Yeniden inşa için ilme sarılmak - Köklü geçmişten aydınlık ve güçlü geleceğe

  • GİRİŞ15.06.2025 09:09
  • GÜNCELLEME15.06.2025 10:11

Zamanın çehresi değişti. Bilgi çağındayız artık. Milyonlarca veri saniyeler içinde üretiliyor, yapay zekâ en karmaşık sorulara anında cevap veriyor ve fakat bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı bu çağda, hakikate varmak her zamankinden daha zor; çünkü bilgi çoğaldıkça, anlam kayboluyor, insanın iç âlemi ise boşlukla sarsılıyor. Sayılar artıyor, teoriler çoğalıyor ama hakikati arayan gönüllere ışık tutamıyor. Modern insanın trajedisi tam da burada başlıyor: Malumatı bol ama marifeti yok, zekâsı keskin ama irfanı eksik, aklı kalbiyle bağ kuramıyor. 

MODERN BİLGİ ANLAYIŞININ ÇIKMAZI

Bugün modern dünyanın bilgi anlayışıyla kadim medeniyetimizin ilim tasavvuru arasında büyük bir uçurum var. Batı düşüncesi, bilgiyi yalnızca deney ve gözleme indirgemiş, vahyi dışlamış, insanı parçalara bölerek çözmeye çalışmıştır. İnsanı akıl ve beden boyutuyla ele almış; ancak ruhu ve vicdanı dışlayan indirgemeci bir anlayış benimsemiştir. Böylece insan, maddî varlığı üzerinden tanımlanmış; duygusu, sezgisi, iç dünyası yok sayılmıştır. Bilgi, bu anlayışta soğuk bir araç olmuş, hakikate değil güce hizmet eder hâle gelmiştir.

GÜÇ İÇİN BİLGİ, HAKİKAT İÇİN DEĞİL

Bu yaklaşım, bilginin sadece ölçülebilir ve kullanılabilir olana indirgenmesini beraberinde getirmiş; anlam, değer ve istikamet kavramları bilgi üretiminin dışında bırakılmıştır. “Bilgi güçtür.” anlayışı, zamanla “Bilgi hakikattir.” düşüncesinin önüne geçmiştir. Neticede bilgi, insanı yüceltmek yerine nesneleştiren; sorumluluktan ziyade hâkimiyete yönelten bir vasıtaya dönüşmüştür. Böyle bir bilgi anlayışıyla üretilen bilim, ahlaktan kopuk, hikmetten mahrum ve toplumsal adaleti gözetmeyen bir yola sapmıştır.

Nitekim modern çağ, zekânın zirve yaptığı, fakat hikmetin kaybolduğu bir dönem hâline gelmiştir. Zekâ geliştirilmiş, sistemler kurulmuş, teknolojiler inşa edilmiş; ancak insanî krizler derinleşmiş, ruhsal bunalımlar çoğalmış, adalet fikri örselenmiştir. Bilgi; akıl, kalp ve ruh bütünlüğü içinde ilahi bilgiyle yoğrulmadıkça insanı hakikate taşıyamaz.

CEHALET: BİLGİSİZLİK DEĞİL, HAKİKATTEN KOPUKLUK

Cehalet, bilgisizlikten ziyade bazen bilginin yanlış yöne sevk ettiği bir körlüktür. Zihin doludur, fakat kalp kapalıdır. Kur’an-ı Kerim bu durumu şöyle tasvir eder: “Onların kalpleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler.” (A’râf, 179)

Bu hâlin tarihî bir örneği Asr-ı Saadet’te karşımıza çıkar: Ebu Cehil. Gerçek adı Amr bin Hişâm’dı. Dönemin en kültürlü, en bilgili, en etkili şahsiyetlerinden biriydi ve fakat vahyin çağrısına direndi, ilahî hakikate sırt çevirdi. Bu yüzden ona, “Cehaletin Babası” manasına gelen Ebu Cehil denildi; çünkü bilgi, eğer kişiyi hakikate götürmüyorsa sadece yük olur. Kur’an-ı Kerim bu durumu şu ayetle bildirir: “Kim bu dünyada kör olursa, âhirette de kördür ve yolca daha sapıktır.” (İsrâ, 72)

Bu da gösteriyor ki, asıl cehalet, hakikate gözünü yummak, bilgiyi duymak ama onunla yön bulmamaktır. İnsan, gözleriyle görebilir, kulaklarıyla işitebilir, zihni bilgiyle dolup taşabilir; fakat kalbi hakikate kapanmışsa, bu onun en karanlık cehaletidir.
Âlim; bilgiyi kalp ile buluşturan, davranışa dönüştüren, onunla yücelen ve Allah’a karşı gelmekten sakınan kimsedir. Kur’an-ı Kerim, ilmin dönüştürücü etkisini şu ayetle ortaya koyar: “Allah’tan ancak âlim kulları gereği gibi korkar.” (Fâtır, 28) Gerçek âlim, bilen olmanın yanı sıra adil, erdemli ve Allah’tan korkan bir şahsiyettir. Böyle biri toplumun vicdanı, ümmetin rehberi olur. Bu, ilmin kalbi etkileyen, sorumluluk doğuran yönünü öne çıkarır. Cehalet ise bu sorumluluktan kaçmanın, bilgiyle kibirlenmenin ve hakikatten kopmanın adıdır. Bu bağlamda bazen çok şey bilmek, hakikate en uzak hâle düşmekle sonuçlanabilir. 

VAHİY: İLMİN, KALBİN VE HAYATIN DİRİLTİCİ KAYNAĞI

İnsanın sınırlı aklı mutlak hakikati tam olarak kuşatamaz. Bu sebeple en güvenilir bilgi kaynağı ilahî vahiydir. Vahiy, kitabî bir bilgi olmaktan öte Peygamberimizin örnekliğinde hayat bulan, aklı yücelten, kalbi aydınlatan, insanı istikamete taşıyan bir diriliş kaynağıdır.

Kerim Kitabımız, Cenab-ı Hakkın insana bilmediğini öğrettiğini beyan eder (Alak, 5); bu da gösterir ki insan kendi haline bırakılmamış, aklı vahiy ile yönlendirilmiş, kalbine ilahî bir nur indirilmiştir. Akıl olayları analiz eder, sezgi derinlik katar, tecrübe bilgiyi işler; fakat vahiy özü gösterir, hakikatin merkezine ulaştırır.

İslam medeniyeti, bilgiyi sadece akla indirgememiş; vahyi onun rehberi yapmıştır. Kur’an ve sünnet, aklı ve tecrübeyi tamamlayan, bilgiye yön veren kaynaklardır. Vahyin ışığından yoksun bilgi, kuru bir enformasyon; onunla bütünleşen bilgi ise hikmete ve ihyaya dönüşür.

Tarih boyunca İslam’ın altın çağları, vahyin rehberliğinde aklın özgürce işlediği dönemler olmuştur. Bu yaklaşım sayesinde bilim ahlaktan, teknik gelişmeler insanlıktan, kültür ise ibadetten kopmamıştır. Gerçek bilgi; aklın, kalbin ve vahyin birlikteliğiyle anlam kazanır. Diriltici olan da budur: Bilgiyi vahiy ile bütünleştirip hayata taşımak..

İLİMLE YOĞRULMUŞ KULLUK: İMAN, BİLGİ VE DAVRANIŞ BÜTÜNLÜĞÜ

Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette “iman edenler ve salih amel işleyenler” birlikte zikredilir. Bu, inancın yalnızca kalpte taşınan bir duygu olmaktan öte davranışlarla bütünleşen bir değer olduğunun göstergesidir; ancak bir amelin “salih” olabilmesi, o amelin sağlam bir bilgi temeline dayanmasına bağlıdır; zira niyet halis olsa da ilimden yoksun bir ibadet, şekilciliğe, yüzeyselliğe ve hatta zamanla sapmaya götürebilir.

Sahih bilgiye dayanmayan ibadet anlayışı, bidatlerin yayılmasına, taassubun kökleşmesine zemin hazırlar. Şuurdan yoksun ibadetler, zamanla ruhsuz bir alışkanlık hâline gelir ve şekle hapsolmuş bir dindarlığa sürükleyebilir. Böyle bir kulluk anlayışı, Allah tasavvurunda da dengesizlik doğurur. Kimisi yalnızca azap vurgusuna yönelir, kimisi sadece sevap beklentisine; böylece rahmet ile adalet arasındaki ilahî denge bozulur.

Sahih bilgiden ve ihlastan uzak ibadetlerin bir başka riski ise bireysel dindarlığın toplumsal ahlâka yansımaması tehlikesidir. Bu durumda insan, namaz kılar ama kul hakkını gözetmez, dili gıybetten, eli haksızlıktan uzak durmaz; oruç tutar ama kini dinini gölgeler, gözünü öfke bürür sözüyle incitir, davranışıyla kırar; sadaka verir ama mal hırsından arınmaz, faizden uzak durmaz; Hacca gider ama riyası tavafına eşlik eder, kibri Arafat’ta arınmaz, nefsini Mina’da kurban etmez; Kur’an okur ama emirlerin gereğini yerine getirmez, yasaklananlardan kaçınmaz; oysa ibadet, şuur ve istikamet ister. Belki şöyle demek mümkündür: İman, yönü tayin eder; ilim, o yönü nasıl izleyeceğimizi öğretir; amel ise bu yönü hayata geçiren fiildir. Asıl kulluk, şeklen yapılan ritüellerin dışında ihlâs ve şuurla ilmin ışığında yaşanan bir hayattır. Gerçek ibadet, şekil şartları bittikten sonra başlar; çünkü hakikat, Üstat Necip Fazıl’ın şu çarpıcı ifadesinde saklıdır:

"Namaz camiden çıkınca, Hac Mekke'den dönünce, Ramazan oruç bitince başlar." 

İbadetten maksat yalnızca namaz, oruç, hac ve zekât gibi bilinen ibadetleri yerine getirmek değildir. İslam’a göre hayatın tamamı, Allah rızasını gözeterek yaşandığında bir ibadet hâline gelir. Sabah evden çıkarken güne besmeleyle başlamak, yolda gördüğünü selamlamak, bir gönlü teselli etmek, işini dürüstçe yapmak, bir çöpü yoldan kaldırmak dahi ibadet sayılır. Aynı şekilde, bir öğretmenin öğrencisine adaletle yaklaşması, bir hekimin mesleğini ehliyetle ve merhametle icra etmesi, bir esnafın ölçüye ve helale riayet etmesi, bir yöneticinin kamu malını emanet olarak görüp titizlikle sahip çıkması da ibadet kapsamındadır.

Emaneti ehline vermek, liyakati gözetmek, görevini ihmal etmemek, bir çalışmayı hakkıyla ve vaktinde hazırlamak, hata yapanları samimiyetle uyarmak, doğru ve dürüst çalışanları taltif etmek, verdiği sözde durmak da bu anlayışta ibadet olur. İslam’da ibadet yalnızca camiyle sınırlı değildir; ahlâklı bir meslek hayatı, dürüst bir ticaret, adaletli bir yönetişim de kulluk halkasının ayrılmaz parçalarıdır. İş yerinde dakik olmak da mesaiden çalmamak da kamu görevini şahsî menfaate dönüştürmemek de sorumluluk bilinciyle yapılan birer kulluk tezahürüdür. Aynı şekilde, bir yetime kol kanat germek, bir mazlumun, bir mağdurun, bir muhacirin duasını almak için çaba göstermek de ibadettir. Küs olanları barıştırmak için gayret etmek, gelmeyene gitmek, vermeyene vermek de kulluk şuurunun gereğidir. Gözyaşı olan yere merhamet, hüzün olan yere sevinç, zulüm olan yere adalet, nefret olan yere muhabbet ve korku olan yere emniyet taşımak da ibadetin en canlı göstergeleridir. 

Bu noktada, dikkat çekici bir çelişkiye temas etmek gerekir: Kimileri sürekli “Allah rızası”ndan söz ederken yaptığı işte sorumluluk bilincinden uzak, özensiz ve keyfî bir tutum sergileyebilmektedir; oysa İslam’da sözle niyet beyanı, ancak fiille teyit edildiğinde anlam kazanır. Allah rızasını niyetinde taşıyıp bunu dillendirmeye gerek duymadan davranışlarıyla gösteren kişiler; mesleğini layıkıyla yapan, emanete sadakatle yaklaşan, doğruluğu ve hakkaniyeti işinin her safhasına yansıtanlardır. Buna karşılık, dilinde sürekli Allah rızasını taşıdığı hâlde işini özensiz yapan; sözüyle özü, söylemiyle eylemi arasında derin bir uçurum bulunanlar, yalnızca kendilerini kandırmakla kalmaz, aynı zamanda hem hakikate hem de topluma karşı ağır bir vebalin altına girerler

Bu anlayışa göre ibadet, Allah’ın rızasını kazanma niyetiyle geçirilen her anı değerli kılan bir hayat tarzıdır. İlim ise bu hayat tarzını şuurlu ve dengeli kılar. İmanla anlam bulan bu yolculuk, ilimle aydınlanır, kulluk bilinciyle kemale erer. Böylece insan, her anıyla, her sözüyle, her davranışıyla kulluk bilincini yaşayan hakiki bir mümin hâline gelir.

İLMİN ÜÇ AŞAMASI: HAKİKATE ULAŞTIRAN MERHALELER

İslam düşüncesinde ilim, zihinsel farkındalıktan yaşanmış hakikate doğru ilerleyen aşamalı bir süreçtir. Bu süreç üç temel kavramla açıklanır: ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn.

İlme’l-Yakîn (bilmek, haber almak), sağlam ve güvenilir kaynaklardan edinilen ama henüz şahsî tecrübeyle pekişmemiş teorik bilgidir. Okuma, dinleme, ders ve anlatım yoluyla kazanılır. Bu aşama, kavramsal düzeyde farkındalık kazandırır ve bilgi temelli eğitimi teşvik eder; ancak yaşanmışlık içermez ve bilgi henüz zihinsel düzeyde kalır.

Ayne’l-Yakîn (görmek, müşahede etmek), kişinin bilgiyi gözlem, inceleme ve şahitlik yoluyla dış dünyada görerek pekiştirdiği düzeydir. Bu aşamada kişi, sadece işitmeyle yetinmez; dış dünyayla doğrudan temas kurar. Öğrenme, zihinsel kavrayıştan görsel ve duyusal algıya taşınır. Bilgi daha somut hâle gelir; fakat hâlâ kalbî idrak ve iç dönüşüm gerçekleşmemiştir.

Hakka’l-Yakîn (yaşamak, hale dönüşmek), bilgiyi içselleştirme, doğrudan yaşama ve kişiliğe dönüştürme sürecidir. Hakikat artık sadece bilinmez ya da görülmez; doğrudan tecrübe edilir. Deneyim, içsel farkındalık ve ahlakî sorumlulukla birleşen bu aşama, ilmin karaktere dönüştüğü, davranışa yansıdığı ve gerçek manada yaşandığı en ileri düzeydir.
Bu üç aşama, birbirini tamamlayan bir ilerleyiş çizgisi içinde düşünülmelidir. İlme’l-yakîn bilgiyle başlar, ayne’l-yakîn gözlemle derinleşir, hakka’l-yakîn ise tecrübeyle hakikate dönüşür. Bilmek, görmek ve yaşamak aşamaları, şu benzetmeyle daha somut hâle getirilebilir: Yağmurun yağdığına dair haber almak ilme’l-yakîn; yağmurun yağmasını gözleriyle görmek ayne’l-yakîn; yağmurda ıslanmak ise hakka’l-yakîndir. 

Bu benzetme, ilmin zihinden süzülen, kalpte kök salan ve hayata yön veren dinamik bir yolculuk olduğunu anlatır. Bu merhaleler, eğitimin bilgiyle başlayıp duyguya, ahlaka ve zarafete ulaşan bütüncül bir inşa süreci olduğunu ortaya koyar.

GELENEKTEN GELECEĞE: İLMİN MERHALELERİYLE EĞİTİM TASAVVURU

Modern eğitim sistemleri çoğu zaman bilgiyi, aktarılan ve sınavla ölçülen bir içerik yığınına indirgemekte; zihni doldurmayı hedefleyip kalbi ve davranışı ihmal etmektedir; oysa kadim ilim geleneğimizde bilgi, zihinsel bir kazanım olmanın ötesinde kalpte kökleşen, davranışta şekillenen ve sorumlulukta kemale eren bir inşa sürecidir.
Bugünün öğrencisi bilgiye kolayca ulaşabilmekte; ancak bu bilgiyle anlam bağı kurmakta, onu şahsiyet ve eyleme dönüştürmekte zorlanmaktadır. İslam’ın eğitim anlayışı ise bilgiyi sadece edinilen bir veri olarak görmez, hikmetle yoğrulmuş ve sorumluluk bilinciyle içselleştirilmiş bir kişilik inşası olarak görür. Bu bağlamda klasik ilim merhalelerine dayanan bir eğitim yaklaşımı; ezberci ve sınav odaklı yaklaşımlara karşılık şahsiyeti önceleyen, ahlak temelli, hikmet merkezli bir eğitim modeli sunar. Bilginin beceriye, değere ve davranışa dönüşmesiyle hem fert hem toplum düzeyinde derin bir dönüşüm gerçekleşebilir.

Modern eğitimin en çok ihtiyaç duyduğu eksik halka da budur: Bilginin karaktere nüfuz etmesi, iradeye yön vermesi ve sorumluluk bilinciyle toplumda iyilik olarak yankı bulması. Eğitim bir meslek edindirme aracından ziyade anlamlı ve hikmetli bir şahsiyet yolculuğu olmalıdır. Bu da ancak güvenilir bilgi, gözleme dayalı farkındalık ve yaşanmış tecrübenin aynı istikamette buluşmasıyla mümkündür.

İLMİN GAYESİ: SALİH AMEL, GÜZEL AHLAK VE TAKVA EKSENİNDE DÖNÜŞÜM

İstikamette ve amelde çarpıklık çoğu zaman düşüncedeki sapmadan kaynaklanır; zira düşüncedeki milimetrik bir sapma, fiiliyatta büyük bir yön kaymasına sebep olabilir. Temiz ve sahih beslenme kaynaklarından edinilen doğru ve faydalı ilim, düşüncenin doğru şekillenmesine, düşüncenin sıhhati de eylemlerin istikametine yön verir ve ancak bu bütünlük içinde hakikate ulaşılabilir. Dolayısıyla ilim; insanın kendini tanıması, nefsini terbiye etmesi, güzel ahlaklı, hayırlı ve faydalı bir insan olması ve rızay-ı ilahiyi kazanmasına vesile olacak bir kılavuzdur. 

Doğru bilgilenme için eğitim o kadar önemlidir ki hicretten itibaren müminler, secde edilecek mescitlerin yanı başına Ashab-ı Suffa misali medreseler, mektepler inşa etmişlerdir. İslam’ın eğitim modeli, teorik değil pratik temellidir. Ashab-ı Suffa, bu modelin ilk örneğidir. Mescid-i Nebevi’de eğitim gören bu topluluk, öğrendiklerini yaşayan, yaşadıklarını yayan bir ilim halkasıdır. Peygamberimizin eğitim ilkeleri de bugünün eğitim sistemlerine ışık tutacak mahiyettedir: “İlim öğrenmek kadın erkek her Müslümana farzdır”, “İlim Çin’de de olsa gidip öğrenin.”, “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin”, “Ya öğrenen ol, ya öğreten, ya dinleyen ya da seven. Sakın beşincisi olma, helak olursun.” Bu hadis-i şeriflerin tümü, Peygamber Efendimizin eğitim anlayışının kapsayıcı, süreklilik arz eden, çaba ve sorumluluk temelli bir yapıda olduğunu ortaya koyar. Ona göre ilim, kadın-erkek ayrımı olmaksızın herkes için bir farz, coğrafi mesafe tanımaksızın aranan bir değer, ömür boyu süren bir yolculuk ve insanı helakten koruyan bir kurtuluş vesilesidir. Aynı zamanda bu ilkeler, öğrenmenin ve öğretmenin hem şahsî gelişim hem de toplumsal diriliş için vazgeçilmez olduğunu, ilimden uzaklaşmanın ise cehaleti derinleştireceği ve manevî çöküşü beraberinde getireceğini gösterir.

BİZİM MEDENİYETİMİZ İLİM MEDENİYETİDİR

Gerçek ilim, insana tevazu kazandırır, sorumluluk duygusu verir. Zekâya vicdan, başarıya erdem, güce adalet katmadıkça bilgi, hakikate ulaştırmaz. Bu sebeple medeniyetimiz, ilmi dört temel boyutta inşa eder: zihin, kalp, amel ve maneviyat. Bu unsurların biri eksik kalırsa ilim topal olur. Kimileri yalnızca üretmek ve rekabet etmek için bilgi edinir; oysaki asıl erdem, her gün insan kalabilmek, her an ahlakla yaşamak ve her daim sorumluluk bilinciyle hareket edebilmek için ilim öğrenmektir.

İlim ahlaktan, hikmet insanlıktan, teknoloji ise vicdandan bağımsız düşünülemez; çünkü bilgi, kalbi aydınlatmıyorsa gözün gördüğü, hakikate perde olur. İlim hakikate yöneldiğinde insanı hem bilgili hem de hikmetli, erdemli ve sorumlu biri hâline getirir. Onu Allah’a yaklaştırır, dünyayı imar ederken ahireti de inşa eder.

Dilimizde “bilgi” ve “ilim” kelimeleri çoğu zaman aynı şey gibi görünse de aslında aralarında anlam derinliği açısından önemli farklar vardır. Bilgi genellikle yüzeysel ve araçsal bir birikimi ifade ederken ilim, derin idraki, yaşanmış tecrübeyi ve hikmete dönüşen anlayışı kapsar. Gerçek ilim, insanı sadece donatmaz; dönüştürür, sorumluluk yükler ve hakikate taşır. 

Bizim medeniyetimiz, işte bu farkın üzerine yükselmiştir. İlmi; Rabbe yakınlaşma vesilesi, hayatın esası, kişinin tekâmül yolu ve toplumun omurgası olarak görmüştür. Bu bağlamda ilim; aklın nuru, kalbin huzuru ve hakikatin yoludur. İlim öğrenmek ise, cehaletin karanlığını dağıtmak, hikmete ulaşmak ve insanı kemale erdiren bir yolculuğa çıkmaktır.

SÖZDEN YAZIYA BİR MEDENİYET YOLCULUĞU 

Medeniyetimizin en önemli ilham kaynağı ve başucu kitabımız olan Kur’an-ı Kerim, ilk ayetleriyle insanı okumaya, düşünmeye ve yazmaya davet eder. İlk nazil olan ayetlerde: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!  O, insanı "alak" tan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alâk, 1-5)

“Oku!” emrinin hemen ardından gelen “Kalemle yazmayı öğreten” ayeti, ilim temelli bir hayat inşa etmenin gerekliliğini ortaya koyar. Yine ilk inen surelerden biri olan Kalem Suresi’nde “Kaleme ve yazdıklarına andolsun” denilmesi, yazının, bilginin ve düşüncenin medeniyetimizde ne kadar merkezî bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Okumakla başlayan bu davet, yazıyla kayıt altına alınan bir hakikat arayışını besler. Bu da gösteriyor ki bizim medeniyetimiz harflerle, kelimelerle ve anlamla kurulan bir ilim ve irfan medeniyetidir.

İLİM GELENEĞİMİZ VE EĞİTİM MİRASIMIZ KÖKLÜ BİR GEÇMİŞE SAHİPTİR

İslam medeniyeti ilmi bütüncül bir yaklaşımla ele alır. Akıl ile kalbi, gözlem ile sezgiyi, teori ile ameli birlikte işler. Kur’an ve sünnet, ilmin pusulasıdır. Vahiy, aklı yönlendirir; akıl ise vahyin maksadını kavramaya çalışır. Bu yaklaşımın en güzel örnekleri tarihin derinliklerinde yatar: Abbasi Dönemi’nin Beytü’l-Hikme’si, Endülüs’ün Kurtuba’sı, Türkistan Coğrafyasının ve Osmanlı’nın medreseleri… Bu muhitler, toplumu bilgi ve hikmetle inşa eden bilim merkezleri, ilim ve irfan mektepleridir.

Bu büyük medeniyetin mayasını ise Türkistan coğrafyası yoğurmuştur. Mâverâünnehir, Horasan, Buhara, Semerkand ve Harezm’in yanı sıra Belh, Taşkent, Nişabur, Herat ve Merv gibi kadim şehirlerdeki medreseler; İbn Sînâ, Bîrûnî, Fârâbî, Harezmî, Fergânî ve Uluğ Bey gibi ilim ve hikmet öncülerini; Râzî, Zemahşerî ve Taftazânî gibi dil, mantık ve tefsir âlimlerini; İmam Buhârî, Tirmizî, Serahsî, Mergînânî gibi muhaddis ve fakihleri; Mâtürîdî ve Necmeddin en-Nesefî gibi kelamcıları; Ahmed Yesevî, Abdülhalik Gucdüvânî ve Nakşbendî gibi irfan mektebinin gönül mimarlarını; Nişabur’dan Gazzâlî’yi, Belh’ten Yûsuf Hemedânî’yi, Herat’tan Ali Şîr Nevâî’yi; Merv’den İmam Mâverdî’yi ve Taşkent’ten Ebû Hafs el-Kebîr’i insanlığa kazandırmıştır.

Medeniyetimiz, tarih boyunca kendi milletimizin, gönül coğrafyamızın ve bütün insanlığın faydalanabileceği çok yönlü bilimsel, kültürel ve felsefî eserler ortaya koymuştur. Müslüman bilim adamlarının katkıları olmasaydı Batı’nın bilimsel devrimleri hem çok daha geç hem de daha eksik gerçekleşebilirdi. Bu bağlamda İbn Sînâ, tıbbın ve felsefenin ufkunu genişletmiş; kaleme aldığı El-Kanun fi’t-Tıbb adlı eseri yüzyıllar boyunca Avrupa tıp fakültelerinde temel başvuru kaynağı olarak okutulmuştur. Bîrûnî, dünyanın döndüğünü Galileo’dan yüzyıllar önce öne sürmüş, yerçekimi ve coğrafya alanındaki hassas ölçümleriyle bilimsel yöntemin temellerine ilham vermiştir. Fârâbî, felsefe ve mantık alanında Aristoteles’ten sonraki en etkili isim sayılmış ve İslam düşüncesinde “Muallim-i Sânî” unvanını almıştır. Harezmî, cebirin temel ilkelerini belirleyerek matematiğin gelişimine yön vermiş, eserleri Latinceye çevrilerek Avrupa'da yüzyıllarca ders kitabı olarak okutulmuştur.

Fergânî ve Uluğ Bey, gökyüzünün sırlarını matematiksel gözlemlerle çözmüş; Ali Kuşçu, Ay’ın hareketleri ve gökcisimleri üzerine yaptığı çalışmalarla astronomi ve matematik sahasında kalıcı izler bırakmıştır. Özellikle Semerkand ve İstanbul’daki gözlem faaliyetleriyle bilim tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur. İslam'ın Altın Çağının önemli fizikçilerinden biri olan İbnü’l-Heysem ise ışığın kırılması ve yansımasını inceleyen Kitâb el-Menâzir adlı eseriyle modern optik biliminin kurucuları arasında yer almış;  onun deneysel metotları, Batı’da bilimsel devrimin zeminini hazırlamıştır. Bugün Batı'da astronominin öncüleri olarak bilinen Kopernik ve Kepler gibi isimlerin çalışmalarının temelinde, Müslüman bilim adamlarının gözlem ve hesaplamalarının bulunduğu artık açık tarihî bir gerçektir. Batı’nın Rönesans sürecinde, özellikle Endülüs’teki bilim merkezleri aracılığıyla İslam dünyasının bilgi birikiminden doğrudan beslendiğini ve medeniyetimizin evrensel etkisini gözler önüne seren güçlü bir kanıttır.

Tüm bu başarıların ardında teknik maharet bir yana; vahyin rehberliğiyle aklı mezceden, hikmetle derinleşen ve insanı merkeze alan bütüncül bir ilim tasavvuru yer almaktadır. Bu anlayış, hakikate ve adalete ulaşmanın temel vesilesi olarak görülmüştür.

KURUMSALLAŞAN HİKMET: DEVLET, HUKUK VE SANATTA İLİM

Bu büyük miras, Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük devlet tecrübeleriyle daha da kurumsallaşmıştır. Nizamülmülk, Nizamiye Medreseleri’ni kurarak sistemli bir eğitim modelini hayata geçirmiş; ilmi, devlet yönetimiyle bütünleştirerek bir medeniyet hamlesi başlatmıştır. Osmanlı’da Ebussuud Efendi, İslam hukuku ile örfî hukuku mezcederek adaletin sürekliliğini sağlamış hem halk hem de yöneticiler nezdinde güvenilir bir ilim ve fetva otoritesi olmuştur. Mimar Sinan, Süleymaniye ve Selimiye gibi abidevi eserlerle ilim, zarafet ve tefekkürle yoğrulmuş bir medeniyet tasavvurunu inşa etmiştir. Matrakçı Nasuh, minyatür sanatı aracılığıyla şehirleri belgelemiş; tarih, sanat ve matematiği aynı potada eriten çok yönlü bir sanat anlayışı geliştirmiştir. Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle ile hem geleneksel fıkıh birikimini hem modern hukuk ihtiyacını karşılayan örnek bir medeni kanun çalışması ortaya koymuş; Türkistan’dan gelen bilim adamlarının etkisi, Osmanlı’nın bilim ve eğitim politikalarında belirleyici olmuştur. Böylece Türk-İslam medeniyeti, camiden medreseye, saraydan çarşıya, adliyeden rasathaneye kadar hayatın bütün alanlarını kuşatan ilim-irfan merkezli bir medeniyet dokusu üretmiştir.

YAKIN DÖNEMİN İLİM VE İRFAN ÖNCÜLERİ

Evet bizim medeniyetimiz; Nizamiye Medreselerinden Sahn-ı Seman’a, Enderun’dan Dâr-ul Fünûn’a, Maarif Kolejlerinden Fen, Anadolu, Sosyal Bilimler Liselerine, İmam Hatip Liselerinden Mesleki Teknik Liselere ve üniversitelere varıncaya kadar tarihten günümüze uzanan eğitim modelleri ve kurumları vasıtasıyla bilim, sanat, siyaset, edebiyat, mimari, mühendislik, hukuk ve felsefe dünyasına yön veren önemli şahsiyetler yetiştirmiştir. 

Yukarıda isimleri zikredilen öncülerin yanı sıra yakın dönem öncülerimizden; İslam bilim ve teknoloji tarihine dair eserleriyle Batı-merkezli tarih anlayışına alternatif sunan bilim tarihçisi Fuat Sezgin, kuantum kimyası ve moleküler biyoloji alanındaki çalışmalarıyla bilim dünyasında çığır açan Oktay Sinanoğlu, DNA onarımı ve kanser tedavisi üzerine yaptığı öncü araştırmalarıyla ödüller kazanan bilim insanı Aziz Sancar ve felsefeyi yerli ve köklü bir düşünce zemininde yeniden inşa etmeye çalışan, ilim-irfan geleneğimizin izini çağdaş meselelerle buluşturan mütefekkir Teoman Duralı da modern dönemde ilim mirasımıza yön veren öncü şahsiyetler arasında yer almaktadır.

Dirayet tefsirinin en güzel örneklerinden biri ve ilk Türkçe tefsir olan Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsiri insanlığa kazandıran Elmalılı Hamdi Yazır, Türkiye’deki ilk imam hatip okulunun açılmasına öncülük eden Mahmut Celâleddin Ökten ve maarif davasının öncüsü, Anadolu irfanını merkeze alan Hareket Felsefesi’nin temsilcisi Nurettin Topçu, ilim ve irfan dünyamızda derin izler bırakan öncü isimlerdir.

Bu müstesna şahsiyetlerin her biri, ilimden sanata, hukuktan mimariye, eğitimden bilime kadar geniş bir alanda ortaya koydukları eser ve fikirlerle hem kendi dönemlerine hem de sonraki nesillere ilham vermiştir.

YENİDEN İNŞA İÇİN İLME SARILMAK

İslam’ın ‘Oku’ emriyle başlayıp yazıyla şekillenen ilim, irfan ve hikmete dayalı medeniyet yürüyüşü, bilimsel çalışmalarla güçlendi, insanlığa yön veren öncü âlimleri ve fikir adamlarını yetiştirdi; ancak bugün artık sadece geçmişin ihtişamıyla övünme devri geride kalmıştır. Yeni bir diriliş için ilme yeniden sarılma vaktidir.

Bugün İslam dünyası, kültürel ve zihinsel kuşatmalarla örülü küresel bir baskı altında pasif ve edilgen bir nesne değil; kendi rotasını kendi çizen aktif ve etken bir özne olmak istiyorsa ilmi yeniden merkeze almak; eğitim sistemini kendi öz kültüründen neşet eden ve insanlığın ortak birikiminden faydalanan sahih bilgi, kadim değerler ve özgün modellerle donatmak zorundadır. Modern çağın meydan okumaları; ancak köklü düşünceye, derinlemesine araştırmaya ve en önemlisi, özgüven sahibi, donanımlı ve sorumluluk bilinci gelişmiş insan gücüne sahip olarak göğüslenebilir.

Milletimiz ve gönül coğrafyamız için yeniden izzetli ve şerefli bir hayatı tesis etmek; mazluma umut, zalime karşı caydırıcı bir duruş sergilemek istiyorsak bu, ancak iki temel unsurla mümkündür: Vahyin diriltici soluğu ile bilimsel düşüncenin ve teknolojik gücün imkânları.

İlme sarılmak, teorik bir yöneliş olmanın çok ötesinde hayatın tüm alanlarını kuşatan kapsamlı bir yeniden inşa hamlesidir. Bu yeniden inşa, ancak nitelikli, ahlak ve hikmetle yoğrulmuş kadroların varlığıyla mümkün olabilir. Eğitimden sağlığa, hukuktan siyasete, sanattan teknolojiye kadar her sahada sahih bilgiyle donanmış, imanını sürekli yenileyen, ahdini taze tutan, bilinci keskin, mensubiyeti köklü ve mesuliyet duygusuyla hareket eden, bıkmadan usanmadan çaba gösteren insanlara ihtiyaç vardır. 

Bugün öğretmenler yalnızca zihinlere bilgi aktaran değil, gönüllere dokunan ve şahsiyet inşa eden kılavuzlar olmalı; sağlık çalışanları sadece bedenî hastalıkları tedavi eden değil, şefkat ve merhametiyle ruhlara şifa taşıyan gönül hekimleri hâline gelmelidir. İktisatçılar adalet merkezli, faizsiz ve sömürüsüz modeller üzerinde çalışmalı; hukukçular hakkaniyeti merkeze almalı, helal olanla yasal olanı buluşturmak için gayret etmeli; teknoloji uzmanları yalnızca ilerlemeyi değil, insanı yüceltmeyi hedeflemelidir. İslami ilimler sahasında ise gelenekle çağ arasında köprü kurabilen, temsiliyle tebliği arasında çelişki olmayan irfan ve irşat ehli âlimlere ihtiyaç vardır. Medya ve iletişim alanı, hakikati koruyan bir dilin ve temsilin taşıyıcısı olmalı; sanat ise zarafeti hakikatle buluşturan bir ifade dili kazanmalıdır. Kısacası yeniden dirilişin anahtarı, her alanda işini hakkıyla yapan, bilgiyle donanmış, ahlakla bütünleşmiş örnek ve öncü şahsiyetlerin yetişmesiyle mümkündür. İşte bu sebeple ilim, bir şahsın, bir milletin ve insanlığın geleceğini şekillendirecek en sağlam temel olarak görülmelidir.

Geçmişte köklü bir ilim geleneğiyle yükselen medeniyetimiz, kendi çağını aşarak insanlık tarihini derinden etkilemiş büyük bir mirasın taşıyıcısıdır. Bu miras, anılmak için değil asla, yeniden inşa edilmek ve geleceğe yön vermek için bize emanet edilmiştir. Bu bağlamda bugünün en büyük sorumluluğu, geçmişin hikmetli birikimini, çağın imkânlarıyla yoğurarak aydınlık ve güçlü bir geleceği inşa etmek için gayret göstermektir. 

Tarih defalarca göstermiştir ki ilme sarılanlar yücelmiş; ilimden uzak kalanlar ise yok hükmüne düşmüştür. Bu sebeple ilim yolculuğu, hakikate ulaşmak için kararlılıkla yürünmesi gereken bir yoldur ve bu yolda yürümek, ferdî tekâmülü toplumsal dirilişin anahtarı haline getirmekle mümkündür.  

Bugün bize düşen; ilmi ihya etmek, ilim meclislerini canlandırmak, hikmetli düşünceyi çoğaltmak ve gelecek nesillere tefekkürle yoğrulmuş bir irfan mirası bırakmaktır; çünkü köklü geçmişimizden aydınlık ve güçlü geleceğe uzanan en sağlam köprü ilimdir ve o köprüden ancak imanı fener, vahyi harita, aklı pusula, Son Peygamber (s.a.s)’in izini de rota edinenler geçebilirler.

Ahmet Türkben 

Yorumlar54

  • Selahattin Öztürk 9 saat önce Şikayet Et
    Bugün İslam dünyasının halı pürmelalini yansıtan harika bir metin. İmbikten geçirilen defalarca okunup okutulması elzem bir yazı. Yüreğinize kaleminize sağlık
    Cevapla
  • Ziya Özçelik 15 saat önce Şikayet Et
    Allah razı olsun kardeşim. Mevzuyu etrafını cami ağlarını mani bir şekilde ele almışsın.Yazını ilgili insanlarla paylaşıyorum.
    Cevapla
  • Ali Yenigün 15 saat önce Şikayet Et
    Dilimize tercüman kalbimize ayna oldunuz Allah razı olsun hocam. İlim ve irfanla mücehhez olup ihlasla ameliyle de yansitanlardan eylesin Rabbim
    Cevapla
  • Safi Elmas 17 saat önce Şikayet Et
    Tebrikler
    Cevapla
  • Ali 17 saat önce Şikayet Et
    Allah razı olsun Elinize gönlünüze sağlık
    Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat