye edip yeryüzünde adaletin şahidi olmaktır.
TOPRAK VE RUH ARASINDA: İNSANIN ÇİFTE KANADI
İnsan, adeta iki ayrı iklimden mürekkep bir âlem gibidir: Maddi/fizikî ve manevî/ruhî. Beşer ve Âdem kavramları, işte bu iki yönümüzün sembolüdür. Beşer; “deri, derinin görünen kısmı, bir şeyin güzelliğiyle ortaya çıkması” anlamlarından hareketle topraktan gelen, acıkan, susayan, yorulan, yani bedenimizin ve dünyevi tabiatımızın remzidir. Âdem ise insana üflenen o ilahî nefhadan süzülen; düşünen ve konuşan bir varlık olmamızın yanı sıra edep, şefkat, merhamet, cömertlik, iyilik, adalet ve güzel ahlak gibi yüce vasıflarla bizi diğer tüm varlıklardan farklı ve üstün kılan özelliklerimizdir. Bu vasıflar, emaneti taşıyabilmemiz için gerekli olan manevî kapasitemizin işaretleridir.
Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Âdem’in yaratılışı anlatılırken topraktan yaratılma aşamasında “beşer” kelimesinin kullanılması; insandaki fizikî yönün, bedensel kalıbın ve maddî tarafın vurgulanmasına işaret eder. “Bir gün Rabbin meleklere şöyle dedi: “Balçıktan bir beşer yaratıyorum, Organlarını tamamlayıp içine ruhumdan üfleyince ona secdeye kapanın.” (Sâd, 71-72) İlâhî ruh üflendiğinde ise insan akıl, idrak ve iradeyle güzelleştiği için “Âdem” adıyla anılır. Böylece insanın, ruhla buluştuğu anda meleklerin secde ettiği bir üstünlük makamına yükseldiği anlaşılır: “Andolsun, biz sizi yarattık; sonra size suret (biçim) verdik; sonra meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dedik. Onlar da İblis dışında secde ettiler; o ise secde edenlerden olmadı.” (A’râf, 11)

Eşref-i mahlûkat olan ve Rabbimizin bu derece kıymetlendirdiği insan, fıtratına yüklenen manevî donanıma uygun biçimde; vahyin aydınlattığı bir akıl ve ruhla hareket ettiğinde “Kendini bilen Rabbini bilir.” sırrınca var oluşunun anlamını kavrar. İlahi sınırlara riayet ederek hayatı hem iyi bir insan hem de iyi bir kul olarak yaşamaya gayret ettiği ölçüde, meleklerin Hazreti Âdem’e gösterdiği saygıyı hak eden bir kıvama yükselir; fakat bu hayat kaynağından uzaklaşıp ruhunun sesini bastırdığında sadece beşerî yönüyle kalır; hatta Allah korusun, “hayvanlardan da aşağı” (belhüm edall) bir derekeye sürüklenebilir.
İnsanın bu iki yönü, beşeriyet ve âdemiyet, birbirinin zıddı değil, birbirini tamamlayan iki hakikattir. Beşer yönü insanı toprağa bağlar; aczi, muhtaçlığı, sınırlılığı ve fani oluşuyla ona nefs terbiyesini hatırlatır. Âdem yönü ise insanı göğe açar; ruhun asaleti, aklın nuru, vicdanın sesi ve fıtratın berraklığıyla onu yükseltir. İnsanın imtihanı da bu iki yön arasındaki ince dengeyi kurmakla başlar.
Beşer tarafı dizginlenmediğinde insan hırslarına, tutkularına, şehvetine ve gazabına yenilir; nefsi ilahlaştıran bir gurura savrulur. Âdem tarafı köreldiğinde ise insan, meleklerin secde ettiği o manevî kıymetten uzaklaşır; sadece bedeniyle yaşayan, ruhu kararan bir varlığa dönüşür. Kur’an’ın “belhüm edall” diye nitelediği seviye, işte bu derin kopuşun adıdır: “Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’raf, 179) Bu durumda sadece duymak, görmek ve bilmek yetmez; bilgi eyleme dökülmediğinde yüktür. Tıpkı şu ayette bildirildiği gibi: “Kendilerine Tevrat yüklenip de sonra onu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir.” (Cuma, 5). Beşer, bilginin hamallığını yapıp onu amel ve ahlaka dönüştürmediğinde o ilahî kıymetten uzaklaşır.
Âdemiyet ise bilgiyle dirilmeyi ve yücelmeyi gerektirir. İnsanın âdemiyet tarafı güçlendiğinde fıtratındaki ilahî nefhanın farkına varır; ilme karşı iştiyak duyar, merhameti kuşanır, adaleti gözetir ve emanete sadakat gösterir. Böyle bir insan, hem kendi iç âleminde huzuru bulur hem de varlık âleminde rahmetin temsilcisi hâline gelir.
FITRÎ KUVVETLERDEN FAZİLETE: İNSANIN İÇ İNŞASI
İslam ahlak felsefesinde İmam Gazali ve İbn Miskeveyh’in sistematize ettiği şekliyle insan, yaratılışında üç temel kuvvete sahiptir: kuvve-i akliyye, kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i şeheviyye; yani akıl, gazap ve şehvet güçleri. (Gazâli, Mizanü’l-Amel-Miskâveyh, Tehzîbü’l-Ahlak) Bu üç kuvvet, insan için müthiş bir imkân aynı zamanda çetin de bir imtihandır.
Akıl, gazap ve şehvet potansiyelini iradesinin terbiyesi altında tutabilen; onları doğru, ölçülü ve sağlıklı bir mecrada değerlendiren insan, nihayetinde hikmet, şecaat, iffet ve adalet faziletlerini hayatında tecelli ettirebilir. Bu dört fazilet, insanı varlık hiyerarşisinde eşref-i mahlûkat olma makamına yükselten ana sütunlar hâline gelir.
AKLIN İTİDALİ: HİKMET
İnsan, akıl kuvvetiyle doğruyu yanlıştan ayırır; düşünür, kıyas eder, seçer, hüküm verir ve pek çok zihnî faaliyeti gerçekleştirir. Kurnazlık ile ahmaklık arasındaki aşırılıklardan uzak durup düşünce gücünü yerinde, ölçülü ve sahih bir zeminde kullandığında hikmet erdemine yaklaşır; zira aklın olgunluğu itidal, itidalin meyvesi ise hikmettir. Bu bağlamda akıl kuvvetinde denge son derece önemlidir: Aklı hileye alet etmek, tamamen heva ve zanla doldurmak ifrat; aklı atıl bırakmak, düşünmeyi terk etmek ise tefrittir. Hakikat ise aklın vahyin ışığında hikmete yönelmesiyle ortaya çıkar.
Akıl, tek başına bırakıldığında eksik kalır; bilgiye, rehberliğe ve hakikatin ışığına muhtaçtır. Hakikat bilgisinin kaynağı ise öncelikle vahiydir. İnsan aklı, vahyin nuruyla beslendiği ölçüde doğruyu görür, hakikate uygun düşünür, sahih bilgi üretir ve bu bilgiyi hayra dönüştüren bir çerçevede paylaşır.

Her şeyi yerli yerinde yapmak ve isabetli karar vermek anlamına gelen hikmet,
doğruyu bilmek değildir sadece; doğruyu yerinde söylemek, yerinde susmak, yerinde karar vermek, bilginin gereğini davranışa dönüştürmek gibi çok boyutlu bir olgunluk hâlidir. Hikmet; doğru bilgiyi doğru zamanda, doğru ölçüde ve doğru üslupla hayatın içine yerleştirme kabiliyetidir. Bilgi başlı başına bir birikimdir; hikmet ise o birikimin edebe, merhamete, ahlaka ve adalete dönüşmüş hâlidir.
Bizim medeniyetimizde hikmet, aklın vahiy ile buluştuğu yerde ortaya çıkar. Kur’an’da hikmet, peygamberlere verilen bir nimet, topluma yön verenlerin vazgeçilmez donanımıdır. Hazreti Lokman’ın oğluna öğütleri bunun güzel bir örneğidir: “Andolsun, Lokman’a hikmet verdik…” (Lokman, 12). İbn Miskeveyh’ten Farabi’ye, İmam Gazâlî’den Nasruddin Tûsî’ye bütün büyük alimler, hikmeti bilginin en üst mertebesi olarak görmüştür; çünkü hikmet, insanı eşref-i mahlûkat makamına taşıyan aklî ve ahlaki olgunluğun adıdır ve insanlığın ortak birikimi olan hikmet, nerede bulunursa alınır.
Peygamberimiz buyurur: “Hikmet müminin yitiğidir, bulduğu yerde alır.” (Tirmizî, İlim,19)
Hikmetin kaynağı yalnızca entelektüel bir birikim değil, aynı zamanda kalbin Allah’a yönelişi ve sorumluluk bilincidir. Bu sebeple Peygamberimizin şu hadisindeki hikmete dair açıklama son derece anlamlıdır: “Hikmetin başı, Allah korkusudur.” (Feyzu’l-Kadîr, III/574, no: 4361) Buradaki Allah korkusu, insanın Rabbine karşı içten bir saygı, sorumluluk ve bilinç hâlidir. Haşyet; ilimle, tefekkürle ve kalbî duyarlılıkla oluşan bir iç titremedir yani hakikî hikmet, ancak Allah’ın huzurunda durduğunu bilen, yaptığının hesabını vereceğini unutmayan bir kalpte boy verir. Bu sebeple hikmet, hakikate gönülden inanmak ve inandığını Allah’ın rızasına uygun biçimde yaşamak demektir.
Hikmet, insana yön, ölçü ve istikamet kazandırır. Günümüzün bilgi kalabalığında, ekranların kuşatmasında, tüketimin hızında kaybolmamak için hikmete her zamankinden daha fazla muhtacız; zira hikmet, bilgiyi ıslah eden, aklı terbiye eden, gönlü olgunlaştıran ilahî bir terazidir. (Daha detaylı bilgi için Tüm Yazılar bölümünde“Yitik hazinenin izinde: Hikmeti bulmak ve üretmek” başlıklı yazıma bakılabilir.)
GAZABIN DENGE HALİ: ŞECAAT
Gazap kuvveti; öfke, cesaret, özgüven, hamiyet, sabır, kararlılık ve kendini savunma gibi duygusal ve iradî alanları kapsar. Bu kuvvet insanın hem koruyucu kalkanı hem de mücadele gücüdür. Gazabın ölçüsüzlüğü saldırganlık, taşkınlık ve zulüm doğurur; zayıflığı ise yılgınlık, korkaklık ve teslimiyet üretir. Bu bağlamda gazap kuvvetinde denge son derece önemlidir: Öfkenin taşkınlığı ve deli cesaretine dönüşmesi ifrat; korkaklık ve yılgınlığa sürükleyen zafiyet ise tefrittir. Denge ise şecaattir: Zulme karşı dimdik durmak, mazluma arka çıkmak ve haksızlık karşısında susmamaktır. Bu yüzden gazap kuvvetinin adaletle dengelenmesi, insanın iç dünyasında sağlam bir merkez oluşturur.
Bu kuvvet dengelendiğinde cesaret ve şecaat ortaya çıkar. Yiğitlik, kahramanlık, liderlik, girişimcilik, hak karşısında dik durmak, mazlumu korumak ve zulme engel olmak gibi yüksek karakter özellikleri hep bu kuvvetin terbiye edilmiş hâlinden doğar; çünkü gazap kuvveti, insanın “harekete geçme” ve “engel aşma” kabiliyetinin ham enerjisidir.
Duygularını rahmanî olana yönelten, gazabını heva ve hevesine değil hakka, adalete ve iyiliğe hizmet edecek şekilde terbiye eden kişi; hayırlı işlerin öncüsü olur. İyi olanı yaşamada, kötülüğü engellemede, haksızlık karşısında susmamakta ve emaneti korumakta güçlü bir iradeyle hareket eder.
Gazap kuvveti böylece insana zarar veren bir ateş olmaktan çıkar; iyiliği koruyan bir dirayet, adaleti savunan bir kudret ve insanı eşref-i mahlûkat mertebesine taşıyan ahlaki bir enerji hâline gelir.
ŞEHVETİN İTİDALİ: İFFET
Şehvet kuvveti, hayatın devamı için fıtrata yerleştirilmiş güçlü bir potansiyeldir. Arzu, istek, iştah, yakınlık arayışı ve insan neslinin devamını sağlayan bütün istidatlar, kuvve-i şeheviyye bağlamındaki ilahî nimetlerdendir. Bu yön, insanın hem canlılığını hem de soyunun sürekliliğini temin eden temel bir kuvvettir. Bu bağlamda şehvet kuvvetinde denge büyük bir önem taşır: Azgınlık, hayâsızlık ve ihtirasa savrulan taşkınlık ifrat; donukluk, isteksizlik ve meşru arzuları yok sayan katılık ise tefrittir. Denge ise iffettir. Helal ve meşru sınırlar içinde yaşamak, nefsin hakkını verip onun esiri olmamaktır.
Bu kuvvetin sınırları aşması, insanı fücur, azgınlık, hayâsızlık, oburluk, şehvet düşkünlüğü ve nefsanî bağımlılıklara sürükler; zayıflaması ise humûd, donukluk, hayata karşı isteksizlik ve iradenin körelmesi gibi fıtrat zafiyetlerine yol açar. Bu sebeple şehvet kuvvetinin ölçü ve edep ile terbiye edilmesi, insanın iç dengesinin vazgeçilmez unsurudur.
Şehvet ve arzularını edep dairesinde tutabilen, fıtrî isteklerini helal ve meşru sınırlar içinde değerlendiren insan, iffet faziletine ulaşır. İffet; nefsin taşkınlıklarından uzak durmak, helalin huzurunu gözetmek, haramın azabını ve helalin hesabını bilerek ölçülü bir hayat sürmek demektir. Böyle biri, çirkin olan her şeyden uzak durur hem kendini hem ailesini hem de toplumun ahlak dokusunu koruma yönünde güçlü bir irade sergiler.
Şehvet kuvveti böylece insanı esir alan bir dürtüler yığını olmaktan çıkar; iç disipline, ölçülülüğe ve fıtratı koruyan bir nezakete dönüşür. Bu dönüşüm, insanın hem nefsini hem de neslini korumasını sağlayan muhafaza edici bir rahmet halkası hâline gelir.
ADALET: ÜÇ KUVVETİN DENGESİ, İNSANIN İÇ TERAZİSİ
Akıl, gazap ve şehvet kuvvetlerinin dengeli bir şekilde insanda bulunması ve her birinin yerli yerinde kullanılmasıyla adalet erdemi tecelli eder. Adalet, insanın hem kendi varlığına hem çevresine hem de âlemlerin Rabbine karşı sorumluluklarını ölçülü bir şekilde yerine getirmesidir. Nitekim İbn Miskeveyh ve Gazâli’ye göre hikmet (aklın doğruluğu), şecaat (öfkenin denge hâli) ve iffet (arzunun denge hâli) kalpte yerleştiğinde adalet ortaya çıkar. Gazâli’nin “Nefsin kuvvelerinin her birine yerini ve hakkını vermektir.” diye tarif ettiği adalet; aklın yönetici konumda durması, gazabın aklın emrine girmesi ve arzuların sınırını bilmesiyle gerçekleşir. Bu iç düzen oturduğunda kişi düşüncede berrak, duyguda dengeli, davranışta ölçülü olur; hükümleri hikmetli, öfkesi yerli yerinde, arzuları disiplinli bir hâle gelir. Böyle bir iç nizam yalnız şahsın ruhunu olgunlaştırmaz. Aileye, topluma ve kurumlara da sirayet eder; çünkü toplumsal adalet, fertlerin nefislerinde kurduğu bu iç adaletin tabii bir yansımasıdır.
Adaletin karşıtı yalnızca zulüm değildir; ölçüsüzlük, keyfîlik, aşırılık, heva-hevesin hâkimiyeti ve insanın iç dengesini bozan her türlü taşkınlık da adaleti zedeler. Bu sebeple adalet, mahkemede hüküm dağıtmanın ötesinde kişinin hem iç dünyasını hem dış ilişkilerini tanzim eden kuşatıcı bir hayat ilkesidir. Hikmet insana yön gösterir, şecaat direnç verir, iffet denge sağlar; adalet ise bu üç erdemi bir araya getirip yöneten merkez fazilettir. İnsan hem Rabbiyle hem kendisiyle hem de diğer insanlarla ilişkisinde ölçüyü adaletle kurar; kuvvelerini fıtratın çizdiği sınırda tutar, hakkı olana hakkını verir, her şeyi yerli yerine koyar. Bu çerçevede inancın hakkı tevhid, bedenin hakkı sağlık, düşüncenin hakkı mantık, malın hakkı infak, davranışların hakkı ise ahlaktır. Böylece iç âleminde istikamet bulan kişi dış dünyada da adaletin taşıyıcısı olur; zira içte olmayan dışa yansımaz.
Bizim medeniyetimizde adalet, mülkün temeli, devletin, düzenin ve huzurun en güçlü dayanağıdır. Adalet; hak arayışının, toplumsal barışın ve kamusal vicdanın ortak paydasıdır. Fertlerin de toplumların da ayakta kalması adaletle mümkündür.
Adaletli bir toplum; güçlülerin değil, haklıların sözünün geçtiği, zalimin değil mazlumun korunduğu, çıkarın değil Hakk’ın hâkim olduğu bir toplumdur. Bir insanın kemali, bir toplumun vicdanı, bir medeniyetin ruhu olan adalet erdeminin hâkim olduğu toplumda huzur yerleşir, fertler güven içinde yaşar.

AHLAKIN TERAZİSİ: İFRAT–TEFRİT ARASINDA İTİDAL
İnsanın iç dünyasını, davranışlarını ve toplumların gidişatını belirleyen en kritik kavramlardan biri dengedir. Fıtrat, her şeyin bir ölçüye göre yaratıldığını hatırlatır; bu ölçünün bozulması ise önce ferdî ahlakta, ardından toplumsal düzende kırılmalara yol açar. Bu yüzden ahlakın omurgası olan itidal, hem insanın nefsiyle ilişkisini hem toplumsal hayatın düzenini ayakta tutan temel ilkedir.
Aşırılık (ifrat), eksiklik (tefrit) ve denge (itidal), insan davranışının üç halidir. İfrat, bir özelliğin haddini aşmasıdır; tefrit, olması gerekenden geri kalmasıdır. İtidal ise her şeyi yerli yerinde tutan mutedil kıvamdır. Bu üç kavram doğru kavranmadan insan nefsinin terbiyesi de toplumun huzuru da mümkün olmaz.
İfrat; ölçüsüzlük, taşkınlık ve dengesizlik doğurur. Hayatta “çok” olan pek çok şey görünüşte iyi olsa bile aşırılığa dönüştüğünde zarar verir:
Çok merhamet, çocuğu hayata karşı savunmasız bırakır.
Çok muhabbet, aklı perdeleyip gönlü daraltır.
Çok fedakârlık, insanı kendine karşı adaletsiz kılar.
Çok ilgi bıktırır, çok hassasiyet takıntıya dönüşür; çok konuşmak hatayı çoğaltır, çok susmak iletişimi koparır.
Haddini aşan her şey gayesindeki hikmeti kaybeder; doz aşımı olan her şey şifa olmaktan çıkar, zehire dönüşür. Şeyh Sâdî’nin ince uyarısı bu hakikati veciz biçimde dile getirir: “Ne etrafınızı kıracak kadar sert, ne de karşınızdakilere cesaret verecek kadar yumuşak olun.”
Tefrit ise gevşeklik, ihmal ve irade zafiyeti şeklinde tezahür eder. Sorumluluktan kaçmak, özensizlik, tembellik, erteleme alışkanlığı ve kararsızlık… bunların hepsi tefritin farklı yüzleridir. Hem kişinin iradesini zayıflatır hem toplumun omurgasını çürütür.
Bütün bu aşırılıkların panzehiri itidaldir. İtidal, ne ifrata ne tefrite yaklaşan bir orta hâl değil, bilinçli bir ölçü, basiretli bir duruş, hikmetli bir davranış biçimidir.
İtidal sahibi insan:
Duygularını kontrol eder,
Aklını yerli yerinde kullanır,
Davranışlarında ölçülülüğü esas alır,
Her şeyi fıtratın kendisine biçtiği yere yerleştirir.
Bu sebeple itidal; ahlakın omurgası, adaletin mayası, insanın hem nefsiyle hem çevresiyle kurduğu ilişkinin merkezidir. En hayırlı yol, iki uç arasındaki mutedil yoldur.
ADALETİN TOPLUMSAL TEZAHÜRÜ: VASAT ÜMMET
Denge, yalnızca ferdin iç dünyasıyla sınırlı olmayıp ümmetin kolektif kimliğinde de tecelli eder. Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlar “vasat ümmet” olarak tavsif edilir:
“Böylece sizi, insanlar üzerine şahit olmanız için vasat bir ümmet kıldık.” (Bakara, 143)
Bu ayet-i kerime; müminlere dünya üzerindeki her türlü aşırılığı dengeleme, bozulmuş ölçüleri yeniden tesis etme ve insanlığa adalet, merhamet, hikmet ve hakikat adına şahitlik etme görevi yükler. Kur’an’ın “vasat ümmet” olarak tanımladığı bu dengeli kimlik, ifrat ve tefritten uzak durarak inançta, ahlakta, sözde ve davranışta doğruluk, dürüstlük ve adalet çizgisini korumakla; ölçülü, insaflı, vakur ve uyumlu bir duruş sergilemekle anlam kazanır.
Vasat ümmet olma bilinci, hayatın bütün alanlarına yön veren bir dengedir; ancak özellikle şu üç sahada daha belirgin şekilde tezahür eder:
Dinde Aşırılıktan Kaçınmak:
İslam’ın hedeflediği denge, ne hayatı bütün yönleriyle terk eden bir aşırılık ne de hayatın bütün imkânlarına gözü kapalı teslim olan bir savrulmadır. Dinde aşırılıktan kaçınmak; ibadette olduğu kadar ahlakta, ilimde olduğu kadar muamelede, merhamette olduğu kadar mücadelede de fıtrata uygun bir ölçü tutturmaktır.
Nitekim sahabeden Hazreti Osman b. Maz‘ûn aşırı zühde meyledince Peygamberimiz ona: “Ben senin için güzel bir örnek değil miyim? Gözlerinin, bedeninin, ailenin senin üzerinde hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu, oruç tut, ancak bazan da tutma. Allah Teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 27) buyurarak ruhbanlığın değil, itidalli ve yaşanabilir bir dinin yolunu göstermiştir. Bu olay iyi niyetle ve ibadette de olsa aşırılığın ne kadar kolayca insanı yormaya, toplumsal hayattan koparmaya ve fıtratın dengesini bozmaya meyledebileceğini gösteren hikmetli bir uyarıdır.
İfrat, dini insanın taşıyamayacağı bir yük hâline getirir; tefrit ise dini hayattan söküp alan bir gevşekliğe dönüşür. Vasat ümmet, ibadetle çalışma, merhametle kararlılık, teslimiyetle irade, ruh terbiyesiyle toplumsal sorumluluk arasında hakiki bir muvâzene kurar.
Aşırılık; bazen şekilcilik, bazen ruhsuzluk, bazen taassup, bazen de umursamazlık olarak tezahür eder. Oysa İslam’ın itidal çizgisi hem ruhu besleyen hem aklı kuşatan hem de toplumsal hayatı düzenleyen çok boyutlu bir dengedir.
Bu yönüyle vasat ümmet olmak; dini ne daraltmak ne de sulandırmak, ne sadece bireysel bir ritüele indirgemek ne de yalnızca sosyal bir slogana dönüştürmektir. Vasat ümmet, imanın ağırlığını, ahlakın nezaketini, ibadetin huzurunu ve mücadelenin dirayetini aynı çizgide buluşturur.

Hükümde Adalet:
Hak, güçlü olanda değil, haklı olandadır. Vasat ümmetin adaleti; ne kudret sahiplerine meyleden bir ifrat, ne de zayıfın hakkını unutan bir tefrittir. Hükümde itidal, kişisel duygulardan, önyargılardan ve menfaatlerden arınmış mutlak bir hakkaniyet demektir. Mahkemede olduğu kadar pazarda, kurumda olduğu kadar ailede geçerlidir.
Davranışta Hikmet:
Hikmetli davranış, ne her şeyi hafife alan bir laubalilik ne de insanı inciten bir katılık taşır. Vasat ümmetin hikmet dili, kalpleri kırmadan hakikate ulaştıran bir nezaket taşıyıcıdır. Sözde ölçü, fiilde edep, ilişkilerde merhamet… İşte hikmet, davranışta itidalin en rafine hâlidir. Hikmetli kişi, hem gerçeği söyler hem gönül gözetir; hem hakkı savunur hem üslubu korur. Şu ilahî ölçü, hikmetli davranışın çerçevesini berrak biçimde çizer:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış…” (Nahl, 125) Hakikati savunmak ve gönüller kazanmak incelik ister, tebliğin özünde nezaket, ölçü ve edep bulunması gerekir; zira hikmet, doğruyu en güzel biçimde söylemek, en uygun zamanda davranışa dökmektir.
Aşırılıklardan uzak durmak, insanın Rabbine, kendisine, topluma ve kâinata karşı sorumluluğudur. İfrat ve tefritten arınmış bir itidal; hem ferdin, hem ümmetin, hem de insanlığın selamet yoludur. Kendi iç dünyasında dengeyi kuramayanlar, âleme nizam veremezler. Nitekim Ziya Paşa’nın hikmetli ikazı bu hakikati veciz bir biçimde dile getirir:
“Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât
Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde.”
Kendini ıslah etmeden dünyaya düzen vermeye kalkışanların çoğu, kendi iç dünyalarında ve kendi evlerinde çözülmemiş nice dağınıklıklar yaşarlar. Kendi nefsi üzerinde söz geçiremeyenlerin başkalarına hüküm sadedinde söz söylemesi, tutarsız bir iddiadır. Amelin noksan olduğu yerde, en parlak sözler dahi kuru bir iddiadan öteye geçmez; tıpkı meyvesi olmayan bir ağacın gölgesiz kalması gibi. Bize düşen, kâl dilinden önce hâl dilini ihya etmektir. Hakiki nizam, kişinin önce kendini ıslah etmesiyle başlar; zira kendini ıslah edemeyen birinin başkaları için sağlam bir yol ve yöntem ortaya koyması mümkün değildir.
Evet, değişim içeriden başlar; dünyada nizam arayışı da önce insanın zihninde, kalbinde ve karakterinde başlar. Bu noktada düşünce sistemimizin sahih bir zemine oturması zorunludur; zira kendi zihniyetini yabancı paradigmaların gölgesinde kuran bir toplumun, kendi ruh kökleriyle uyumlu bir adalet düzeni inşa etmesi mümkün değildir. Düşünce sistemimizi ve muhakeme biçimimizi Batı’nın yahut başka yabancı kültürlerin belirleyici kalıplarından arındırarak kendi tarihî, ilmî ve kültürel köklerimize dayandırmak, adalet tasavvurunun en önemli adımlarından biridir. Bu, zihniyetimizin kendi ilim, fikir ve irfan geleneğimizle yeniden şekillenmesi, kavramların ve değerlerin öz kaynaklardan beslenmesi anlamına gelir.
Bu hakikat, bir düşünürün şu tespitiyle daha da berraklaşır: “Bir ülkeyi idare etmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?” diye sorulduğunda o şöyle der:“İşe dil ile başlar, önce dili düzeltirdim. Dil düzgün olmazsa kelimeler düşünceyi düzgün anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa yapılması gereken iyi yapılmaz. Gereken yapılmazsa ahlak ve kültür bozulur. Ahlak ve kültür bozulursa adalet yolunu şaşırır. Adalet yanlış yola saparsa halk şaşkınlığa düşer. Bu sebeple söz doğru söylenmeli ve doğru anlaşılmalıdır.”
Kendi kültür ve medeniyet kodlarıyla düşünmeye başlayan insan hem nefsinde denge kurar hem toplumda adalet üretir hem de dünyaya hikmetle şahitlik eden vasat ümmet bilincine ulaşır.

NİZAM-I ÂLEM: DÜNYA DÜZENİNİN ADALET ÜZERİNE KURULMASI
Medeniyetimizin en köklü kavramlarından biri olan Nizam-ı Âlem fikri, dünya düzeninin adalet, hakkaniyet, merhamet ve iyilik üzerine kurulması gerektiğini ifade eden bir medeniyet tasavvurudur. Bu tasavvur, siyasal bir yönetim modeli olmaktan öte kişinin iç dünyasından aileye, toplumdan devlet idaresine ve nihayet tüm yeryüzüne uzanan bir kâinat tasavvurunun tezahürüdür. Nizam-ı Âlem; varlığın ilahî bir düzen üzere yaratıldığını ve bu düzene uyumlu bir toplumsal nizam kurulmadıkça huzur ve istikrarın mümkün olmayacağını hatırlatır.
Bu düzenin ilk şartı insanın kendini düzeltmesidir; nitekim Kur’an’ın hakikatli uyarısı açıktır: “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.” (Ra’d, 11)
Nizam-ı Âlem tasavvurunun ilk basamağı, insanın kendi iç âlemini nizama kavuşturmasıdır. Ehl-i irfanın ifadesiyle insan “Âlem-i Suğrâ” yani küçük bir kâinat; kâinat ise “Âlem-i Kübrâ”, yani büyük bir insandır. Bu benzetme, insanın bedeni, ruhu ve aklıyla kâinatın maddî düzeni, canlılık boyutu ve kevnî ayetleri arasındaki derin dengeyi hatırlatır. Küçük âlemde düzen bozulduğunda büyük âlemdeki nizam da zedelenir. Peygamberimiz bu hakikati şu hadis-i şerifiyle beyan buyurur:
“İnsan vücudunda bir et parçası vardır. O düzeldiğinde bütün vücut düzelir; bozulduğunda ise bütün beden bozulur. Dikkat edin, o et parçası kalptir.”( Buhari-İman: 39)
Kalp, insanın iç nizamının merkezidir; adalet ise dünyanın dış nizamının merkezidir. Kalp düzelmeden beden, insan düzelmeden toplum, toplum düzelmeden dünya düzene kavuşamaz. Bu sebeple Nizam-ı Âlem’in kapısı, önce insanın iç âleminde açılır. Kişi adaleti ve merhameti kendi nefsinde kurmadıkça ailede, toplumda ve devlette kalıcı bir adalet ve merhamet düzeni tesis edilemez.
Bu gerçeği şu hikmetli mısralar ne güzel destekler:
“Edep iledir nizâm-ı âlem.
Edep iledir kemâl-i âdem,”
İnsanın iç âleminde edep, iffet, hayâ ve ahlak yerleşmedikçe dış âlemde nizam kurulamaz; insan düzelmeden toplum, toplum düzelmeden dünya düzelmez.
Bu düşünce, belirli bir coğrafyanın yahut milletin değil; bütün insanlığın istifade edeceği kuşatıcı bir adalet idealidir. Medeniyetimizde devletin ve yöneticilerin asli görevi, zulmü ortadan kaldırmak, hak ve adaleti sahiplenmek, mazlumu korumak ve insanı yeryüzünde izzetli kılacak bir düzen kurmaktır; dolayısıyla adalet, yaratılışın özüne sinmiş ilahî bir ilkedir: Hak yerini bulduğunda kâinatla insan arasındaki uyum da kendi yatağına kavuşur.
Bu ilahî ilke, Kerim Kitabımızda mutlak bir emirle teyit edilir: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun; bu, takvaya en yakın olandır.” (Mâide, 8). Ayet, adaletin düşmanımıza karşı dahi sarsılmaması gereken, imanın ve takvanın bir gereği olduğunu açıkça beyan eder. Bu mutlak adalet anlayışı, yönetimde merhametle birleştiğinde ise en büyük hizmet doğar; zira ecdadımızın 'İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!' hikmeti, bu Nizam-ı Âlem tasavvurunun en temel direğidir. Yöneticinin gücü, fethettiği topraklarda değil; o topraklarda yaşayan en zayıf ferdin dahi hakkını, canını ve şerefini koruyabildiği ölçüde tecelli eder.
Bu bakış açısına göre güçlü olanın üstünlüğü değil, haklı olanın üstünlüğü esastır. Devleti yaşatan da genişleten de fetihleri anlamlı kılan da orduları muzaffer eden de bu adalet fikridir. Hikmet, bu nizamın rehberi, ahlak onun kalbi, merhamet onun ruhudur. Dolayısıyla Nizam-ı Âlem, yalnızca maddî fetihlerle değil, gönüllerin fethiyle, insanların kalbine güven, zihnine ilim, hayatına huzur taşıyan bir adalet medeniyetiyle gerçekleşir.
Tarih boyunca bu düstur, Osmanlı’dan Selçuklu’ya, Endülüs’ten Semerkant’a kadar bütün İslam medeniyetinin siyaset anlayışını beslemiştir. Hazreti Ömer’in “Adalet mülkün temelidir.” sözü, devletin bekasını, toplumun huzurunu, fertlerin güvenini ayakta tutan evrensel bir kuraldır.
İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN
Dinimize göre insanlığın saf ve sahih bir düzen içinde yaşayabilmesi, olmazsa olmaz anlamına gelen ve Zarûrât-ı Diniyye diye bilinen beş temel ilkenin korunmasına bağlıdır: canın, aklın, dinin, neslin ve malın korunması. Bu beş esas, insanın hem dünya hem ahiret yolculuğunda huzura erişmesi için ilahî bir güvenlik çemberidir. Fertlerin izzeti, toplumun dirliği ve devletin bekası, bu ilkelerin korunmasıyla mümkün olur. Bu ilkelerin zedelendiği yerde fesat baş gösterir; huzurun yerini kaos, güvenin yerini korku alır.
Bu beş esası koruma sorumluluğu, devlet yönetiminin temel ahlaki sözleşmesidir. Yöneticinin aklı, bu esasları korumak için hikmetle çalışmak; gazabı, bu esaslara uzanan elleri şecaatle engellemek; tüm imkânları ise bu esasların korunmasına iffetle tahsis etmek zorundadır. Zira bu esasların korunması; imanın, kişinin vicdanından toplumsal nizama yansımasıdır. Dinini koruyan, neslinin helal ve meşru yetişmesini temin eder; canını koruyan, başkalarının canına saygı duyar; aklını koruyan, toplum için hikmetli kararlar alır; malını koruyan ise, kimsenin malına haksız yere göz dikmez.
Toplumların gerçek anlamda gelişmesi, yalnızca ekonomik göstergelerin iyileşmesiyle ya da politik başarılarla değil; insanın temel haklarının güvence altına alındığı, kul hakkının titizlikle gözetildiği, adaletin en küçük birimden en büyük yapıya kadar bütün alanlarda hüküm sürdüğü bir düzenle mümkündür.
Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” nasihati, bu medeniyet tasavvurunun en veciz ifadesidir. Bu söz, devletin varlık sebebinin insan olduğunu; insanın şerefi ayakta durdukça devletin de ayakta duracağını öğretir. Devletin gücü, insanına gösterdiği hürmet, adalet ve merhametle ölçülür. Bu bağlamda insan, ailenin ya da toplumun yanı sıra devletin de en kıymetli varlığıdır.
Adaletin temel amacı, insanın hakkını korumak ve onun refah içinde yaşayabileceği bir ortam hazırlamaktır. Bu anlayış, yönetimin merkezine insanı yerleştirir; devletin bütün organlarını kul hakkı bilinciyle hareket etmeye davet eder. Yöneticilerin adaleti gözetmesi, toplumun güvenini sağlar; güven ise barışı, barış huzuru, huzur da devletin bekasını besler. Devlet, insanın haysiyetini yaşattığı ölçüde yücelir.
KUL HAKKI VE İLAHİ ADALET
Adaletin en hassas, en dokunulmaz ve en ağır sorumluluk alanı kul hakkıdır. Kul hakkı, yalnızca dünyevi bir yükümlülük değil, mahşere taşınan, Allah’ın affına dahi bırakılmayacak kadar büyük bir emanettir; zira kul hakkı, insanın insana saygısı, insanın insana verdiği değer ve insanın insana yüklediği sorumluluk duygusunun özünü oluşturur. Bu yüzden adalet, toplumsal bir düzen ilkesi olmakla birlikte kişinin ahiret hesabının en önemli mihengidir.
Kul hakkına riayet; doğru sözlülük, emanete sadakat, ölçüde ve tartıda doğruluk, kimsenin şerefine, malına, canına ve aklına halel getirmemek gibi ahlakın temel kaidelerini içine alır. Bir Müslümanın komşusuna, çalışanına, öğrencisine, müşterisine, yol arkadaşına, akrabalarına karşı taşıdığı sorumluluk bu kavramın sınırları içindedir. Kul hakkının ihlâli, yalnızca hukuki bir sorun değil, insanın eşref-i mahlûkat oluşuna yönelmiş bir saldırıdır. İnsan haysiyeti de yaratılışındaki ilahî kıymetin bir tecellisidir.
Bu ilahî kıymet, kulun sahip olduğu her şeyi, yani canını, malını, itibarını ve emeğini, birer dokunulmaz kutsal emanet olarak görmeyi gerektirir. Eşref-i mahlûkat olan insanın emanetine hıyanet etmek, kulun kendisine olduğu kadar o emaneti tevdi eden Cenab-ı Hakk’a karşı da yapılmış bir vefasızlıktır. Bu hassasiyet, bize şunu öğretir: Ne bir yetimin malına göz dikmek ne bir çalışanın terini kurutmak ne de bir insanın itibarını zedelemek; dünyevi makamlarla, parayla ya da güçle silinebilecek basit hatalar değildir.
İlahi adalet, insanın bütün amellerini ve niyetlerini kayıt altında tutar. Bu çerçevede kul hakkının dokunulmazlığı, varlığın ilahî düzenine kazınmış bir hakikat olarak karşımıza çıkar; zira Allah Teâlâ, “O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız.” (Yasin,54) vaadini bizzat kendisi haber vermiştir. Bu yüzden kul hakkına riayet hem dünyevi huzurun şartı hem de ahiret saadetinin anahtarıdır.
Kul hakkının gözetilmediği bir toplumda adalet sarsılır, güven kaybolur, birlik çöker. Kul hakkının üstün tutulduğu bir yerde ise gönüller ferahlar, toplum dirilir, rahmet ve bereket artar; zira ilahi adalet, en çok kul hakkına riayetle tecelli eder.
GÜCÜN AHLAKI: EMANET, LİYAKAT VE MEŞVERET
Emanet bilinci, liyakat ve meşveret; adaletin hem kalbini hem de kurumlarını ayakta tutan üç temel sütundur. Her yetki bir emanettir; bu emaneti yüklenen kişi gücü bir imtiyaz değil, kul hakkına bağlı ağır bir sorumluluk olarak taşır. “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) emr-i ilâhîsi hem görevin ehline verilmesini hem de yöneticinin hesap bilincini ifade eder. Liyakat, makamın bir ganimet değil, büyük bir mesuliyet olduğunu hatırlatır; düzeni nefes aldıran da boğup çürüten de bu ilkenin korunup korunmamasıdır. Liyakat bilincine sahip yöneticiler ne akrabalığa ne öfkeye ne de menfaate kulak verir; hakka, hikmete ve ehliyete yönelir.
Bu iki ilkeyi hayata bağlayan meşveret, yalnızca bir istişare yöntemi değil; gücün tek elde toplanmasını engelleyen, hatayı azaltan, ortak aklı büyüten ve hikmeti çoğaltan bir rahmet kapısıdır. “Onlar işlerini aralarında müşâvere ile yürütürler” (Şura,38) buyruğu, yönetimi hevanın karanlığından ve enaniyetin körlüğünden çıkarıp ortak aklın aydınlığına taşır. Meşveretin hâkim olduğu yerde kararlar bir kişinin iradesiyle değil, bir hikmet meclisinin olgunlaşmış görüşüyle şekillenir; yönetim şeffaflaşır, adalet toplumsal dokunun her katmanına nüfuz eder.
Adalet, alışverişte ölçü ve tartıda doğrulukta, aile ilişkilerinde hakkaniyette, kamu hizmetinde ehliyet ve liyakatin gözetilmesinde hayat bulur. Adaletin olmadığı yerde ise emanet zayıflar, emanetin zayıfladığı yerde meşveret susar, meşveretin sustuğu yerde ise toplum kaçınılmaz biçimde fesada sürüklenir. Buna karşılık bu üç ilke birlikte yaşatıldığında güç ahlaka, makam hizmete ve yönetim rahmete dönüşür.
Günümüzde adaletin tecellisi; helal olanla yasal olanın örtüşmesi için hukukun ilahî, insanî ve ahlaki değerlerden beslenmesi ve kul hakkına titizlikle riayet edilmesi ile mümkün olur.

Eşref-i Mahlûkat Olan İnsan ve Hakikat Yolculuğu
İnsan, beşerî kırılganlığı ile âdemî yüceliği arasında yürüyen bir yolcudur. Bedeni topraktan, ruhu semadan; bir yönüyle acziyet, bir yönüyle ilahî nefhanın taşıyıcısıdır. Bu iki yönün dengeli ve uyumlu bir kıvama ulaşması; akıl, gazap ve şehvet kuvvetlerinin hikmet, şecaat, iffet ve adalet erdemleriyle terbiye edilmesiyle mümkün olur.
Hikmet, aklı sahih bilgiye bağlar.
Şecaat, iradeyi cesarete dönüştürür.
İffet, nefsin sınırlarını edep ile korur.
Adalet ise bütün kuvvetleri ilahî bir dengeye yerleştirir.
Bu erdemlerle yoğrulan insan hem kendini imar eder hem de çevresine nizam verir; iç dünyasında kurduğu ahengi toplumun bütün katmanlarına taşır. Zira insanın ıslahı dünyanın ıslahı, insanın fesadı dünyanın fesadıdır.
Her birimiz, içimizde saklı olan o âdemî cevheri uyandırmakla yükümlüyüz. Kalplerimizi arındırdıkça, aklımızı Kitap ve hikmetle besledikçe, nefsimizi terbiye ettikçe ve adaleti hayatımızın ölçüsü kıldıkça hem kendimize hem insanlığa nefes oluruz; zira bizler iz bırakan bir duruşun ve yeniden kurulacak bir medeniyetin temel sütunları olabiliriz.
İnsanın yolculuğu, çamurun ağırlığı ile ruhun hafifliği arasında sürer; bazen yorulur, bazen şaşar, bazen düşer; ama insan ne kadar düşerse düşsün, Rabbinin ona yüklediği değer asla düşmez. Mühim olan, insanın kendi özüne tekrar bakabilmesi; fıtratının parlar hâlini yeniden hatırlayabilmesidir; zira her birimizin içinde, henüz açılmamış bir rahmet kapısı, keşfedilmeyi bekleyen bir hikmet cevheri ve sadece bize özgü bir ilahî nefes saklıdır.
Şeyh Galip’ten İlhamla, İçimizdeki Cevheri Uyandırmak
İnsanın gerçek gücü, içindeki cevheri fark edip ayağa kalktığı anda ortaya çıkar. Çoğu zaman kişi, kırıldığı yerde yeniden filizlenir, yıkıldığını sandığı an, hakikatin en yakınında durduğunu fark eder. Bir kul, Rabbinin kendisine lütfettiği değeri idrak ettiğinde hem kendine duyduğu güven hem de hayat yolculuğunda umudu ve direnci artar. Bu idrak, insanı hem kendi iç dünyasında diriltir hem de dış dünyanın yüklerini taşıyabilecek bir olgunluğa ulaştırır.
Şeyh Galip, hikmetli mısralarıyla bize şunu hatırlatır: Sevginin sırlarının mahzeni, erliğin ve yiğitliğin nuru, o gizli hakikat hazinelerinin konulduğu yer bizzat senin kalbindir, senin ruhunda saklıdır. Öyle ki, senin iç dünyan öyle geniş ve derindir ki; yer de gök de cehennem de, cennet de onda anlam bulur, bu manalar külliyatının tamamı sendedir. Bu sırra vakıf olmak için de insanı kendine yönelmeye davet eder: “Kendine hoşça bir bak,” der; zira sen, bu âlemin özü, bütün varlıkların göz bebeği olan eşref-i mahlûkat olan insansın. Bu denli kıymetli bir emaneti ve ruhunda padişahlık kıymeti taşıyan sen, sakın ola ki dünyada yoksul kalmayasın, umutsuzluk denen o yeis vadisine düşüp bir hiç olarak yok olmayasın. Bu hakikatin yolundan ayrılmamak, kendini küçültmemek için de iki mühim kapı gösterir: Âdem’e yapış ki doğru yoldan, hakikatten ayrılmayasın; secdeler et ki, gönlün daima Rabbinin rızasına ve huzuruna yönelsin. İşte Âdem’e tutunan ve secdeyle âlemlerin rabbine yönelen kişi hem kendi iç âlemini hem de dünyayı güzelleştiren, ahlakı ve adaleti yücelten bir kıvama ulaşır.
Şimdi, bu hikmet pınarından, bu konu bağlamında nasibimize düşen ve kendi dilinden dökülen o güzel mısralara dikkat kesilelim.
Sendedir mahzen-i esrâr-ı mahabbet sende
Sendedir mâ’den-i envâr-ı fütüvvet sende
Gizli gizli dahi vardır nice hâlet sende
Ma’rifet sende hüner sende hakiykât sende
Nazar etsen yer ü gök duzâh u cennet sende
Arş u kürsiyy ü melek sendedir sende
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Hayftır şâh iken âlemde gedâ olmayasın
Keder-âlûde-i ümmîd ü recâ olmayasın
Vâdî-i ye’se düşüp hiç ü hebâ olmayasın
Yanılıp rehrev-i sahrâ-yı belâ olmayasın
Âdeme muttasıl ol tâ ki cüdâ olmayasın
Secdeler eyle ki merdûd-i Hüdâ olmayasın
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Bu mısralar bize insanın hem kendi nefsine hem de bütün kâinata karşı taşıdığı büyük sorumluluğu hatırlatır. İnsan, toprağın alçakgönüllülüğü ile ruhun yüceliğini bir arada taşıyan eşsiz bir varlık olarak önce kendi özüne yönelmeli, kendi içindeki cevheri uyandırmalı ve sonra adaletin, merhametin, hikmetin ışığını yeryüzüne taşımalıdır; zira âlemi güzelleştiren de bozan da insandır. Rabbimizin insana yüklediği bu ağır ama şerefli emanet, her birimizin omuzlarında taşınan bir sorumluluk, her birimizin kalbinde saklı duran bir imkândır ve bizim yolculuğumuz, bu hakikati hatırladığımız her dem yeniden başlar.
Ahmet Türkben
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol